Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN'A Hastanedeyken 'nasılsın?' diye Sorduk.
'MİLLETİM 600 TL ASGARİ ÜCRET ALIYOR KOMAYA GİRMEDİĞİME DUACIYIM' DEDİ..
SADECE; 'SUSTUK'…!
ERBAKAN’I ANLAMAK… YA DA ANLAYAMAMAK…
Erbakan Hoca, 42 sene evvelinden:
“Önce Ahlak ve Maneviyat, Sonra Ağır Sanayi ve Yaygın Kalkınma!.”
“Uydu Değil Lider Ülke; Yeniden Büyük Türkiye!”
“Denenmiş Denenmez, Batıldan Hayır Gelmez; MSP Pişman Etmez!.”
“Yeni Devir: Milli Görüş; Kutlu ve Mutlu Yürüyüş!.”
“Ortak Pazara (şimdiki AB’ye) Uşak, masonlara Maşa Olmamak İçin…”
“Zafer İnananlarındır ve Zafer Yakındır!”
Gibi sloganlarla yola çıkmış, bu haklı ve hayırlı davasından asla caymamış ve o tarihten bugüne bütün gelişmeler O’nu haklı çıkarmıştır.
Zalim ve Hain olanlar, O’nu çok iyi anladıkları; gafil ve cahil olanlar ise, O’nu anlayamadıkları için sürekli karşı koymuşlardır.
Değerli yazar ve fikir adamı Ahmet Küçükağanın; “Erbakan’ı Anlamak… Ya Da Anlayamamak…” yazısını biraz özetleyip düzenleyerek okurlarımızla paylaşmak istiyoruz:
“Erbakan’ı iyi anlamak için gerçekten inanmış ve idealist olmak gerekir. Büyük idealleri olmayanlar, hayatı gündelik işlerden ibaret sayanlar; ya da egoistçe sadece kendini düşünen ve ikbal peşinde koşanlar, onu anlamakta zorluk çekmektedir.
Erbakan’ı anlamak, insanlığı düşünmeyi gerektirir. Kendinden ziyade, ülkesini, hatta insanlık âlemini düşünmeyenlerin, yeryüzünde adalet ve hakkaniyet olsun diye dertlenmeyenlerin, onu anlaması mümkün değildir.
Ve Erbakan’ı anlamak için heyecan sahibi olmak lazım gelir. Heyecanı olmayan, rahatına ve dünya hayatına tapınan, coşku taşımayan ve ideal insanlık aşkını yaşamayanların da onu anlayabilmesini beklememelidir.
Neden bu başlıklarla yazımıza girdik?
Bu sorunun cevabını iyi verebilmek için biraz eskilere gitmemiz lazımdı! Örneğin 1969 yılına… O yıllarda Almanya ve Japonya, 2. Dünya savaşından yenik çıkmalarının ardından kalkınma hamlelerine başlamışlar ve yerle bir olan ülkelerinin külleri arasından yeni bir uygarlık kurmanın heyecanını yaşıyorlardı. Hem heyecanını yaşıyorlardı, hem ülkelerinin kalkınma hedeflerine kilitlenip, halklarının gelecekteki refahlarına odaklanmışlardı. Ne varki onların ideallerinde dünya ve dünya insanlığı değil, kendi ülkeleri ve ülkelerinin insanları vardı. Kalkınma olmadan güç, güç olmadan da özgürlük olmayacağını biliyorlardı. Türkiye ise son savaşını yapalı 50 yılı aşmıştı.
Son savaşını kazanmıştı, ama özgürlük için gerekli olan kalkınmasını başaramamış ve güç sahibi olamamıştı. Demek ki savaş kazanmakla iş bitmiyordu. Hatta savaş kaybetmekle de… Biz kazanmıştık, ama kaybetmiştik. Onlar kaybetmişlerdi, ama kazanmaya odaklanmışlardı. Biz kazanmıştık, ama kazancımızı maddi manevi kalkınma ile tamamlayamamıştık, Onlar kaybetmişlerdi, ama kısa zamanda kalkınarak güç sahibi olmuşlar ve kazanmışlardı.
Bir yanda, savaştan harap şekilde çıkmış, kalkınma ideal ve heyecanını yaşayan iki ülke vardır, diğer yanda elli yıldır savaş yapmamış, ideali sadece devrimlerin yerleşmesine odaklanmış bir Türkiye vardır. Almanya, Türkiye’den 25 yıl sonra savaştan çıkmasına rağmen kalkınma hedef ve ideallerini yaşıyor ve üstüne üstlük Türkiye’den de insan gücü istiyordu.
Almanya ve Japonya yerle bir edilişlerinin 15.yılında kalkınma hamlesini gerçekleştiriyordu.
Türkiye ise, elli yıl geçmesine rağmen o yıllarda hala devrimcilik simsarlığı yapıyor, Atatürk’e rağmen uydurulan Kemalizm nutuklarıyla halkının beynini yıkamaya çalışıyordu.
Aslında ‘lafla peynir gemisi yürümez’di ama zorla yürütülmeye çalışılıyordu.
İşte öylesi bir dönemde Erbakan çıkıyordu ve “Türkiye’nin onlardan hiçbir şeyi eksik değil, hatta fazlası var” diyordu.
Tam elli yıldır böylesi milli hedef ve hamlelerden habersiz bırakılan bir toplumda, elbette bir kısım kimseler ve çevreler bu sözleri anlamakta zorluk çekiyordu.
Köleleşmiş zihniyetler, ideal ve heyecanı bitirilmiş kitleler, elbette çaplarından büyük sözler ve düşünceler karşısında gülme krizine giriyordu. Öyle de olmuştu. Çünkü büyük ideal ve hedefler, ancak büyük beyinlerce açıklanabiliyordu ve çok az insan bu büyük idealleri anlayabiliyordu.
Anlama özürlü kesimler ve kitleler, bu idealleri hayal sanıyorlardı. Onlara göre ‘büyük dost ve müttefikimiz’, ihtiyaçlarımızı karşılayacaktı. Bu risklere girmeye ne gerek vardı? O ‘büyük dost ve müttefikimiz’ ‘atı alıp Üsküdar’ı geçmiş’ ve iliklerimize kadar işgali başarmıştı. Ülkemizi yönetecek olanları çoktan ‘eğitime almış’ ve geri yollamıştı, maşallah maslahatgüzarlıklarını iyi yapsınlar diye. Daha çok işte bu masonik kuklalardı bu söylemleri ‘hayalcilik’le suçlayanlar… Halkı yanıltmakla, maslahatgüzarlıklarını pek güzel icra ediyorlardı… Onlar bunları söylüyor, halkın çoğunluğunu da buna inandırıyorlardı.
Erbakan’ın projeleri ve hedefleri için kimileri, ‘tamam, güzel fikirler, ama biz bu işleri başaramayız’ diyorlar, kimileri de onun dindarlığına karşı çıkıyorlardı. Öyle ya, bu ülke laik bir ülke idi ve dindar olanların siyasette ne işleri vardı? Yönetmek Sabataistlere ve işbirlikçilerine hastı!
Devrimbazların Erbakan karşıtlığı İslam’dan kaynaklanıyordu!
Erbakan’a hücum edenlerin bir bölümü de, “devrimleri yerleştirmenin öncü fikriyatının, ancak dinden soyutlanma ile olacağını” savunanlardı.
Bir dördüncü kimileri daha vardı ki, Onlar da ‘bu din bizden sorulur, ya da muhafazakârlığın tapusu bizdedir’ havasında olanlardı.
Bu dört guruptan hiç birisi Erbakan’ı ve söylediklerini anlayamadı ve okuyamadı, ama onları güden dış güçler ve Siyonist merkezler, Erbakan’ı çok iyi tanıyor ve aman başarılı olmasın, toplum tarafından anlaşılmasın diye kıvranıyordu.
Aradan 41 koca yıl geçiyordu. Bugün gelinen noktada o kimileri hala bulunuyordu ve hala bu idealizmi okumakta zorlanıyordu.
Bakıyorum son dönemlerde o kimilerinin ya kendileri, ya veletleri ya da yetiştirdikleri yine Erbakan’ı anlayamamanın verdiği eziklik ile kendilerince bir şeyler söylüyor, bir şeyler yazıyor veya bir şeyler yorumluyordu.
Büyük kafa ile küçük kafa arasındaki fark; metre ile ölçülmez, terazi ile de tartılmazdı…
Birinci guruptakiler, Erbakan’ın söylemlerini kendilerini aştığı için ‘başarılması zor hayaller’ olarak değerlendiriyorlardı. Bu kesimin söylemleri, Erbakan’ın söylemlerinin yanında çok cılız kaldığı ve “Hoca’nın projelerine onların akıllarının yatmadığı, hatta hayallerinin bile kavuşmadığı” için bu gözle bakıyorlardı. Bu grup, aradan 40 yıl geçmesine rağmen hala aynı yerlerinde duruyorlardı.
Sanki analarından, Erbakan’ı ve ideallerini anlamamak için doğmuşlardı.
Bu kesim, hangi dönemde malum merkezlerin yönlendirmesiyle geniş halk kitlelerinin desteğini alan işbirlikçi bir siyasi lider çıkmış ise, hemen onun arkasındaki yerlerini almışlardır. ‘Büyük partiler’in trenlerini hiç kaçırmamışlar, en yakın istasyondan hemen o trene atlamışlardır. Binmekle kalmamış, bindikleri trenin makinistine methiyeler dizmeyi de ‘iyi yorumcu’luk şeklinde yutturmuşlardır. Zira kafaları dar ve sığdır, ufukları çok kısadır, vicdanları kısırdır.
Siz öyle bakmayın onların gazete köşelerindeki tapulu yerlerine, yine bakmayın ekranlarda bülbül kesilmelerine, hepsi ganimet fırsatçısıdır.
Bakıyoruz, bugünlerde, yine Erbakan’ı anlamakta zorluk çekenlerin çoğunun, işbirlikçi sultan sofralarından nasiplenenler olduğunu görüyoruz.
Erbakan’ın Başbakan olduğu dönemlerde yine bu kesimin büyük çoğunluğu, onun etrafında kuyruk sallamamışlar mıydı? Oysa ideal sahipleri hiçbir zaman ‘kuvvetliden yana’ olmamışlar, Hakkı ve haklıyı savunmuşlardı.
Erbakan’ı genç döneminde bile anlamayanlar, şimdi nasıl anlayacaklardı? Bu yüzden bazı beyinsizler: ‘bu yaşta, bu ihtiras… Pes doğrusu…’
‘Gençlerin önünü açmıyor, hala meydanlara çıkıyor…’ diye sataşıyorlardı. Bunlar kendini entellektüel görüyor ve ahkâm kesmeyi bunun bir kanıtı olarak gösteriyorlardı.
Doğma yorumları ile bol keseden atmayı da çok seviyorlardı. Bir şeyler söylemiş olmak için, ön ve arkasının ne olduğu belli olmayan tespitlerde bulunuyorlardı.
Hâlbuki dil; kalp, mantık ve bilgiden emirlerini almalıydı.
Dil sadece kendince hareket ettirilirse, çıkan sesler hayvani özellikler taşırdı.
Dil sadece aklın, vicdanın, olgun bilgi ve birikim kaynağının seslendirme organıydı.
Bunlara yine kendilerinin anlayacağı dil ile örneklendirme yapmak gerekiyordu:
Şeyh Ahmed Yasin, felçli idi ve HAMAS’ı bu yaşlı ve felçli vücudu ile yönetiyordu. Üstelik bu ahkâmcı kesim, Ahmed Yasin için destanlar yazıyor ve konuşuyordu… Ve tabiî ki haklılardı… Ahmed Yasin çağımızın Ömer Muhtarı’ydı.
Ama gelin görün ki, Erbakan’ı anlamakta zorluk çekiyor, hatta direniyorlardı. Oysa Ahmed Yasin zalim ve hain güçlerle bilekle mücadele ediyordu, Erbakan yürek ve zihinle; hedef aynıydı.
Ahmed Yasin bu mücadelede kanını vermiştir, Erbakan 41 yılını…
Birini katlederek ortadan kaldırmışlardı, diğerini “hukuk despotizmiyle” etkisiz kılmaya çalışmışlardı.
Maalesef uzun soluklu olmayan Türkiye’li Müslümanlar yorulmuşlardır. Davet ve hareketin bir maraton olduğunu anlayamamışlardır.
Onu yüz metrelik koşu sanmış ve yüzeysel hevesliler tıkanıp kalmışlardır.
Yorulanlar, ayrılmışlardır.
Ayrılmış ve asli hedeflerinden sapmışlardır.
Ana hedef yerine mevzi hedeflere kapağı atmışlardır.
Yorgunluk, bu kesimleri Erbakan’dan uzaklaştırmıştır.
İslam karşıtlarının Erbakan düşmanlıklarına direnmek ve dayanmak onları yormuş ve usandırmıştır.
Yorulmalarının müsebbibi olarak Erbakan’ı görmeye başlamaları nedeniyle, farklı yollarla devam etme kolaycılığına yanaşmışlardır.
Tali yollarla ilerlerken, etraflarında topladıkları 3- 5 yüz insan ile ‘hizmet’ verdikleri zehabına kapılmışlardır.
Ana gövdeden ayrılmakla ‘ huzura ve rahata’ kavuşacaklarını sanmışlardır.
Kimileri de, içi fos kabak gibi büyüyüp kabalaşmış, ‘sen onların dinine girmedikçe, onlar senden razı olmazlar’ emrini sanki hiç okumamış ve duymamışlar gibi, zalim ve kâfir güçlerin himaye ve hizmetinde hükümet olmayı marifet sanıp, her bir yana sahte zafer çiçekleri dağıtmaya başlamışlardır.
Bu gül dağıtmalar bazen, ‘İzindeyiz…’ pankartları ile kendini gösterir, bazen ‘noel kutlamaları’ ile, bazen ‘dialog’ ile, bazen Allah’ın Kur’anda lanetlediği “Ğadaba uğramış Yahudileri ve Dalalete sapmış Hırıstiyanları” da ‘cennete koyma’ ile, bazen ‘bize sizi yanlış tanıtmışlar, sizi bize yanlış tanıtanlar aradan çekildiler de, sizin güzel yüzünüzü daha yeni görebildik’ ifadeleri ile kendini açığa vurmaktadır.
Dünya nimetlerinden yeteri kadar nasiplenen kesim ise, aradıklarını bulmuş olmanın sevinç çığlıklarını atmaktadırlar.
‘Oh be… ne çileler çekiyorduk, ne sıkıntılarla yaşıyorduk, dünya varmış’ ne iyi oldu da yollarımızı ayırdık!” diye kendilerini akıllı ve şanslı saymaktadır.
Onlara iyi günler dileriz.
Her amel, niyetle değerlendirilir.
Rabbim herkese niyetlerinin karşılığını versin.
Hem de fazlası ile…”
Şiir:
“Ne diyelim; insan anlar, insanların halinden
Kaplumbağa ne bilsindi, kanaryanın dilinden…
Hak diyeni haklı görmez, sütü bozuksa eğer
Nankörlük yapar; değilse, mayası helalinden…”