Anasayfa » LAİKLİK DOSYASI
https://www.youtube.com/watch?v=LuhJfskdypM

LAİKLİK DOSYASI

Yazar: yonetici
0 Yorum 629 Görüntüleyen

LAİKLİK DOSYASI

 

LAİKLİK NEDİR NE DEĞİLDİR?

 

Güneri Cıvaoğlu’nun, Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN İLE DEMOKRASİ LAİKLİK VE GENEL KONULAR ÜZERİNE ROPORTAJI:

 

Prof Dr Necmettin ERBAKAN Hocamız
Laiklik Konusunu Açıklıyorlar (SHOW TV):

ERBAKAN HOCAMIZ LAİKLİK KONUSUNU AÇIKLIYOR:İzleyiniz!..1995 (KANAL 6)

 

AHMET AKGUL HOCAMIZ LAIKLIK
TARIFINI YAPIYOR YIL 2006. BUYRUN İZLEYİNİZ!…


ERBAKAN: ”MÜSLÜMANLIĞIN İÇİNDEDİR BİZZAT LAİKLİK”. İzleyiniz.
(Kanal B)

ERBAKAN:
”Erbakan Laiklik Kaldırılsın Dedi Diyen SÜTÜ BOZUKTUR”Sözünün Açıklanması
(Mart 1993):


   

 

 

 
***
 

LAİKLİK KAVRAMININ DOĞRU TANIMI

VE

UYGUN KURUMLAŞMASI

Kelime ve Kavramların Yozlaştırılması

Yeni oluşan sistemler ve medeniyetler, kendisinden önceki düzen ve dönem içerisinde kullanılagelen birtakım kelimelere, yeni manalar yükleyerek, özel kurumlar yanında, orijinal kavramlar da geliştirirler. Aslında hiçbir dil / lisan ne kadar zengin olursa olsun, birbirinden farklı sistemlerin hepsine birden, tamamen yeni ve orijinal kelimeler veremezler. Öyle ise, sistemleri teşkil ve temsil eden unsurların, ortak bir lisan disiplini oluşturması gerekir. Her sistem bu ortak kelimeleri alır, kendi amaçları istikametinde kullanır ve onlardan özel ve orijinal bir kelimeler ve kavramlar ağı” meydana getirir.

İşte İslam dini ve medeniyeti de cahiliye döneminde öteden beri bilinen ve konuşulan “Allah, İslam, iman, küfür, Nebi, Resul, akıl, kerem, takva, cihat” gibi kelimelere, öylesine yeni ve orijinal anlamlar yüklemiş ve öylesine yeni ve özel kavramlar meydana getirmiştir ki, kıyamete kadar gelişen bütün zamanlara ve bütün şartlara ışık tutacak ilmi, imani, ahlâki, siyasi ve iktisadi bütün sorunlara çözüm ve çareye esas olacak bir “değişmez doğrular” bütününü insanlığa hediye etmiştir.

Yapılan ilmi araştırma ve karşılaştırmalar; Kur’an’ın kelime hazinesinin, kendisinden önceki cahiliye Arabistan’ındaki 3 ayrı ve farklı sistemin bir nevi bileşimi olduğunu, ancak bütün bu kelime kalıplarına yepyeni, değişmez ve eskimez manalar doldurduğunu göstermektedir. Bunlar: 1- Saf ve sade bir hayat süren göçebe bedevîlerin kullandıkları kelimeler, 2- Mekke ve Medine’de yerleşik tüccar ve soyluların konuştukları kelimeler, 3- Arabistan’da yaşayan Yahudi ve Hristiyanların kullandıkları ve Arap diline kattıkları kelimeler…

Bu kelimelerin bir kısmını ele alıp bakalım:

Örneğin Allah ismi, cahiliye Araplarınca da biliniyor ve kullanılıyordu. Ancak onların konuştuğu “Allah” kelimesi Kur’an’daki “Allah” (C.C) kelimesinden çok farklı bir anlam taşıyordu. Cahiliye Araplarına göre Allah; yeri göğü yaratan ve diğer şefaatçi tanrılardan (put ve tağutlardan) daha büyük olan, ancak etki ve yetki alanı sınırlı bulunan bir varlığı ifade ediyordu.[1] Kur’an’daki “Allah” (C.C) kelimesi ise, öyle (hâşâ) tanrılar hiyerarşisindeki baş tanrı değil; varlığı gerçek olan, her şey elinde ve emrinde bulunan, kudreti her şeyi kuşatan, kullarının imani, ahlâki, siyasi ve iktisadi hayatlarına ait kanun ve kurallar koyan, tek ve mutlak bir Rab’dir. Kur’an’da geçen kitap, melek, Nebi, Resul, ahiret, takva, salât, zekât vb. bütün kelime ve kavramlar, “Allah” ismiyle mutlaka irtibatlı ve çok çeşitli daireler içerisinde bütün bunlar birbiriyle bağlantılıdır.

Yine cahiliye Arap inancında melekler; “yarı tanrı” niteliğinde ve cinlerin üstünde bir varlık kabul ediliyor ve hâşâ “Allah’ın kızları” olarak biliniyordu. Oysa Kur’an’daki “melek”ler Allah’ın mahlûku olan ve O’na kullukta bulunan nurani varlıklardır.[2]

İslam öncesi Arap lisanında, “Takva”; hayvanların ve insanların, dışarıdan gelecek tehdit ve tehlikelere karşı kendini koruma ve savunma davranışı anlamında kullanıldığı halde, Kur’an lisanında ise “Takva” her türlü küfür ve kötülükten sakınmayı ve gerçek manada Allah’tan korkmayı ve her haliyle O’na teslim olmayı ifade eden geniş ve genel bir kavramdır.

Cahiliye döneminde küfür – kefere; bir gerçeği örtmek ve şükretmenin zıddı olarak nankörlük etmek manasında kullanıldığı halde Kur’an lisanında ise, imanın zıddı olan inkârı ifade eder ve çok önemli ve anlamlı bir anahtar kelimedir.

Cahiliye Lisanında “Cihat“; dünyalık kazançlar ve kuru kahramanlıklar için yapılan zorlu çabaları ifade ettiği halde, Kur’an’da Hak ve adaleti hâkim kılmak ve Allah’ın rızasına ulaşmak için yapılacak samimi ve ciddi gayret ve hizmetleri” anlatır.

Eski Arapların şöhret ve şehvet yolunda gösteriş için yapılan harcamalara “Kerem – cömertlik” demelerine karşılık, İslam bu düşünce ve davranışı fazilet değil bir rezalet kabul etmiş ve “Kerem” kelimesine, “hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için yapılan iyilik ve ikram” manasını yüklemiştir.

 Açıkça görülüyor ve anlaşılıyor ki Kur’an dili ve İslam medeniyeti cahiliye döneminde kullanılan ve konuşulan kelime ve deyimlere özel ve orijinal manalar yüklemiş ve yepyeni kavramlar türetmiştir. Arapçanın şaşılacak derecede zengin bir kelime hazinesine sahip olması ve mevcut kelimelerden yeni kelime ve kavramlar üretmeye de oldukça müsait bulunması da bu işi kolay hale getirmiştir. Ama maalesef giderek Kur’an’dan uzaklaştıkça, içten ve dıştan tahribatlar arttıkça zamanla İslami kavramların yozlaştığını ve içi boşalan cevizler gibi, sadece kavramların kalıbı ve kabuğu olan kelimelerin elimizde kaldığını görüyoruz.  Bugün üzülerek belirtelim ki Müslümanlar arasında “Allah, Peygamber, Kitap, İslam, Cihat” gibi kavramlar maalesef, İslam öncesi cahiliye dönemi insanlarının kullandığı manalarda anlaşılmaya başlanmıştır.

Pek çok Müslümana göre “Allah”; ibadet ve ahiret işleriyle uğraşan, ticaret, siyaset, memuriyet ve adalet konularına karışmayan; kısaca yeryüzünü tağutlara bırakan bir “gök tanrısı” gibidir.

Yine bazı Müslümanlara göre “Peygamber”; sadece güzel ahlâk örneği sayılan ve Arap şeyhi görünümünde olan ve hele devlet ve hükümet işleriyle hiç alâkası bulunmayan ve her işini mucizelerle yapan bir efsane kahramanı yerindedir.

“Kur’an”;  yükseklerde korunan, ölüler ve hastalara okunan tılsımlı, esrarengiz, anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir dua kitabıdır.

“Cihat”; nefsini kurtarmak ve ibadet yapmak maksadıyla tenhalara kapanmak veya kurs binası ve cami inşasıyla uğraşmaktır. Daha da beteri; kardeş katliamlarının, terörist oluşumların ve fesat odaklarının vahşi faaliyetleri CİHAT şeklinde sunulmaktadır.

“Hayır”; mermer panolara ve büyük harflerle adını yazdırmak ve reklâmını yaptırmak üzere para harcamaktır.

“Takva”; külah takmak, sarık sarmak ve cübbe kuşanmak yani derviş rolü oynamak ve göstermelik davranışlarda bulunmaktır. Masonları ve din istismarcılarını seçip iktidara getirmeye “hikmet ve maslahat denilmiş, zalimlere ve bâtıl zihniyetlere boyun eğmek ise, tevekkül ve teslimiyet zannedilmiştir. Bu yanlış ve yozlaşmış değerleri ve anlam bakımından dejenere olmuş kelimeleri yeniden gerçek amacına ve Kur’ani anlamına kavuşturmak ve insanımızı bu kavram kargaşasından kurtarmak ise, ilim ve cihat erbabının vazifesi ve çilesidir.

Öyle ise bu “Kelime”lerin Islahı ve Evrensel boyut kazandırılması lazımdır ve zaten Demokrasi ve Laiklik amaç değil araçtır.

Toplumda beğeni kazanmış ve hatta insanlığın genel beklentisi halini almış bazı doğru “Kelime“ler, kötü niyetli insanlar tarafından yanlış manalarla doldurulup şeytani maksatlar” için istismar edilmektedir. Bugün bunların başında ise “Demokrasi” ve “Laiklik” gelmektedir. Halbuki mesela “Hukuk” kavramının, evrensel kurallara ve beşeri bir icma (evrensel konsensüs) ile kabul edilmiş temel ve tabii esaslara dayanması gerektiği gibi, Demokrasi ve Laikliğin de böylesine genel ve gerekli bazı kurum ve kavramlara uyması lazım gelir.

Nasıl ki, oyun sahalarının ve kale direklerinin boyutlarını ve futbolun kurallarını, Türkiye şartlarına göre değiştirmemiz mümkün değilse, Demokrasi, özgürlük ve insan hakları” gibi kurum ve kavramları da, keyfimize göre eğip bükmemiz, bunları sadece kendimize reva görmemiz, bir çifte standart ve art maksat ifadesidir. Evet, Türkiye’de Demokrasi ve Laiklik açıkça istismar ve suiistimal edilmektedir. Ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara, inandığı gibi yaşama ve İslâm’ın kurallarını uygulama hakkı verilmemektedir.

Türkiye’nin gizli yönetim şekli maalesef bir zamanlar; “Susurluk sistemi”ne, o da, “Derin devlet düzeni”ne, o da Karanlık oda rejimi”ne dayanmaktaydı… Bir başka ifade ile sistem, mafya çetesine, o da medya şebekesine, o da masonluk meselesine bağlanmaktaydı… Yani bu dengesiz düzen, bir ara Kanal7’de görüntülerini izlediğimiz, kestikleri keçi kanını içip şeytana tapan Mason diktatoryasıydı… Yunancada “Demos” halk anlamında, ama “Demon” ise şeytan anlamındaydı. Bunların rejimi “Demokrasi-halk idaresi” değil, “demon-krasi” yani şeytanların hâkimiyeti olmaktaydı. Ve zaten “Susurluk sistemine, mafya meselesine” bulaşmayan ve masonların hâkimiyetine başkaldıran Milli Hareketler ise, sürekli dışlanmaya ve kapatılmaya çalışılmaktaydı. Ardından Mahkemelerin bu haksız ve dayanaksız kapatma kararlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınması, ne hikmetse en çok Batı Kulüpçülerini telaşlandırmaktaydı. Çünkü sahtekârlıkları ve çifte standartları, bizzat tapındıkları Batı tarafından ortaya koyulacaktı.

Evet; kanaatimce, çok kullanılan Demokrasi ve Laiklik gibi “Kelime“lerin artık izahı ve ıslahı gerekmektedir. Yeniden yorumlanması bir ihtiyaç haline gelmiştir. Her türlü istismar ve suiistimalden korunacak şekilde sağlam kalıplara ve tanımlara kavuşturulması icap etmektedir. Bilindiği gibi, toplumların arzuladığı ve ulaşmaya çalıştığı bazı değerleri ve dengeleri ifade etmek için, yeni kelime ve kavramlar türetilmiştir. İşte “Laiklik ve Demokrasi” de bunlardan birisidir.

Laiklik; Devlet düzenini, din adamları sınıfının ve din istismarının güdümünden kurtarmak, farklı din ve mezhep mensuplarının, birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamak”amacını ve anlamını belirten, evrensel bir kurum ve kavram olarak düşünülmekte ve düşlenmektedir, ki bu anlamda güzel ve gereklidir.

Demokrasi iseHalkın her kesiminin, aktif ve etkin olarak yönetime katılması, zorbaların ve devrim yobazlarının köleliğinden kurtarılması ve insan onuruna yakışır bir hürriyet ve haysiyet ortamının hazırlanması”heves ve hayalinin bir simgesi olarak dile getirilmektedir ki bu amaçla önemli ve önceliklidir. Bu iki anlam ve amaç, temelde İslâm’ın ruhuna da uygun düşmektedir.

(İslam’a sokmak için de, ibadetleri yaptırmak için de) Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapkınlıktan apaçık ayrılmıştır…”[3] ve “(Öyleyse) Sizin (bâtıl) dininiz size, Benim (Hakk) dinim Bana (aittir).”[4] ayetleri bu amaçtaki laikliğe,

Onlar Rablerinin (her emrine) icap ederler, namazı dosdoğru kılarlar, (Devlet, Millet ve hükümet) işlerinde meşveret ederler (danışma ve dayanışma sonucu ortak kararla yönetirler.)…  (Olgun ve onurlu mü’minler) Bir haksızlığa uğradıkları (temel insan haklarına tecavüze kalkışıldığı) zaman; yardımlaş(acak ve haklarını koruyacak kurum ve kuralları oluşturmak üzere) birlikte harekete geçenlerdir.”[5] ayetleri ise yine bu anlamdaki demokrasiye uygun görülmektedir.

Ne var ki özellikle ülkemizde, maalesef bugüne kadar laiklik adına bazılarınca din düşmanlığı yapılmış, dindarlar hayattan ve hükümetten dışlanmış, ve laiklik; Dine baskı hükümeti” veya Dine karşı olanların hâkimiyeti” şeklinde uygulanmıştır. İşte, bu yanlış ve haksız uygulamalar yüzündendir ki, laiklik denince bazı kesimlerin kafasında hemen din düşmanlığı algılanmaktadır. Ve yine demokrasi, pek çok ülkede ve Türkiye’mizde, “Diktatörlüğün, saltanat yerine seçimle yürütülmesi… Krallığın Firavunlardan Karunlara (sömürücü sermaye baronlarına) devredilmesi… Mutlu bir azınlığın, demokrat köleler yapılan çoğunluğa hükmetmesi” şeklinde yozlaştırılmıştır.

Bu yanlış ve yozlaştırılmış uygulamalara rağmen “Laiklik ve demokrasi” hâlâ insanlığın ortak hayali ve ideali konumundadır. Yani insanlık din-devlet barışmasını ve farklı dinlerin bir arada yaşamasını, haklı olarak arzulamaktadır. Öyle ise gerçek ilim ve fikir adamlarına gereken, ilahiyatçı yazar ve araştırmacılara düşen, insanlığın bugüne kadar “Laiklik ve Demokrasi” diye arayıp da bulamadığı, arzulayıp da bir türlü ulaşamadığı “değerlerin ve dengelerin” İslâm’da bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır.

Bu ilmi ve insani gerekleri ve bu İslami doğruları ve değerleri ise, bugün insanlığın ortak malı konumunda olan ve herkes tarafından kullanılan ve savunulan “Laiklik ve demokrasi” gibi evrensel kelimelerle açıklamamız daha uygun olacaktır. Yani demokrasi ve laikliği, yeniden yorumlamamız lazımdır. Daha doğrusu bu kelime kalıplarına, ilmi ve insani olan asıl manalarını yerleştirip topluma sunmamız bir ihtiyaçtır. Böylece;

  1. a) Hem zaten bilinen ve peşinen kabul edilen evrensel “kelimeler”le gerçekleri ve insani gerekleri (ihtiyaçları) anlatmamız kolaylaşacaktır.
  2. b) Hem de İslâm’ın “Silm” kökünden barış ve bereket medeniyeti olarak evrensel bir boyut kazanması ve insanlığın ortak değerleri halini alması mümkün olacaktır. Öyle ise bu kelimelerden korkmak ve kaçmak anlamsızdır. Ve zaten insanların bildiği ve benimsediği bazı ortak “kelimeler”le onlara yaklaşmak, Kur’an’ın hükmü ve tebliğin şartıdır.

“De ki: Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek ve müsavi olan bir “KELİME”ye gelin”[6] ayeti bu gerçeği anlatmaktadır. Zira her ne kadar, Yahudi ve Hristiyanlarla Müslümanların Allah inancı ve kavramı çok farklı ise de, en azından Allah’ın varlığını ve ahiret hayatını kabul eden “ortak kelimeleri” bulunmaktadır. Evet bazı Hristiyan ve özellikle Yahudi bilginlerinin Kimi Yahudiler, kelimeleri ‘KONULDUKLARI YERLERDEN’ saptırıp (kaydırarak Hakk Dini değiştirirler…)“[7], doğru kelimelere yanlış kavramlar yüklemiş ve böylece pek çok haksız ve ahlâksız uygulamalara yönelmiş olduklarını Kur’an haber vermektedir. Bu tiplerin İslâm âlimleri içerisinde de maalesef örnekleri görülmekte, Kur’ani kavramlar nefsi heves ve hesapları için, yanlış yorumlanmak ve yozlaştırılmak istenmektedir. Bize düşen o kelimeleri ilmi anlamlarına ve İslâm’ın amaçlarına uygun olarak yorumlamak ve tebliğimizi bu yolla insanlığa ulaştırmaktır. “…Allah, bâtılı yok edip-ortadan kaldırır ve Kendi kelimeleriyle Hakkı Hak olarak pekiştirir (gerçekleştirir)…”[8] ayeti de, bazı gerçekleri, insanlığın bildiği, benimsediği ve ortak değeri haline getirdiği kelimelerle anlatmak gerektiğine izin ve işaret buyurmaktadır. Zaten Allah-u Zülcelal Hazretleri Ki Allah, Hakk olmak (ve her konuda hakem yapılıp başvurulmak) üzere kitabı ve mizanı indirmiş bulunmaktadır.”[9] Bizim inancımıza göre Kur’an, “Mutlak doğrular” manzumesidir. Yani Kur’an asla değişmeyen ve değerini yitirmeyen ölçüler getirmiştir. Her şeyin, bu ilmi ve insani kurallara göre düzenlenmesi ve değerlendirilmesi, insanlığın mutlaka menfaatinedir. Çünkü İslam, tabii ve evrensel olan hayat ve huzur prensiplerini getirmiştir.

Bu nedenle “Laiklik ve Demokrasi” gibi evrensel boyut ve beğeni kazanmış kelime ve kavramları, yozlaşmaktan ve yanlış uygulamaktan kurtarıp, bunların izahına ve ıslahına çalışmak ve ilmi temellere oturtmak hem gerekli hem de güzeldir.

Evet, İslâm insanlar arasında adalet ve hürriyeti gerçekleştirmek için gelmiştir. Bütün peygamberler de bununla görevlidir.[10] Öyle ise Laiklik zulümdür, demokrasi küfürdür” gibi yanlış ve yakışıksız yorumlara girişmek, kolaycı ve kaçırıcı davranışlara yönelmek herhalde zararlıdır ve tebliğ metoduna aykırıdır. Bu nedenle Laiklik ve demokrasi gibi kelimeleri suçlu ve sorumlu tutup savaş açmak veya bunlardan korkup kaçmak anlamsızdır. Hem bakınız, Laikliği “Din karşıtlığı”, demokrasiyi ise “Sermaye Krallığı” şeklinde uygulayan bazı hain ve zalim çevreler “Din, İman, Allah, Peygamber, Hak, Hukuk” gibi İslami ve insani kelimeleri kullanmaktan asla çekinmemektedir! Bu doğru ve değerli kelimeleri, yanlış ve değersiz amaçları için sıkça kullanıp istismar etmektedir. Ve bu mühim ve mübarek kalıpların içini boşaltıp bâtıl ve bozuk manalar yüklemektedir. Öyle ise “Laiklik ve Demokrasi” gibi çağdaş ve evrensel kelime ve kavramlara da, bizim sahip çıkmamız ve bunları ilmi ve insani temel ve tanımlara kavuşturmamız oldukça önemlidir ve gereklidir.

Ancak ne var ki, kendi halkına güvenmeyen, sandıkta tecelli eden milli iradeye saygı göstermeyen despot ve dayatmacı zihniyetlerin, gerçekten demokrat oldukları ve demokrasiyi uyguladıkları hiç görülmemiştir. Zira demokrasi, halkın kendi kendisini idare etmesi, milli inanç ve ideallerini gerçekleştirmek ve yürütmek istemesidir. Bir milleti millet yapan değer ve dinamiklere düşman olanlar, o milletin tercihine ve hür seçimine nasıl saygı göstereceklerdir? Bu kafalar mafya diktatörlerine ve mason biraderlerine asla karşı gelemeyecektir. Bunlar demokrasi diye zulüm ve sömürü düzenlerini yürütmek isteyenlerdir.

Laiklik Tanımlanmalı ve Herkesin Anlayacağı Bir Türkçe ile Yazılmalıdır.

Anayasamızın 24. maddesi laikliğin temel esaslarını ortaya koymaktadır. Ama “muğlak-kapalı”dır ve istismara müsait durumdadır. Oysa Anayasa hükümlerini, okuyan herkesin aynı şeyleri anlayacağı biçimde açık, net ve kesin bir dille ve Türkçe yazılması esastır. Bu nedenle “Laiklik”in 24. maddedeki temel esaslara uygun olarak yeniden ve Türkçe yazılması, farklı kesim ve görüşlerden uzmanların ortak bir konsensüsle ortaya koyacağı bir tanımın hazırlanması, artık zorunlu bir ihtiyaçtır.

  1. Madde;

a- Kamunun değil, devletin,

b- Düzenin değil, temel düzenin,

c- Dini fikriyatı değil, dini hissiyatı,

d- “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz” denilmiştir. Burada; “veya” yerine “ve” kullanılarak, “istismarın, açıkça kötüye kullanmak” olduğu belirtilmiştir. Oysa bugün Laiklik tamamen farklı yorumlanmaktadır. Ve her türlü istismar ve suiistimale açık bulunmaktadır. Hem din istismarcıları, hem devrim simsarları, bu kapalı laiklik maddesini, kendilerine uydurmaya ve baskı unsuru olarak uygulamaya çalışmaktadır.

“Laiklik”in doğum yeri kabul edilen Fransa’da; başörtüsü sorunuyla ilgili tartışmalar üzerine; “Laikliği araştırma” komisyonu kurulduğunu TV haberlerinde dinlemişsinizdir. Yani Fransa bile, Laikliğin ne olduğu konusunda hâlâ net bir tanım yapabilmiş değildir. Zaten dünyanın hiçbir ülkesinde laiklik kavramının kesin ve açık bir tarifi yapılamadığı gibi; adil bir tatbiki de gösterilememiştir. Erbakan Hoca’nın: “Gelin anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tıynetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir.

Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir.

Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir.

Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabiî ki gereklidir.

Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.

Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.

Ancak; Laiklik: Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve adetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa; bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten Laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır. Ve bu açıdan bakıldığında, hâlihazır anayasamızdaki diyanet teşkilatı kurumu, kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır… Ve “devletin temel nizamını kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır!?

Halbuki, hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (Dinsizliktir) ve laubaliliktir. Çünkü böyle yanlış ve tutarsız bir uyarlama ve uygulama:

  • Önce, Devlet-Millet barışını bozacak,
  • Din-Devlet zıtlaşmasını ve çatışmasını doğuracak,
  • Ülkede huzur ve güven ortamını sarsacak,
  • Ekonomiden eğitime, yatırımdan üretime, sanattan kültüre, her yönlü kalkınmayı ve hayırda yarışmayı ortadan kaldıracak,
  • Ve nihayet o ülkeyi, dış güçlerin yarı sömürge sahası; hükümetleri ise, uzaktan kumandalı kuklası durumuna sokacaktır…

Bunun en acı ve çarpıcı örneği ise, maalesef, Türkiye’dir. Nisan 2004’teki ‘Milli Egemenlik ve Siyaset Sempozyumu’ sırasında Sn. Recep T. Erdoğan’ın “Batı’da bir söz vardır: parayı veren akıbetine hâkim olur” ifadeleri; Türkiye’nin, Yahudi bankerlerin IMF garantisiyle verdiği borç paralarla nasıl esir alındığının, bir nevi dolaylı itirafı gibidir. (IMF bir banka değil, Amerikan devleti adına faizli kredileri tahsil etmede kefalet garantisidir.)

Laiklik bahanesiyle, başörtüsüne, İmam-Hatip Lisesi’ne sataşanların… Ve gelişmeleri Kur’ani bakış açısıyla değerlendiren ve doğruyu söyleyenlere savaş açanların, özellikle Batı’ya yaranmak isteyen yönetimler döneminde mantar gibi ve izinsiz olarak çoğalan kiliselere ve masum bir din tebliği yerine, Türkiye’yi sömürgeleştirmeyi amaçlayan misyonerlik faaliyetlerine niye ses çıkarmadıkları üzerinde dikkatle düşünmelidir. Zaten güdümlü hükümetler bu gibi sorunları çözmenin değil, istismar etmenin peşindedir. Ve yine dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Denktaş’ın “Annan Planıyla bağımsızlığımız elden gidiyor” sözlerine karşı: “Hangi egemenlikten bahsediyorsun… Bir kasa portakal satamıyorsun… Ülkende futbol maçları yapamıyorsun!” şeklindeki sömürge valisi tipi talihsiz tepkisi de bu tür hükümetlerin ve faizci-teslimiyetçi ve AB’ci zihniyetlerin, İslamcılık dejenereleri ve demokrasi demagojileriyle ülkemizi ve geleceğimizi hangi karanlık neticelere sürüklemek istediklerinin bir göstergesidir. Öyle ise; acilen ve kesinlikle:

  • Evrensel hukuk kurallarına,
  • Temel ve genel insan haklarına,
  • Toplumumuzun tabii yapısına ve tarihi mirasına,
  • Halkımızın inanç ve ahlâk esaslarına uygun olarak, “Laiklik”in tanımı, ilgili ve ilmi otoritelerce mutlaka yapılmalı ve bu Türkçe tarifi anayasamıza yazılmalıdır. Ki, her önüne gelen, Laikliği keyfince yorumlayıp yozlaştırmasın ve hele bu Laiklik, İslam düşmanlığı şeklinde uygulanmasın…Savcılarımız ve hâkimlerimiz de, hangi temel yasalara ve hangi genel esaslara dayanarak karar vereceği konusunda sıkıntı ve şaşkınlık yaşamasın…

Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Atatürk Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu, o dönemde Türkiye’de yaygınlaşan ve kendi dilleriyle eğitim yapıp Hristiyan kültürünü aşılayan yabancı okulların tahribatından gençliğimizi kurtarmayı ve Milli Eğitim programıyla neslimizi koruma altına almayı amaçlamıştır. Ama ondan sonra gelenler, Atatürk’ün çıkardığı bu yasayı, tam aksine Milli ve manevi eğitim veren İmam-Hatiplere karşı kullanmaya başlamıştır. Aslında Adil bir Düzen’de ve asil bir yönetimde, bütün okullarda, kendi seviye ve statüsünde milli ve manevi değerler en ilmi ve etkili metotlarla öğretileceğinden, bugünkü sıkıntıların çoğu kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Çünkü Adil Düzen bilinen mezhep ve meşrep taassubuyla değil, genel İslami prensipler ve temel insani gereksinimler doğrultusunda hazırlanmıştır. Sünnilerin de Şiilerin de, dindar kesimlerin de kalenderlerin de ortak ihtiyacıdır.

Teokrasi ve Laiklik Farklıdır.

Önce, kısaca “Teokrasi”nin tanımını yapalım. “Teo”, tanrı, ilah manalarına gelir. “Krasi” idare ve yönetim demektir. Batılı anlayışa göre Teokrasi: Tanrıların, yani tabiatüstü varlıkların veya onların vekili olarak ortaya çıkanların, akli, ilmi ve insani hiçbir kanun ve kurala bağlı kalmadan ve hiçbir makama karşı sorumlu tutulmadan, toplumu keyfince yönetmeleri veya daha başka bir deyimle “dine dayalı devlet şekli” demektir. Bu anlamda Afrika ve Amerika yerlilerinin ilkel totem teşkilatları veya Ortaçağ Avrupa’sında hüküm süren, din ve Tanrı adına insanları ezen ve sömüren Kilise yönetimleri, birer teokrasi örnekleridir.

Ve yine tarihte Mısır firavunları, İran, Hint ve Japon kralları, çağımızda ise Lenin, Mao gibi yarı tanrı yerine konulup bir nevi putları dikilen, ilim ve akıl süzgecine gerek görmeden, doğru yanlış her sözü ve her davranışı “kutsal ilke ve ülkü” kabul edilen, hiçbir konuda ve hiçbir şekilde tenkit edilmelerine asla izin verilmeyen önder kahramanların yozlaştırıldığı “sahte kurtarıcıların” kurduğu ve “istismarcıların” ısrarla koruduğu sistemler de, aslında tam bir teokratik düzenlerdir.

İslâm ise, sadece imani ve ahlâki konuları içeren bir “din” değil, aynı zamanda idari, iktisadi, ilmi ve hukuki velhâsıl hayatın her safhasına ait, adil ve kâmil kurallar öngören bir “barış ve denge” düzenidir. Sosyalizmin vaat edip de bir türlü vermediği “sosyal adaleti”, Kapitalizmin amaçlayıp da asla ulaşamadığı hür teşebbüs ve yaygın saadeti; güdümlü demokrasilerde ve hile rejimlerinde asırlardır aranıp da bulunamayan “en geniş hürriyeti ve Milli hâkimiyeti” gerçekleştirecek, can, mal ve namus emniyetini ve tam anlamıyla, din ve düşünce hürriyetini kuracak ve koruyacak olan yegâne Hak din ve hayat disiplini İSLÂMİYETTİR.

Biz, Adil Düzen’in; siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlâki kurum ve kurallarını diğer bütün sistemlerle mukayeseli olarak tartışmaya hazırız. Geliniz gerçeği ve mutluluğu arayan medeni insanlar olarak, ön yargılardan ve şartlanmışlıklardan uzak, aklın ve ilmin ışığında bir karar verelim. İnsanlık olarak aradığımız ve acilen muhtaç olduğumuz “adil ve kâmil” bir düzene, sırf “dini ve ahlâki değerlerden” de yararlanıyor diye karşı çıkacağımıza, bize böylesine gerçek bir saadet ve adalet kurallarını sunan İslâm’a saygı duymamız gerekmez mi? Bütün bu gerçekleri anladıktan sonra, İslâm’ın asla bir teokratik düzen olmadığını, aksine “demokrasinin özü sayılan serbest seçimlere dayalı, milli hâkimiyeti esas alan tam bir hukuk ve hürriyet ortamı hazırladığını” rahatlıkla ve inanarak söylüyoruz. Çünkü İslâm’da, Hristiyanlıktakine benzer, Allah’la kul arasına giren, insanları af veya aforoz edebilen, hiçbir makama karşı hesap vermeyen ve dokunulmazlığı olan bir “din adamı” sınıfı bulunmamaktadır. Ayrıca İslâm düşüncesinde “devleti din adamları yönetecektir” diye bir kural da yoktur.

Hem İslâm düşüncesi dengeli, uyumlu ve irtibatlı bir “kuvvetler ayrılığı”nı kabul ettiğinden; Adalet düzenindeki;

1- İnsanlardaki fikir ve düşünce melekesinin dil vasıtasıyla doğurduğu İLİM kurumlarının;

2- İnsanlardaki inanç ve ibadet gibi hissi ve fıtri duyguları doyuran ve düzenleyen DİN ve DİYANET kurumlarının,

3- İnsanlardaki irade, ihtiyar ve menfaat gibi yetenek ve isteklerin, hakkaniyet ölçülerine göre oluşturduğu EKONOMİ kurumlarının,

4- Ve yine insanlardaki ünsiyet ve ülfet gibi duyguların zorunlu olarak ortaya koyduğu ve hemcinsleriyle olan münasebetlerini adalet ölçüleriyle ayarlayan SİYASET ve YÖNETİM kurumlarının hiçbiri diğerine hâkim veya mahkûm kılınmamıştır. Bu temel kurumlardan her birisi “barış düzeni ve devlet disiplini” içerisinde bir nevi özerk olarak, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütecek, biri diğerine müdahale etmeyecek; devlet ise bunlar arasındaki organizeyi sağlayacak, bunların yetki ve sorumluluk sınırlarını belirleyecek ve hepsi birden toplumun ve insanlığın maddi ve manevi saadet ve selametini gerçekleştirmek için çalışacaklardır.

Bütün bu gerçekler ortada iken, hâlâ İslâm’la teokrasi’yi aynı görenler: 

1- Ya İslâm’ı bilmiyorlar, Onu Hristiyanlık gibi bir din zannediyorlar.

2- Veya bilerek ve maksatlı olarak insanları korkutmak ve kaçırmak için İslâm’a “teokrasi” diyerek iftira ediyorlar.

3- Ya da açıkça İslâm düşmanlığı yapamayan münafıklar bazı çevrelere hoş görünmek, halkı da ürkütmemek için “teokrasi” gibi bulanık kavramların arkasına sığınıyorlar.

Adil Düzen’de bu dört temel müessese (ilim, idare, iktisat ve diyanet) bir vücutta âhenk içinde çalışan değişik organlar gibidir. Nasıl bir vücuttaki sindirim, solunum, dolaşım ve boşaltım sistemleri, duyu ve hareket organlarından her biri, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütüyor, asla birbirine mâni olmuyor, ortak bir beyin ve sinir sisteminin kontrol ve komutasında o vücudun hayat ve huzuruna hizmet ediyorlar. Bunun gibi, adil bir devlet düzenindeki müesseseler de böyle bir irtibat ve intizam içinde hareket ve hizmete mecburdurlar.

Evet, gerçek ve gerekli bir din ve düşünce özgürlüğünü sağlayan ve bu manadaki laikliği savunan tek din ve disiplin İslam’dır. Kur’an; “(İslam’a sokmak için de, ibadetleri yaptırmak için de) Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapkınlıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu (İslam dışı sistemleri ve zalim kişileri terk ve inkâr ederek) tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur (Kur’an’a tutunanların mahrum ve mahcup olma endişesi kalmamıştır)…”[11] buyurmakla, İslâm’daki laiklik anlayışının temel ilkelerini ortaya koymaktadır. Dinde zorlama yoktur” hükmüne göre:

a- Başka dine mensup bulunan veya dinsiz olan kimseleri ölüm, hapis, işkence, açlık, işten atma, sürgün etme, en tabii insan haklarından mahrum bırakılma gibi tehditler ve korkutmalarla onları zorla din değiştirmeye veya İslamlaştırmaya hakkımız olmadığı gibi,

b- Adil barış düzeni içinde, İslâm dinine mensup Müslümanların herhangi bir mezhep, meşrep ve tarikata girmeleri veya çıkmaları hususunda da zorlama ve baskı yapma hakkımız da bulunmamaktadır. Çünkü insanlar anlayarak, inanarak, benimseyerek ve isteyerek bir dine veya mezhebe girerlerse bu hem kendileri hem de çevreleri için yararlı ve verimli olur. Fakat dış baskılar ve korkularla Müslüman görünenler ise, gerçekte münafık olur ki, bu tipler toplum için baş belasıdır. Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen ve her din ve düşünceden insanların birlikte yaşama düzeni ve dengesini oluşturan “barış ve adalet devletinin” kanun ve kurallarına uymak, fitne ve anarşi çıkarmamak ise, zaten herkesin bilmesi gereken bir husustur.

Bazıları; Laikliği laçkalaştırmayı, din istismarını meşrulaştırmayı ve Batı’nın dayattığı Ilımlı İslam safsatasıyla dinimizi de, demokrasiyi de yozlaştırmayı amaçlayan kurusıkı ve kasıtlı çıkışlar yapmaktadır. Ve tabi bu konulardaki duyarlılıkları ve tutarlı uyarıları da anlayışla karşılamalıdır… Ancak, “Laiklik” kavramını ve ilgili kanunları:

  1. a) Gizli İslam düşmanlığına bahane yapmaktan,
  2. b) Gereksiz kuruntu ve kuşkularla, dindar Müslümanları suçlamak ve sıkıştırmaktan,
  3. c) Aslında sosyal adaleti, toplumsal dengeyi, dayanışma ve yardımlaşma düzenini, karşılıklı saygı ve sevgi düşüncesini, devlete ve kanunlara itaat disiplinini öngören ve yerleştiren İslam dinini, sadece kişilerin vicdanına ve iç dünyasına hapsetme dayatmasında bulunmaktan (ki hem insafsız hem imkânsız ve hem de zaten yararsız bir tavırdır).
  4. d) TemeldeDin hizmetleriyle, Devlet işlerini birbirinden ayırmak”esasına dayalı Laikliği; “Devletin, dini kendi güdümüne alıp güdükleştirmesi, hem Cenab-ı Hakk’ın iradesine, hem de Müslüman halkın hür tercihine müdahale etmesi” şeklinde algılamak ve uygulamaktan kurtulmak için, laikliğin ilmi ve hukuki bir tanımının yapılıp, Anayasaya ve kanunlara konulması lazımdır ve bu yöndeki teklif ve temenniler olumlu bir yaklaşımdır. Böylece hem vatandaşların, hem devlet kurumlarının hem de yargıçların haklarının ve sorumluluklarının çerçevesini bilmesi kolaylaşacaktır.

Anayasa metinleri ve kanun maddeleri, bütün vatandaşların rahatlıkla okuyup kavrayacağı ve aynı şeyleri anlayacağı sadelik ve netlikle olmalıdır. Oysa bizdeki “Laiklik” kavramını vatandaşların çok büyük çoğunluğu anlayıp anlatamadığı gibi, bu konudaki uzmanlar bile ortak bir kanaate varamamaktadır. Üstelik Anayasamız, Resmi Dilimizin Türkçe olmasını şart koşmaktadır…

Cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramların, adı aynı ama tadı çok farklı onlarca çeşit uygulamaları olduğu gibi, Laikliğin de genelde üç türlü ve birbirine aykırı algılamaları vardır:

1- ATEİST LAİKLİK: Çöken komünist Rusya’da olduğu gibi, her türlü dini inanış ve yaşayışı, hem devletten, hem mabetten, hem aileden ve hatta fert fert beyinlerden dışlama ve yasaklama anlayışıdır. Ve tabi çok kısa zamanda çürümek ve çökmekle sonuçlanmıştır.

2- BİZANTİNİST LAİKLİK: Dini kavram ve kurumları, devletin kontrolüne ve hizmetine uygun olarak kısıtlama ve basit bir inanç olarak kullanma mantığı ve münafıklığıdır.

3- REALİST LAİKLİK: İlmi gerçeklere ve insani değerlere uygun şekilde:

a- Din işleriyle devlet hizmetlerinin birbirine karıştırılmadığı,

b- Din ile devletin birbirine düşman olup çatışmadığı ve zıtlaşmadığı,

c- Din ve devletin barıştığı ve her birinin kendi sahasında vatandaşa hizmet yarışı yaptığı en doğru ve dürüst yaklaşımdır. Türkiye’de biz Milli Görüşçülerin ve Adil Düzencilerin savunduğu işte bu ilmi ve insani anlayıştır. Yani amaç insandır. Din de, devlet de insana hizmet için birer araçtır.

1920, 1924 Anayasaları ve Değişim (Tadil) Aşamaları:

Milli Mücadelenin başlamasından ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da B. M. Meclisi’nin açılmasından sonra yeni bir anayasa ihtiyacı belirmiştir. 20 Ocak 1921’de meydana getirilen anayasa (23 madde ve bir münferit madde) bu ihtiyacın eseridir. Bu anayasaya göre: “Hâkimiyet milletindir. Teşrii ve İcrai (Kanun ve Yürütme) yetkiler Meclisin elindedir. Devlet B.M.M. tarafından idare edilir. B.M.M. hükümeti ismini taşır.” Bu anayasada laiklik prensibi yer almamış, devletle din, bir bünyenin müşterek organları ve ihtiyacı kabul edilmiş, “Şer’i hükümlerin tenfizi” salahiyeti de B.M.M’ye verilmiştir.

1922’de padişahlığın kaldırılmasından ve seçimlerin yenilenmesinden sonra, 1921 anayasasını tadil edilen bir kanunla 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, “Meclis hükümeti sistemine” son verilmiş, ancak devletin dini maddesi muhafaza edilip, aynen kalmıştır.

1924’te Halifeliğin kaldırılmasını müteakip, 20 Nisan 1924’te yeni bir anayasa meydana getirilmiş ve bu anayasa 37 yıl bazı tadillerle (düzeltme ve değiştirme) yürürlükte kalmıştır.

1924 anayasasına göre “kuvvetler birliği” esas alınmış, teşrii ve icrai yetkiler Meclis’te toplanmış, teşrii salahiyetin bizzat Meclis, icrai salahiyetin de Meclisçe seçilecek bir Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği vekiller heyeti (Bakanlar Kurulu) tarafından kullanılması anayasada yer almıştır. Bu anayasada ilk önemli değişiklik 1928’de yapılmış, “DEVLETİN DİNİ İSLAMDIR” ve “Akam-ı şeriyenin tenfiz” fıkraları çıkarılmıştır. 1934’te kadınlara da seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

1937’de ve Atatürk’ün artık hastalığı ile uğraştığı ve devlet denetiminin ucunu kaçırdığı bir dönemde CHP’nin ilkeleri anayasaya alınmış, 2. madde “Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” şeklinde yazılmıştır. 10 Ocak 1945’te 1924 anayasasında Türkçeleştirme yapılmış, fakat 1950’den sonra tekrar eski anayasa metnine sahip çıkılmıştır.

1946’da demokratik hayata girmemizden sonra 21 Şubat 1950 seçim kanunu hukuk tarihimizin ilk önemli yapıtı olmuş ve aynı yıl seçimler nispeten serbestlik ve emniyet içinde yapılmıştır.

Adil ve Kâmil Bir Anayasanın Hazırlanması ve Temel Esasları:

1- Hüküm = hâkimiyet kimindir? Krallardan ve kurtarıcılardan birinin midir, yahut muayyen bir zümrenin midir, yoksa bütün milletin midir?

2- Devletin tasarrufunun sınırı nedir? Hangi duruma kadar ülkenin sakinleri devlete itaat edecektir, ne zaman kendi doğal haklarını ve sorumluluklarını kuşanma gereği devreye girecektir?

3- Devletin muhtelif organlarının: İcrai (Yürütme), Kazai (Yargı) Teşrii (Kanun yapma) tasarruflarının meşru hudutları nelerdir? Bu organlardan her birinin yerine getireceği vazifeleri nelerdir? Hangi hudut dâhilinde bu vazifeyi ifa edebileceklerdir? Bu organlar arasındaki münasebetler nasıl olmalıdır ve ne şekilde belirlenir?

4- Devlet ne maksatla meydana gelmiştir? Hangi hedefler için gayret gösterecektir, esas prensiplerde siyaseti ve stratejisi nedir?

5- Devlet teşkilatını yürütebilmek için hükümet nasıl teşkil edilecektir?

6- Hükümet işlerine tayin edilecek kimselerin ehliyet ve kaliteleri nelerdir? Yetki ve sorumlulukları nasıl dengelenir?

7- Anayasada vatandaşlık esasları nelerdir? Devletin bünyesinde fertler, hangi yolla vatandaşlık sıfatını elde edecektir?

8- Devletin vatandaşlara karşı yükümlülükleri, vatandaşların devlete karşı görevleri, hangi kriterlere göre belirlenecektir?

9- Devletin halkın (vatandaşların) üzerindeki hakları nelerdir?

Bir anayasanın Adil ve Kâmil olması için;

1- Milletin iradesine,

2- Evrensel Hukuk kaidelerine,

3- Temel insan hak ve özgürlüklerine,

4- Farklı kültür ve kökenlerin beklentilerine,

5- Dini ve ahlâki değerlere saygın ve uygun hazırlanmalıdır.

Bu genel ve temel esaslar yanında teknik olarak da, mutlaka: Açık, anlaşılır, kısa ve kesin bir dil kullanılmalıdır. Toplumun kültürüne ve tarihine yabancı, kapalı ve karmaşık kelime ve deyimlerden çok farklı yorumlara ve aykırı yaklaşımlara müsait kavram ve ifadelerden kesinlikle sakınılmalıdır.

Şimdi, Anayasamızın başında “Resmi dil; Türkçe’dir” denildiği halde, “Laiklik” gibi; muğlak (kapalı, çapraşık ve anlaşılmaz) ve muğalatalı (yanıltıcı, karıştırıcı) bir yabancı kavram yerine, bunun aslına ve amacına uygun Türkçe karşılığını yazalım, önerisine, hemen tepki gösteren ve tepinen kesimlerin, mutlaka bir art niyeti olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki “Laiklik” kavramını, Müslüman halkımıza, temel insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına aykırı olarak, istismar ve suiistimal etmek isteyenler vardır.

Bazı AKP’liler aslında laiklik maddesinin bu şekliyle kalmasından yanadır, ama sanki “kalksın ve açıklığa kavuşturulsun” diye sadece istismarıyla uğraşılmaktadır gibi bir tavır takınılmaktadır. Yani böylesine önemli ve hassas bir konu ucuz politika ve palavra malzemesi yapılmaktadır. Ve maalesef bazı CHP’liler ise, din ve vicdan özgürlüğünden ve İslam’ın özünden korkmakta ve sanki “Anayasaya, Laikliğin tanımı ve kapsamı yazılırsa, İslam karşıtlığımıza bir kılıf bulamayız” diye gocunmaktadır.

Özet olarak: Maalesef Türkiye ve İslam ülkeleri, demokrasi, laiklik ve insan hakları konusunda Batı’nın ve çağın gerisinde kalmıştır. Batı ve çağımız ise, İslam’ın ve Asrı Saadetin çok gerisinde bulunmaktadır.

Laiklik ve Atatürk’ün Bakış Açısı

Laiklik ilkesini ve hele bugünkü tatbikat ilkelliğini Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına koyan Atatürk değil İsmet Paşa olduğu gerçeği, kasıtlı olarak milletten gizlenmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Atatürk Laikliğin Din ve Millet aleyhine kullanılmasından endişe etmektedir. Atatürk’ün 3 ciltlik “Nutuk” kitabını baştan sona okuyunuz. Tek bir yerde “Laiklik” kelimesine rastlayamazsınız. Özel mektuplarını, söylevlerini, değişik konulardaki görüşlerini derleyen bütün yayınları karıştırınız. Atatürk’ün laiklikle ilgili hiçbir beyanını bulamazsınız. Bulamazsınız çünkü yoktur…

“Laikliği”, Recep Peker’le anlaşarak 1936 yılında CHP programına sokan, Atatürk’ün sirozun pençesine düştüğü 1937’lerin sonunda ve masonik mahfillerin etkisinde kalarak Anayasaya yazdıran İsmet İnönü’dür. Kendi can derdine düştüğü o dönemlerde Atatürk, bu tür oldubittilerle uğraşacak veya karşı koyacak durumda değildir. Her hususta Batı’yı örnek alan taklitçilerin, Laiklik konusunda bize özel garip ve acayip bir uygulamayı tercih etmeleri, bunların gerçek ayarını göstermesi bakımından anlamlı ve önemlidir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün;

“Durumumuzu düzeltmek için, mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işlerimizi onların arzusu istikametinde yapmak ve her hususta onların peşine takılmak gerektiği gibi yanlış ve hayırsız fikirler ileri sürülmektedir. Halbuki, böyle sadece yabancıların öğütleri ve projeleri ile yükselebilmek mümkün değildir. Mali (ekonomik) bağımsızlık olmadan, siyasi ve milli bağımsızlık göstermeliktir.” (1922)

“Biz gidişatımızı ve toplum hayatımızı yabancıların tavsiye ve takdirlerine uydurmak gerektiği görüşünü bir zillet ve zafiyet kabul ediyoruz…”“Avrupa’nın en ileri devletleri, Osmanlı Türklerinin gerilemesi ve çökmesi sayesinde ortaya çıkmış ve güç kazanmışlardır. Batılılar bugünde; kendi kârlarını Türkiye’nin zararından ve hatta yıkılmasında aramaktadır. Ve Türkiye’yi yıkma konusunda, kendi aralarındaki çekişmeleri bırakıp, ittifak kurmuşlardır.Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bazı bahanelerle müesseselerimize, mekteplerimize, ticaret ve sanayimize sızmışlardır.

Unutmayınız ki, himaye altına giren bir ülke gerçek hâkimiyetini kaybetmiş sayılır. Bağımsızlık ve egemenlik bir bütündür. Siyasi, iktisadi ve içtimai her yönden bağımsız olmayan bir devletin geleceği karanlıktır.”[12]

Şeklindeki kesin ve keskin uyarılarını göz ardı eden sahte Atatürkçülerin, AB’ye ve ABD’ye teslimiyet yolundaki gayretleri de, tam bir karakter hamlığı ve kabiliyet noksanlığıdır.

Oysa Atatürk; Laik Müslümandır! Atatürk Maturidi Meşrepti ve Nakil ile Aklı (Kur’an ile ilmi hakikatleri) özdeşleştiren birisiydi!.. Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan, bir mülakatında: “CHPnin laiklik konusunda Atatürkçü Doktrin’den belirgin bir sapma göstermiş olduğunu” söylemişti.

Aktan, Mustafa Kemal’in İmam Maturidi anlayışında olduğunu, Biz amelde Hanefi, İtikatta Maturidiyiz” sözlerini Meclis kürsüsünden Seyit Bey’in yaptığı konuşmaya koydurmasıyla ilan ettiğini belirtmişti. Bu konu oldukça ilgi çekmiş ve basında çok gündeme gelmişti. Örneğin, “her şeyi bilen adam havasındaki Taha Akyol, böyle bir konuşmayı Mustafa Kemal’in yazdırdığına pek kani olmadığını ifade etmiş sonra da, “Türkiye’nin liberal laikliğe ihtiyacı vardır”, gibi masonik ve münafık tavırlar sergilemişti.

Şimdi cahillikle ve ideolojik saplantıları ile konuşup yazanları bir yana bırakırsak, öncelikle Mustafa Kemal Atatürk’ün aynen Gündüz Aktan’ın ifade ettiği gibi Maturidi Meşrebini tercih ettiğinin ve laiklik müessesini bu düşünceye göre inşa etmek istediğinin bir başka kanıtı da Kur’an meali yazdırmasında görülmektedir. Mustafa Kemal Atatürk kişisel harcamalarından bir bölümünü ayırarak, bugün Türkiye’de en yaygın tefsir olarak bilinen Elmalılı Tefsirini kaleme alan Hamdi Yazır’dan bu meşhur eseri çalışmasını istemiştir ve bu tefsir için kontrat yapıldığı da bilinmektedir. Mustafa Kemal Atatürk, bu kontratın maddeleri arasına, ‘Bu tefsir, Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadı üzerine kaleme alınacaktır,’ maddesinin konulmasını bizzat talep etmiştir. Sonraki yıllarda Diyanet İşleri Başkanlarının Maturidi ekolden seçilmesi de bir tesadüf değildir.

Maturidi’liğin; bugünkü katı ve kapalı yönetimleri, hatta bazı anarşist hareketleri besleyen taklitçi ve gelenekçi ekollerden temel farkı, “laikliği İslam içi kaynaklardan üretmeye başlamış bulunması” olarak gösterilebilir… İslam düşüncesi içinde dini öğrenme unsurlarını iki temelde “nakil ve akıl” olarak ifade eden İmam Maturidi, bu iki kaynağın her birine de son derecede önem vermiş ve birbirlerini doğrulaması şartını benimsemiştir. Nakil, Kur’an ve Sünnet’i içermiş; Akıl ise, ilmi ve insani ölçüler temelinde özgür bireyin özgür sorgulama yeteneğini ifade etmiştir. Bu kapsamda, göreceliliğin de önemine binaen İmam Maturidi, yapmış olduğu Kur’an tefsirine ‘tefsir’ (açıklama) ismini koymaktan çekinmiş, te’vil kelimesini seçerek, “yorumlardan biri” ifadesini tercih etmiştir. Maturidilere göre, iyi-güzel (hüsün) veya kötü-çirkin (kubuh) akıl ve vicdan yoluyla bilinir ve bir nevi fıtridir. Dolayısıyla bir şey; iyi-güzel olduğu için Allah tarafından emredilmiş, kötü-çirkin olduğu için de yasaklanıvermiştir.

Atatürk Laikliği Nasıldır?

Bugün “Dindar insan laik olabilir mi?” diye soruluyor. Evet, olabilir. Bunun en iyi örneğini İmam Maturidi ortaya çıkarmıştır. İmam Maturidi 850-950 yılları arasında Semerkant’ta yaşamış büyük bir din adamıdır. Türk asıllı bir dehadır. Örnek ve önder bir Müslüman’dır. O, diyanetle siyasetin ayrılmasını savunan ilk kişi olmuş ve “Kur’an’ı bize yollayan Allah’tır. Kur’an’ı anlamak için insan aklını yaratan da Allah’tır!” diyerek aklın önemini ve gereğini vurgulamıştır. Onun içtihat sisteminde ve teolojisinde (Dini değerlendirmelerinde ve İslam düşüncesinde) aklını kullanan ve aynı zamanda da inanan birey vardır. İyilik ve kötülük sizin iradenizledir. Suçu kaderinize yüklemeyin.” buyurmuşlardır. O, yanlış kader inancına karşı çıkmış, insana sorumluluklarını, yaratılış ve imtihan sırrını hatırlatmıştır. Evet her şeyi Allah yaratmaktadır, ama insanlar kendi serbest irade ve ihtiyarları nedeniyle elbette yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.

İmam Maturidi’ye göre, toplumun veya devletin din konusunda bireye baskı yapması yanlıştır ve haksızdır. Onun içtihat felsefesi tümüyle demokratik ve laik topluma uymaktadır. Atatürk’ün laikliği de işte bu Hanefi ve Maturidi çizgiyi esas almaktadır ve Kur’an’ın özüne dayanmaktadır. Bu “dindar birey, laik devlet” anlayışıdır. Atatürk’ün takipçisi iddiasındaki bazı Kemalistler ise maalesef henüz dindarlıkla laikliği bağdaştıramamıştır…

Eski CHP’li ve sol düşünceli olmasına rağmen bir ara MHP’den aday olan Emekli Büyükelçi ve yazar Gündüz Aktan; Kur’an’ın hakikati ve hükümleri, İslam’ın hedefi ve hikmetleri konusundaki bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bazı yanlış yorumlar yapsa da, Atatürk’ün Maturidi mezhebini esas alan, aklıselimin ve müspet ilmin hakemliğini öne çıkaran bir yaklaşımlaMüslüman kimlikli ve dindar kişilikli Laiklik” prensibini benimsediği ve İsmet İnönü eliyle bu gerekli ve gerçekçi felsefenin dejenere edilip, dini dışlayan ve İslam düşmanlığına dayanan bir laiklik anlayışının yerleştirildiği hususundaki tespitleri oldukça yerinde ve anlamlıdır.

Çünkü Atatürk’ün hedefi: İslam’ın da özüne ve hikmetine uygun olduğu gibi; toplumun hür tercihi ve tensibiyle Milli iradenin oluşmasını sağlamak; inançlı ve ahlâklı kalarak, Laik ve Demokratik bir barış ve adalet düzenini oturtmak; dinini, dilini ve Milli kimliğini koruyarak muasır medeniyeti yakalayıp aşmak; böylece her yönden bağımsız, kalkınmış ve örnek alınmaya başlanmış Büyük Türkiye hayaline ulaşmak yönündedir.

Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın LAİKLİK anlayışı da bu doğrultudadır:

“Müslümanlığın bizatihi kendisi laiktir. Açın Sultan Fatih’in İstanbul’un Fethinin arkasından çıkardığı beyannameyi, okuyun; Galata’daki Cenevizlilere dahi: “Bütün haklarınız benim teminatım altındadır. Her türlü inanç hürriyetine sahipsiniz. Patrikhane her türlü hizmetine devam edecektir!” demiştir. Hz. Ömer Efendimizin Kudüs’ü fethettiği zamanki beyanatına bakın: “Herkes kendi dininde serbesttir. Her inanç sahibi kendi ibadetini muntazam yapacak, rahatlıkla yerine getirecektir. Sizin koruyucunuz benim!” demiştir. Selahattin Eyyubi Kudüs’ü aldıktan sonra aynı şekilde: “Hepinizin inancının teminatı benim!” demiştir. Bizim tarihimiz hep bunlarla doludur, dünya âlem buna şahittir. Bunun için Müslümanlık içindedir bizzat laiklik. Aslında Müslümanlık varken ayrıca laiklik diye bir şey aramanız bile gereksizdir. Müslümanlık her zaman, herkesin dinine saygı göstermiştir. Bakınız Müslümanlıkta hiçbir zaman, şahısların Dine ait kurallara aykırı hareket etmesiyle ilgili bir ceza-i müeyyide getirilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki tane nizam vardır. Bir “Genel İnsanlık Nizamı”. Bu genel insanlık nizamında müsaade edilenler var, yasak edilenler var. Yasak edilenler nedir; adam öldürmek, yalan yere şahitlik etmek, çeşitli ahlâksızlıklara yönelmek, ırz ve namusa tecavüze yeltenmek; bütün bunların hepsinin ve her din için eşit oranda cezası vardır. Ama namaz kılmamışsa bunun bir cezası yoktur, çünkü bu Allah’la kul arasındadır. Ancak bu durumda Müslümanlar için tavsiye vardır, o da tatlı dille yapılacaktır. ‘Namazını kılarsan yarın şu sevabı alırsın’ diye uyarılacaktır. Müslümanların yapacağı işlerin adı “Helâl”, yapmayacaklarının adı “Haram”dır. Herkesin yapacağı işin adı “Maruf”, yapmayacağı işin adı “Münker” olmaktadır. İki ayrı sistem tarif edilmiştir.  Maruf ve Münker’de ceza vardır. Çünkü herkesi bağlayıcıdır ve temel insan haklarıyla alâkalıdır. Hangi dinden olursa olsun adam öldürmeye kalkışırsanız, zina yaparsanız, yalan yere şahitlikte bulunursanız, hırsızlık yaparsanız cezasına katlanırsınız. Ama namaz oruç vs. Müslümanlara ait şahsi ibadetleri terk etme gibi hususlara gelince, bunların dünyalık cezası konulmamıştır. Bunlar tavsiyeyle, telkinle, tatlı dille, kavli leyyinle anlatılacaktır. Bundan dolayı eğer Milli Görüş okulundan ve arka kapıdan kaçıp top oynamazsan, o zaman bilirsin ki Müslümanlık, laiklikle tamamen bir aradadır, hiçbiri arasında tezat bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki bizim elli senelik geçmişimizde, Anayasanın Laiklik maddesiyle değil, bu maddeye aykırı hareket edilmesiyle mücadele ettiğimiz ortadadır.”[13]

[1] Zümer: 3 – 4

[2] Nisa: 172

[3]  Bakara: 256

[4]  Kafirun: 6

[5]  Şura: 38-39

[6] Al-i İmran: 64

[7]  Nisa: 46

[8]  Şura: 24

[9]  Şura: 17

[10]  Şura: 15

[11] Bakara: 256

[12] Bak: ATO. Vatanseverin el Kitabı:2 / Dünden Bugüne Kapitülâsyonlar. Sh.127–130

[13] Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Hocamızın Kanal B’de Başkent Oturumları Programının 1:34:10 dakikasında (04 TEMMUZ 2007 Çarşamba)… Kaynak URL: http://www.necmettinerbakan.net/page.php?act=videoGoster&videoID=640&name=ba-kent-oturumlar-04-Temmuz-2007-ar-amba-kanal-b-

 

LAİKLİK KALSIN, AMA AÇIKLANSIN

 

“Laiklik kalkmalıdır!”, dedi zavallı

Tükürdüğün yaladı, ucuz kahraman!

Kafaları kiralık, lafı zırvalı

Zoru görünce caydı, uyuz kahraman!

  

Kof riyakârlık yapma, sayın İsmail

Stratejik ortağınız, siyon İsrail

Din: Hak hukuktur, sanma; şekil şemail

Vatikan’da kutlandı, toyuz kahraman!

  

Bak Başın, Başbakanın; Seni yalanlar

Pür telaşa kapıldı, geri kalanlar

Reklam ve palavradır, böyle planlar

Zina serbest, çoğaldı; boynuz kahraman!

  

Irak Libya Suriye, milyon hicrandır

Sayenizde mahf oldu, nasıl vicdandır

Tüm derdiniz dünyadır, makam cüzdandır

Çün kesildi hidayet, suyuz kahraman!

  

Brüksel kıblenizse, New York Kâbe’niz

Size izin verir mi, Haçlı AB’niz

Adil Düzen savunmaz, ağabeyiniz

Milli Görüş’ten kaçan, huysuz kahraman!

  

Devlet her Dine eşit, adil olursa

Aklı ilmi ve vahyi, ölçü alırsa

Anayasa konsensüsle, hazırlanırsa

O zaman kalır mı hiç, nursuz kahraman?

  

Devlet Dine müdahil, olmak haramdır

Her kesime kolaylık, hayra varandır

Laiklik açıklansın, sinsi kavramdır

Uyanın ki kazılır, kuyuz kahraman!

  

Önce faizi kaldır, zulmün anası

Kapansın kötülüğün, küfrün vanası

Arslanlara özenmiş, tarla danası

Eğitmekle olur mu, kunduz kahraman?

  

Hayrın özü İslam’dır, hem cumhuriyet

Zalim hariç herkese, huzur hürriyet

Dinsiz edepsiz nesil, bozuk zürriyet

Bak Kur’an’a saldırır, soysuz kahraman!

  

Dinsizliğe Laiklik, kılıfı saran

Şu İslam’a kin kusan, mü’min ısıran

“G…ün yeterse…” diye, esip fossuran

Havlamaya başladı, kuduz kahraman!

  

Not: Son dört kıtası Din düşmanlarına, diğerleri Din istismarcılarına ithaftır.

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi