SADAKAT; İMANIN SİGORTASIDIR!
Kelime-i Şehadet, aslında Allah’la ve Resulüllah’la yapılan bir anlaşmadır ve sadakat; hayatı boyunca ve her şart altında bu ahdine bağlı kalmak, Allah’ın rızasından ve davasından asla caymamaktır. Ahzâb Suresi 23. ayet bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Mü’minlerden öyle (mert ve metin) er kişiler vardır ki, Allah üzerine yaptıkları ahde (iman, itaat ve cihad sözlerine) sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirip (Hakk uğrunda canını vermiştir), kimi de (gönülden cenneti ve şahadeti umup) beklemektedirler. Onlar hiçbir vazgeçme ve yan çizme (bedel ve bahane) ile (Allah adına verdikleri sözlerini) değiştirmemişlerdir.”
Cahiliye Toplumunun Sadakat Anlayışı
Sözlerine ve Yeminlerine Sadık Değildirler
Cahiliye toplumundaki insanların, sadakat anlayışlarını şekillendiren temel düşünce genellikle çıkarlarıdır. Bu yanlış düşünceyi benimseyen insanlar, menfaatleri uğruna, kime veya neye sadakat gösterilmesi gerekiyorsa bunun gereğini yapmaktadır. Oysa bu, bütünüyle sahte ve samimiyetsiz bir davranıştır. Gösterecekleri sadakatin derecesi, elde edecekleri menfaatin değerine ve büyüklüğüne bağlıdır. Eğer çıkarlarına ulaşabilmenin tek yolu, sadakatli ve itaatli bir şekilde davranmaksa, bunu hiçbir sıkıntı duymadan büyük bir zevkle yaparlar.
Bunun yanı sıra, insanlar arasında yaşanan anlaşmazlık ve uyuşmazlıkların büyük bölümü, birbirlerine verdikleri sözlerde durmamalarından kaynaklanır. Bunun temel nedeni de yukarıda anlatıldığı gibi, bu kimselerin çıkarcı bir bakış açısına sahip olmalarıdır. İman etmeyen bir insan, içinde bulunduğu her durumdan kendine bir çıkar sağlamak istediği için, karşısındaki kişiyi de bu yönde kullanmaya ve gerçek niyetini olabildiğince saklamaya çalışır. Bu çıkarı elde etmenin en güzel yolunun ise, karşısındaki insanın ‘güvenini’ kazanmakla mümkün olduğunu zanneder. Karşısındakinin güvenini kazanarak, hem o kişinin kendisi hakkında olumlu düşünmesini sağlayacak, hem de bu şekilde ona fark ettirmeden amacına rahatlıkla ulaşabileceği bir ortam oluşturacaktır.
Allah Kur’an’da ayrıca, ‘münafık’ olarak adlandırılan, kalplerinde hastalık bulunan kimselerin de, imanlarının zayıflığını gizleyebilmek ve mü’minleri, onlar gibi samimi kimseler olduklarına inandırabilmek için, yemin etme yöntemini kullandıklarını hatırlatmıştır. Oysa Allah yolunda dosdoğru bir istikamet tutturmak, Kur’an ahlâkına en güzel şekilde uymak ve insanları Hak dine davet ederken karşılaşılan zorluklara sabredip aşmak, ancak Allah’a güçlü bir iman ve sadakat duygusuyla mümkün olacaktır.
Cahiliye mantıklı insanların birbirlerinin haklarını tanımamaları ve söz verdikleri şekilde hareket etmemeleri, genellikle gösterecekleri sadakatin, çıkarlarına ters düşmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bu anlayışa sahip olan kimselerle yapılan antlaşmalar genellikle sadakatsizlikle sonuçlanır. Allah’ın, “Onların çoğunda ‘verdikleri söze bağlılık’ (ahde vefa) bulamadık, ama onların çoğunu (iman ve itaatten çıkan) fasıklar (yoldan sapanlar) olarak bulup (yakaladık. Maalesef her asırda çoğunluk kendi hevâsına ve dünyalık hesabına dalan insanlardı.)” (A’raf Suresi: 102) ayetiyle bildirdiği gibi, bu kimselerin verdikleri sözlere hiçbir bağlılıkları olmadığı için, yaptıkları antlaşmaları ilk fırsatta bozmaya çalışırlar. Allah, bu insanların durumunu Kur’an’da şöyle açıklamıştır:
“Bunlar(ın bazısı), içlerinden kendileriyle antlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahitlerini bozup (hıyanete girişeceklerdir). Onlar Allah’tan korkmayan (ve azabından) sakınmayan (kişilerdir).” (Enfâl Suresi: 56)
Ayrıca Allah; münafık karakterli bu samimiyetsiz kişilerin, öncesinde Allah’ın rızasını kazanabilmek için fedakârlıktan kaçınmayacaklarına dair Allah’a söz verdiklerini, ancak bu sözlerini de tutmadıklarını vurgulamıştır:
“(Halbuki) Andolsun, daha önce ‘arkalarını dönüp kaçmayacaklarına (ve İslam davasından kaytarmayacaklarına)’ dair Allah’a söz vermişlerdi; Allah’a verilen söz (ahit) ise, (ağır bir) sorumluluktur. (Ahdine vefa etmeyenler belasını bulacaktır.)” (Ahzâb Suresi: 15)
Bu ahlâka sahip olan insanlar hayatları boyunca sürekli olarak, Allah’a, elçilere ve çevrelerindeki diğer insanlara karşı ‘ihanet’ içinde yaşamaktadırlar. Şeytanın ikiyüzlü tavrı, bu yapıdaki insanların ahlâkını ortaya koyan önemli örneklerden biridir. Şeytan; insanlara sahte vaatlerde bulunmuş, ancak daha sonra bu vaatlerinin sadece birer yalandan ibaret olduğunu açıklamıştır.
Sahtekâr münafıklar, Peygamberimiz (SAV)’den Kur’an’ın değiştirilmesi talebinde dahi bulunmuşlardır:
“Onlara (münafıklara ve inkârcılara); apaçık belgeler olan ayetlerimiz okunduğu zaman, (günahları ve din tahribatları nedeniyle) Bizimle karşılaşmayı (ve huzurumuza çıkmayı ummayan ve) arzulamayanlar: ‘(Bu hükümler ve haberler bize ağır geliyor) Bundan başka bir Kur’an getir, veya (nefsimizin hoşuna gidecek şekilde) Onu değiştir’ derler. (Ey Resulüm!) Onlara de ki: ‘Onu (Kur’an’ın apaçık hüküm ve haberlerini) kendi nefsi tahmin ve tedbirimle değiştirmem asla olacak şey değildir. Ben sadece Bana vahyedilene tâbiyim. Eğer Rabbime isyan ederek (Kur’ani haber ve hükümleri değiştirir ve yanlış mana verirsem) gerçekten büyük bir günün azabından çekinirim.’” (Yunus Suresi: 15)
Bu kimseler; kendi bâtıl dinlerini yıkması dolayısıyla, Peygamberimiz (SAV)’den Kur’an’ı ‘yenilemesi’ veya ‘değiştirmesi’ talebinde bulunmuşlardır. Kendi bâtıl dinlerine karşı duydukları sadakat, onları Allah’ın ayetlerine uymaktan alıkoymuştur. Bu yüzden, çağlar boyunca Allah’ın, din ahlâkını tebliğ edip yayması için göndermiş olduğu elçiler, kavimlerinin bu bâtıl inançlarına olan sadakatleriyle ve öfkeli tepkileriyle karşılaşmışlardır. Bu tiplere bugün de sıkça rastlanmaktadır.
Sadakat Göstermek İçin Davetçilerde Mutlaka Bir Üstünlük Aranmaktadır
Kur’an ahlâkından uzak yaşayan topluluklarda, insanların çok önem verdikleri, hayatları boyunca elde etmek için büyük bir çaba gösterdikleri bazı toplumsal değerler ve ölçüler vardır. Bunlardan en önemlileri; kariyer sahibi olup toplumda saygın bir mevkiye ulaşmak, tüm insanların tanıdığı, peşinden koştuğu örnek bir kişi olmak ve zengin olup lüks bir hayat yaşayabilmektir. Bunlara sahip olan kişiler genellikle toplum tarafından takdir edildiği için, herkes bunlara sahip olmak ve insanlar arasında iyi bir yer edinmek amacındadır. Çünkü bu yanlış anlayışa göre, en makbul insan en zengin insandır, en akıllı insan kariyer yapmış insandır, en özenilecek insan herkes tarafından tanınan ve beğenilen insandır. Bu yanlış bakış açısının sonucunda da birçok insan; ilişkilerini, birbirlerine olan bakış açılarını, saygı ve bağlılık anlayışlarını, tamamen saydığımız bu ölçüler üzerine kurmuşlardır. Bundan dolayı, bir kimseyi değerlendirirken, genelde ilk bakılan şeyler, o kimsenin ne kadar parası ya da malı olduğu veya itibar sahibi bir kişi olup olmadığıdır. Bu nedenle, toplum içinde en çok kim bunlara sahip ise, en fazla saygı duyulan, takdir edilen, her konuda söz sahibi olan ve en çok korunup-kollanan da o kimse olmaktadır. Tüm bu saydıklarımıza sahip olan biri, diğer insanlar tarafından yakından takip edilir; gittiği her yerde saygı ve ilgi görür, sözleri ya da düşünceleri yanlış da olsa doğru kabul edilir. Dolayısıyla, bu insanlara karşı garip bir saygı, sevgi ve bağlılık hissi duyulur. Bu kişi bir fikir adamı ise, herkes onun eserlerini okur, söyledikleri ve yazdıkları araştırılmadan, sorgulanmadan hemen kabul edilir. Büyük bir saygı görür, güçlü bir bağlılıkla savunulur ve izlenir. Bu kişiye, hiçbir bilgiye dayanmadan anlamsız bir bağlılık ve sadakat duyulur. Tanınmış ve şöhretli insanlar için de aynı şey geçerlidir. Büyük bir hayran kitlesine sahiptirler. Nereye giderlerse gitsinler, hiç yalnız bırakılmaz ve her zaman desteklenirler.
Tüm bu anlatılanları bir araya getirdiğimizde ise, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Toplumda önde gelen, insanların çok değer verdikleri; mal-mülk, şöhret ve mevki sahibi kişiler ve bunların arkasında da onları sürekli takip eden, destekleyip savunan ve hiçbir zaman yalnız bırakmayan insanların çoğu cahili mantıklıdır. Bunun sebebi ise; insanların sadakat duyup bağlanmaları için, karşılarındaki insanlarda mutlaka kendilerine göre bir üstünlük unsuru görmek arzularıdır. Çağlar boyunca insanların sahip oldukları bu yanlış düşünce yapısı hiç değişmeden kalmıştır. Sözde soylu olan ve maddi gücü sayesinde saygı duyulan insanlar, zorba ve zalim bir karaktere sahip olsalar dahi, toplumlarını yönetmeyi başarmışlardır. Sadakat ve bağlılık anlayışları geçici birkaç dünyevi değere göre şekillenmiş kimi insanlar için önemli olan, doğruyu ve güzeli bulmak değil, sadece bu maddi değerlere sahip olmaktır. Dolayısıyla bu değerlere sahip olanlar herkes tarafından en bilgili, en akıllı, en başarılı, kısacası en ideal insanlar olarak tanınır.
İşte Allah’ın insanlara bir yol gösterici ve rahmet olarak gönderdiği peygamberler de, yaşadıkları toplumları Allah’ın yoluna uymaya davet edip, onları Allah’a ve elçilerine sadakat göstermeye çağırdıklarında, sürekli inkâr edenlerin çirkin ve isyankâr tavırlarıyla karşılaşmışlardır. Bu durum; cahiliye bakış açısına sahip olan bu insanların, elçilerde, bu büyük görevin onlara verildiğine dair, zenginlik, mal, itibar ya da makam sahibi olmak gibi cahili anlamda delil olacak bir üstünlük unsuru aramış olmalarından kaynaklanmaktadır. Onların sözlerine inanmak ve kendilerini çağırdıkları Hak dine uymak için, bir üstünlük unsuru olarak, onları mucizeler göstermeye zorlamışlardır.
…
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ..