GÖRÜNÜŞTE İSRAİLE HAKARET PALAVRASI GERÇEKTE SİYONİZME HİZMET POLİTİKASI
Erbakan Hocamızın; Siyonistlerin: Kim, ben mi? Yahu ben hiç Dinime devletime hıyanet ve zalim İsrail hesabına gayret eder miyim!.. diye diye ve cihad marşlarını söylete söylete, birçok Müslümanları, din ve dava adamlarını kendi şeytani hedeflerine hizmet ettireceği yolundaki sözleri şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Evet bu tür insanların bir kısmı belki farkında olmadan İsrailin işine yarayacak yanlışlıkları, hayır ve hizmet adına yapıyordu; ama bazıları da maalesef yukarıdaki sözlerle Müslümanları kandırarak bile bile dinine ve davasına hıyanet edip, makam ve menfaat hatırına Siyonistlerle işbirliğine girişiyordu. Çünkü İsraile hizmet için ille de CIA ve MOSSADa katılmak veya MASON olmak gerekmiyordu ve nasıl olsa Yahudi Lobilerinden boyunlarına özel cesaret madalyaları takılanlara bile hala hüsnü zan ediliyor, hatta kahraman gözüyle bakılıyordu!..
Siyonist odaklar, kendilerine rahat hizmet etsin ve halkını peşinden sürüklesin diye, asıl adamlarını, azılı düşmanları gibi gösteriyordu!
Boyunlarına bizzat cesaret (esaret) tasması taktıkları ve BOPa eşbaşkan yaptıkları siyasi figüranları kahramanlaştırmak, halkının demokratik desteği ile şer güçlere savaş açmış korkusuz adam rolüyle siyonizme hizmetlerini kolaylaştırmak için, Lobilerin ürettiği suni senaryolar Takvim yazarları imzasıyla piyasaya sürülüyor ve Recep Tayyip Erdoğanla başa çıkamayan, Paralel çeteyle, Gezi tertipleriyle onu yıkamayan ve sandıktan zaferle çıkan Başbakanla İngiliz ve ABD derin devletleri (Yahudi Lobileri, Rothschild ve Rockefeller aileleri) çaresiz onunla işbirliği yapmaya ve yanında durmaya mecbur kaldılar palavrasıyla bunların dış merkezlerle irtibatlarına kılıf hazırlanıyordu.
30 Mart Seçim sonuçları, Türkiye siyasetinin tıkandığını ve giderek demokrasiye olan güvenin tükendiğini gösteriyordu. CHP ve MHP iktidar olma hedefini ve ümidini yitirmiş olmanın karamsarlığı, AKP ise, Muhalefete düşme ihtimalini gündeminden çıkarmış olmanın rahatlığı içinde hareket ediyordu. PKK temsilcisi BDP ise CHP ve MHPden tamamen ayrı ve ırkçılık-ayrımcılık amaçlı bir mecrada ilerliyordu. Bu durumda, ülke sorunlarını aşma, yeni anayasa hazırlama ve geleceği kurgulama işi tamamen AKPnin sırtında ve sorumluluğunda kalıyor ve tek desteği BDPden alıyordu. Böyle olunca da AKP iktidarı ve özellikle Erdoğan, her türlü hukuki, hatta ahlaki kuralları hiçe sayarak, keyfince ve siyasi ihtirasları istikametinde davranmaktan çekinmiyordu. Tabi bu pervasız tavır ve tahribatlar, çok ciddi ve sinsi kamplaşmaları ve kaçınılmaz hesaplaşmaları da, alttan altta besliyordu.
AKPyi dengeleyip dizginlemek üzere, ta kuruluşundan itibaren yanına katılan Cemaat ise, kendisini verilen role fazla kaptırması ve Küresel bir aktör Donkişotluğuna soyunması sonucu, ABD derin Lobilerine güvenip (gözlerine girmeyi hedefleyip) Dinimizi ve devletimizi yozlaştırma çabalarını iyice artırıyor ve şımarıyordu. Altının oyulduğunu ve jelatinli kabuğunun soyulduğunu sezen AKP ve Erdoğan, Cemaate karşı taarruza geçiyor ve umduğundan daha kolay püskürtüyordu. Artık iyice rakipsiz ve takipsiz kalan AKP ve Erdoğan:
*Bakanları ve kendi çocukları hakkında yolsuzluk soruşturması başlatan savcıları ve emniyet mensuplarını sürgüne yolluyor,
*Daha önce Osloda PKK ile ve İngiliz hakem gözetiminde devletten gizli görüşme yaptığı gerekçesiyle ifadeyle çağrılan MİT Başkanı için bir gecede Başbakanlık izni ve himayesi kanunu çıkarıyor,
*İktidarın gizli-kirli ilişkileri, Milli Güvenliğimizi ve geleceğimizi tehdit eden tehlikeli girişimleri deşifre edilince, internete erişimi yasaklıyor,
*Bayrak, Ezan ve İstiklal Marşı gibi siyasi istismarı suç olan reklam filmlerini YSKnın kaldırma kararına rağmen Biz böylesi yasakları takmayız diyerek devam ettiriyor,
*Ağrı gibi şaibeli seçim sonuçlarını örtbas etmek için YSK hâkimini mecburi izne çıkarıyor, bu da yetmeyince seçimleri iptal ettiriyordu Ve böylece İleri Demokrasinin ne olduğunu açıkça gösteriyordu!
Saadet de vazifesini tam yapmıyordu!
Maalesef bu seçim sürecinde Saadet Partisi de tebliğ vazifesini ve hakikati hatırlatma-uyarı mesuliyetini yeterince yerine getirmiyordu. Milli Görüş belediyeciliği yeniden şahlanacak, saadet kazanınca herkes, karlı çıkacak gibi kof ve kuru sloganlar dışında, Milli Görüş açısından ülke sorunları ve çözüm yolları ortaya konmuyordu. Her nedense Erbakanın tarihi atılım ve icraatlarına, D-8 oluşumuna ve amaçlarına, Adil Düzen programlarına ve Milli Görüşün temel farkına ve Yeni bir Dünya ufkuna hiç değinilmiyordu. Amacımız iktidar değil, İslam için siyaset[1] başlıkları, cehaletle atılıyorsa bunların gafletini, bilerek yapılıyorsa, hıyanetlerini deşifre ediyordu. Çünkü iktidar olmak, hakkı ve hayrı uygulamak ve İslamı hâkim kılmak için kaçınılmaz bir araçtır ve Allahın rızası amaçlanarak yapılan siyasi cihat bu hedef için farz kılınmıştır. Saadet Partisini, sadece sohbet ve edebiyat üreten bir tarikat ve cemaat konumuna düşürmek, davayı asli amacından saptırmaktır. Elbette bizler zaferden değil, seferden sorumlu olduğumuzun bilincindeyiz; ama seferin yani bu seçim sürecindeki tebliğ fırsatı görevinin şartları yerine getirilmiyor, topluma alternatif umut kapıları gösterilmiyordu. Ve tabi bu davaya, bu davete ve vadolunan kutlu akıbete, önce tebliğcilerin kendilerinin inanması gerekiyordu. Cihadın, kökü olan CEHD kelimesi, çok sert ve çorak toprağın, oldukça zahmetli, özverili ve sabır gösterici bir gayretle, ziraata müsait hale getirilmesi anlamına geliyordu. Öyle kolaycılıkla, zorluktan kaytarıcılıkla ve ucuz kahramanlık edebiyatıyla rahat koltuğunda oturup telefon talimatıyla seçim sürecini (yani cihat mevsimini) atlatmaya çalışıp, sonra da Hz. Nuh gibi çalıştıklarını sanıp toplumun helakını bekleyenler yanılıyordu.
17 Aralıktan beri aylardır Recep Erdoğanın Cemaatle ilgili çok yüksek perdeden atıp tutmasına ve hakaretler yağdırmasına rağmen, hala bu paralel yapıya yönelik hiçbir soruşturma açılmaması, yoksa kendileriyle ilgili pek tehlikeli tapeleri piyasaya sürmeleri korkusundan mı kaynaklanıyordu? Çünkü çok ciddi açıkları, ayıpları ve karanlıkta kalması istenen tarafları olmayan bir başbakanın, bu denli kuşkulu, huysuz ve huzursuz davranmaması gerekiyordu!
Hükümetin de Cemaatin de tarzı mide bulandırıyordu!
Sn. Recep Tayyip Erdoğan grup toplantısında Yolsuzluklarla ilgili kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız diye hava atıyordu ama kimseyi inandıramıyordu. Çünkü Kurana hakaretler yağdıran ve büyük soygunlara bulaşan Egemen Bağış balkon konuşmasında başbakanın tam yanında duruyordu. Eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan, evinde ayakkabı kutusu içinde 4.5 milyon dolar bulunmasına rağmen şimdi Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyesi yapılıyordu! 17 Aralıkta tutuklanan Rıza Sarrafı hangi güç iki ay içinde tahliye ediyordu? Başbakana ulaşan 18 Nisan 2013 tarihli MİT raporunda Sarrafın bakanlarla yasa dışı ilişkisi ortaya konulmuş olmasına rağmen, Erdoğan nasıl bu kişiye hayırsever işadamı diyebiliyordu? 25 Aralık operasyonunda hedef alınan Yasin El Kadı ya da Usame Kutub ile Bosphorus 360ın irtibatları ve gizli ortakları araştırılıyor muydu? Havuz medyası için toplanan paralar ihaleye fesat kapsamına niye sokulmuyordu? Ahmet Davutoğlunun, hükümet aleyhine yazılan bazı mektuplardan hareketle, 160 ülkedeki Türk okullarının kapatılması talimatı verdiğini açıklamasıyla bütün bu yolsuzluklar temizlenmiş mi oluyordu? Bakan Davutoğlunun gündeme getirdiği Gülene yakınlığıyla bilinen enstitünün hükümeti dünyaya şikâyet ettiği mektupta ortaya çıkıyordu. Bu mektup, Türkiyedeki muazzam büyüklükteki bir yolsuzluk soruşturması dünya çapında manşetlere çıktı. başlıyor ve New York Times, Wall Street Journal gibi ABD gazetelerinde yer alan Türkiye aleyhindeki haberler referans gösteriliyordu. Fetullah Gülenin onursal başkanı olduğu ABDdeki Peace Islands Instituteün Küresel işler Merkezi Direktörü Mehmet Kılıç imzasıyla gönderilen mektupları Star gazetesi manşetten duyuruyordu. İşte ihanet mektubu başlığıyla verilen haberde Gülen grubuna yakın enstitünün mektubu Washington ve New Yorktaki yabancı elçiliklere gönderdiği belirtiliyor ve AKPyi yıpratma ve dünyada yalnızlaştırma amacı taşıdığı vurgulanıyordu. Böylece Cemaatin de, Hükümetin de, kendi ikbal ve ihtiraslarını, Dinin maslahatından, devletin ve milletin menfaatinden üstün tuttukları ortaya çıkıyordu. Cemaat Hükümeti dış odaklara (Yahudi ve Hristiyan gâvurlara) şikâyet edip kötülüyor, Hükümet ise pek çok hayırlı hizmetlere vesile olacak okulları ıslah edip geliştirmek ve yabancıların güdümünden çekip çıkarıvermek yerine, kökten kapatmayı düşünüyordu.
Halkımız, hatta AKPnin tabanı ve teşkilat mensupları bile şunları soruyordu.
Başbakanımız: Gazetelerini almayın dedi, bıraktık Televizyonlarını seyretmeyin!dedi, kapattık Dershanelerinden çocuklarınızı çekin dedi, aldık Himmetleri, destekleri kesin dedi, bağımızı kopardık Bu son çeteyi ortadan kaldırmak için oy toplayın! dedi, gece gündüz çırpındık ve yüzde 50ye yakın bir destek sağladık. Ama Sn. Erdoğan,Bunların inlerine gireceğiz sözünü hala tutmadı! Bu Cemaat bir Paralel devlet örgütlenmesi ise, casusluk ve ihanet çetesi ise, yabancı istihbarat servisleriyle işbirliği içinde ise, bunlardan ne zaman hesap sorulacak ve adalet önüne çıkarılacaktı? Yok eğer bütün bu iddialar sadece suizandan ve kuru şantajdan ibaret ise, böyle bir iftira kampanyasıyla seçim kazanan Başbakan, yalan üzerine kurulan bir makamda daha ne kadar oturacağını sanıyordu!
Fehmi Koru ne demeye çalışıyordu?
Yaşanan süreçte bana muamma olan, bugünden geriye dönüp baktığımda 17 Aralık süreci sırasında zihnime takılan ve o gün bugündür aklımı zorlayan pek çok nokta var. İlki şu: Fetullah Gülen kendisini ziyaret eden misafiri eliyle Cumhurbaşkanı Abdullah Güle ulaştırılmak üzere verdiği mektupta olağanüstü yumuşak ifadeler kullanmıştı. Sertliğin karşılıklı tırmandırılması niyetinde olmadığını belli ediyordu. Buna karşılık, mektubun Başbakan Tayyip Erdoğanın bilgisi dahiline girdiği gün (25 Aralık) 21 kişiyle ilgili yasal süreç başlatıldı. Cemaatin ikinci hamlesi olarak görülen ve Tayyip Beyi niyetten kuşkulandıran bu girişim neyin nesiydi? Aralarında Cemaatin hep olumlu yaklaştığı farklı dini grupların saygın isimleri ile hizmetlere katkılarıyla bilinen işadamları da vardı o 21 kişilik listede. Cemaat ikinci hamlesiyle yalnızca Tayyip Erdoğan ve AKPye değil, çok daha geniş bir kesime karşı tavır almış oldu. Yani cephe genişletti. Bunun anlamı neydi? Süreç boyunca Washington ve Brüksel başta olmak üzere Batılı başkentlerden hükümet karşıtı mesajlar yoğun biçimde geliyordu. Mesajları okuduğumda, görüş açıklayanların sanki biraz önce kendilerine aktarılmış bilgileri demeç olarak verdiği hissine kapılıyordum. Seçim oldu, Batıdan mesaj trafiği bıçakla kesilmişe döndü; Washingtondan çıkan Unutun Pensilvanyadaki zatı açıklaması dışında. Böylece Washington Cemaat konusunda 2010 öncesi tavrına döndüğünü ilân etmiş oldu o açıklamayla. 2010 öncesinde, yabancı din adamı kontenjanından verilen vizeyi uzatmaya yanaşmayarak ve her ay kendisini ziyaret eden Cemaat önde gelenlerinin vizelerini iptal edip gelenleri ilk uçakla geri göndererek, Fetullah Güleni Türkiyeye dönmeye zorluyordu ABD. Benzer bir tavrı Washington şimdilerde de benimseyebilir. diyen Fehmi Koru, yoksa ABDli derin mahfillerden bazı duyumlar mı alıyordu?
Gülenden, Şaşırtan, Açıklama, Geliyordu!
En şaşırtıcı açıklama, seçim sonrasında Pensilvanyadan geliyordu. Öncesinde Türkiyedeki medyası aracılığıyla mesaj vermeyi yeğleyen Fetullah Gülen, sonrasında, kendi internet sitesine,Kasetler, tapeler yoluyla sonuç almaya çalışmak bizim meşrebimize aykırı anlamına gelecek bir görüş açıklatıyordu. Dört ay boyunca, hepimiz, telefon görüşmelerine kulak verme ve ortam dinlemeleri yoluyla elde edilmiş ses kayıtlarının Cemaatle ilişkili olduğunu düşünüyorduk. Neden cemaate yakın medyanın onlara sahip çıkması yüzünden. Sanıyorum, Pensilvanyadaki zat:Biz yapmadık, onlar yaptı mesajı veriyordu. İyi de bunlar makul bir kurgu olsa bile, yaşananları bir gazeteci grubunun yerli-yabancı bürokratları manipüle etmesine bağlamak pek inandırıcı gelmiyordu. Yani Pensilvanya önce aldatılıyor ama farkına yeni mi varıyordu?
Mısırdaki haksız idam kararlarına karşı ahlaksız suskunluklar riyakârlık ayarını ortaya koyuyordu!
Mısırda zulme karşı direnişin, darbeye boyun eğmeyişin bedeli idam kararı oluyordu. 1 değil, 5 değil, 10 değil, 100 değil Tam 529 insan kurban ediliyordu! Fakat bu 529 insanın 20 dakikada verilen idam kararına maalesef dünya dönüp bakmıyor ve temel insan haklarına sahip çıkmıyordu. Neden, yoksa Müslüman oldukları için mi bunlar haksız yere öldürülmeyi ve ilgisizliği hak ediyordu? Her fırsatta bize insan hakları ve demokrasi dersi veren, en ufak bir olayda parmak sallamayı kendine vazife edinen dünya ülkeleri ve hükümetleri neden bu denli sessiz ve tepkisiz kalıyordu? Hadi onların insan hakları kendine işliyor, mevzu bahis Müslüman olunca 3 maymuna dönüyorlar diyelim. Peki ya Müslüman ülkeler niye seslerini çıkarmıyordu? diye sızlanan sözde İslamcı ve AKP yandaşı-yalakası yazar-yorumlar takımı, neden hiç bir zamanlar, kışkırtır gibi Mursiyi ve İhvanı Müslimini sürekli destekleyip körükleyen Başta Recep T. Erdoğan ve iktidar kurmayları, bugün 529 masum Müslümanın idam fermanına karşı çıkmıyor, dünyayı ayağa kaldırmıyordu? diye sormuyordu!? Mısırdaki idamlara Meclisten ortak bildiri hazırlatan Kahraman Erdoğanın bu tavrı Hz. Alinin: Susulacak yerde konuşmak ahmaklık, konuşulacak yerde susmak korkaklıktır! sözünü hatırlatıyordu.
Zalim odaklara ve münafıklara şu ilahi uyarıyı ve insani çağrıyı yapmamız gerekiyordu.
Temel insan haklarına sahip çıkmak ve inancını yaşamaktan başka suçu olmayan ve halkın demokratik tercihleriyle iktidara taşınan Muhammed Mursiye ve 529 Mısırlı Mümine, hem de birkaç saatlik mahkeme neticesinde, tamamen haksız ve vicdansız bir şekilde idam kararı çıkartan ABD ve İsrail uşağı çağdaş Firavunların ve Şeddatların da
Başka zaman dereleri kurutulan üç-beş kurbağa ve denizi kirleten birkaç kaplumbağa için dünyayı velveleye veren, ama şimdi 529 masum Müslümanın idam kararını görmezden gelen tüm Batılı, Haçlı ve Siyonist şarlatanların da
Daha önce, Mursiye ve demokrasiye sahip çıkıyor havasıyla, bir nevi Mısır halkını sorumsuzca kışkırtan, ama şimdi nedense sesi soluğu kısılan Erdoğan iktidarının, yalaka yandaşlarının ve hala sadıklarla sahtekârları ayıramayan şaşkınların da
Türkiyede solcu veya sağcı bilinen ve İhvanı Müslimine mensuplar diye bu 529 mazlumun idam kararını pek önemsemeyen ve gereğince gündeme getirmeyen; parti, gazete, TV, dernek gibi çifte standartlı sapkınların ve haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytanların da; Allahın kahrına, gazabına ve intikamına; mücahit ve müstakim Müslümanların Mehdiyet kıyamına uğrayıp derbeder olacakları vakit yaklaşıyordu!..
Zulmetmekte olanlar (ve zulme seyirci kalanlar) nasıl bir inkılap (ve intikama) uğrayıp devrileceklerini (ve derbeder edileceklerini) pek yakında bilecek (ve göreceklerdir) (Şuara: 227) ayetinin haber verdiği günler geliyordu.
Bu sahte tavırlı, çifte standartlı ve riyakâr istismarcı Akit, Yeni Şafak, Takvim vb. yazar yalaka taifesi, açıkça ve alçakça Kuran ayetleri ve Bakara Suresi ile alay eden ses kayıtları internette dolaşan kurmay takımından E. AB Bakanı Egemen Bağışa asgari bir mümin gayreti ile tavır alacağına Arkadaşımıza güveniyoruz böyle şeyler konuşmayacağına inanıyoruz! diyerek Kurana değil kurmaylarına ve suç ortaklarına sahip çıkan Recep T. Erdoğana da hiçbir tepki göstermiyordu. Evet bugün Kuranın münafıklarla ilgili ayeti çok daha iyi anlaşılıyordu!
Pınar Kür denen, edep ve erdem yoksunu: Bana göre başını örten kadın ile playboy dergisine soyunan kadın zihniyet açısından aynıdır diyerek zırvalıyordu. Bir zamanlar densiz ve dengesiz birisi de: başı açık kadın perdesiz ev gibidir, ya kiralıktır ya satılıkdiyerek dindarlık kılıflı bir şeytanlık yapıyordu. Bu her iki sakat zihniyet te birbirini besliyor ve maalesef AKPye mazeret üretiyordu.
İşte Erbakanla Erdoğan farkı burada ortaya çıkıyordu!
Mısırda yirmi yıl önce 10 kişiyi Prof. Dr. Necmettin Erbakan sessiz sedasız idam sehpasından kurtarırken şimdi Erdoğanın tutarsız ve duyarsız tavrı mide bulandırıyordu.Mısırda 529 İhvan üyesi günbegün idama doğru sürüklenirken ülkemizdeki Erdoğan hükümetine makam sahiplerinin çaresizliği, dünyanın sessizliğine karışıyordu. Ancak ümmetin göz parıltısı ülkesinin dış politikada içine düştüğü çıkmaz, kendi ayağına vurduğu pranga gelecek günler için umutsuzluk ve çaresizlik aşılıyordu. Hiçbir şey yapılmıyor ama her şey yapılıyormuş algısı oluşturuluyordu. Oysa mikrofonlarda yüksek sesle konuşmadan, nara atmadan da dış politikanın çok daha başarılı yürütülebileceğini 1995 yılına baktığımızda rahatlıkla görülebiliyordu. Bundan yaklaşık 20 yıl önce Mecliste yalnızca 38 milletvekili bulunan Refah Partisinin Genel Başkanı ve Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakanın yine Mısırda sessiz sedasız idam sehpasından 10 kişiyi nasıl aldığını Milli Çözüm Dergimiz defalarca duyurmuştu. 1995 yılında yaşanan bu olayı anlatan Saadet Partisi Genel İdare Kurulu Üyesi Fetullah Erbaş, Erbakan Hocamız bir anda bizi makamına çağırarak, Mısırdaki kardeşlerimizi idamla yargılıyorlar. Gideceksiniz orada İhvan (Müslüman Kardeşler)ın avukatlığını yapacaksınız dedi. Daha sonra havaalanına gittik ve gördük ki, Erbakan Hocamız her şeyi ayarlamış ve bize 6 kişilik bir jet uçağı hazırlatmıştı. Ahmet Dökülmez ve Mehmet Elkatmış ile birlikte o uçakla Kahireye gittik. Orada bizi Hasan el-Bennanın oğlu Şeyhülislam el-Benna karşıladı diyerek sürecin Erbakanın talimatıyla ve onun planıyla nasıl yürüdüğünü açıklıyordu.
Mazlum mahkûmlar: Liderimiz bizi dert edinip sizi göndermiş ya, artık assalar da umurumuzda değil diye ağlıyordu!
Erbaş: Tutuklular o günkü Amel Partisinden seçimlere girmekle suçlanmıştı. Tutukluluk süresinde 3 yıl cezaevinde kalmışlardı. Sivil mahkemede başlayan yargılama süreci Hüsnü Mübarekin emriyle askeri mahkemeye alınmıştı. Duruşmanın yapılacağı salona gittik. İdamla yargılanan tutuklulardan birine, Bizi Erbakan Hoca sizin savunmanızı yapmak için gönderdideyince tutukluların hepsi hüngür hüngür ağlayarak, Dünya Müslümanlarının ve mazlumların lideri bizi düşünmüş ve bize avukat göndermiş ya, artık bizi assalar da umurumuzda değil diyerek şükür secdesine kapanıyordu. Hocamızın talimatları uygulanıyor ve 10 masum Müslüman idamdan ve zindandan kurtarılıyordu.
Recep Erdoğan, kirli çamaşırları ve gizli dosyaları ortalığa saçılmasın diye her yolu deniyor, köşe yazılarına, başlıklara, ekranlara müdahale ediyor, yayın yasağı getiriyor ve Twitterın kökünü kazıma sözü veriyordu.Anayasa Mahkemesinin, bu yasağı kaldırmasına da o yüzden öfkeyle sataşıyor vemilli çıkara uygun görmediğini söylüyordu. Büyük İsrail hatırına ve kirli tezgâhlarla Suriyeye karşı savaşa sürüklenen bir halkın, bundan haberdar olma hakkı mımilliçıkara aykırı oluyordu?Operasyon haberi alınca eve yığdığı paraları ne yapacağını bilemeyen hırsızların deşifre olması mı milli çıkara aykırı oluyordu?Hem İranlı bir işadamı kabineye rüşvet dağıtırken ya da Suudilere beleş arazi tahsis edilirken uyanmayanmilli heyecan, nasıl oluyor da istihbaratın harp çıkarmak için kendi türbesini bombalama planları deşifre edilince harlanıyordu?Hakikatin duyulmasına hizmet eden Amerikalı şirkete karşı uyanan vicdan, Karadeniz derelerini yok eden sermayeyemilli diye mi oluk oluk para akıtabiliyordu? Bu haliyle de hassasiyetin,milliden ziyade şahsiolduğu ortaya çıkmıyor muydu? Burada milli perdelemesini kabullenirseniz, hiç kuşkunuz olmasın ardındandini örtülerle (acı gerçeklerin gizlenmesine sıra geliyordu)[2]tespitleriyle doğru ve duyarlı bir tavır takınan bazı muhalif yazarlar da, sonunda:
Hakikat, milliyet tanımayan, sınırlar aşan bir evrensel değerdir. Öyle bir değer ki, dünyanın öbür ucundaki bir barış gönüllüsünü, kendi milliyetinizden bir savaş kışkırtıcısından daha yakın hissettirir size… Hukuk da öyledir. Kıymeti, evrenselliğindedir. Millikıyafetler içine girdi mi, adalet dağıtmaktan çok, milli liderlerin hatalarını kapatmaya, servetini aklamaya yarar. Biz milli olanın değil, hukuki olanın, insani olanın, hakikatin peşindeyiz. Onların kaçtığı da bu zaten diyerek sapıtıyor ve Evrensellik diye Haçlı ve Siyonist dünya düzenine ve bu şeytani odaklara hazırladığı kanun sistemini tabi olmayı Milli hukuktan üstün tutarak, gerçek ayarlarını ortaya koyuyordu. Kaldı ki, Sn. Recep Erdoğan Milli birlik ve dirliğimize ve ülke bütünlüğümüze yönelik pek çok tahribatını, bu evrensel hukuka ve AB normlarını dayanarak yapıyordu. Ve bu sahte Kemalist yazarlar nedense her şeye rağmen giderek ve gizlice güçlenen Türkiye-İsrail ilişkilerine hiç değinmiyordu.
Ülkemizde yaşanan seçimler sonrası Hükümet-Cemaat kapışmasının kızıştığı bir ortamda Türkiyenin önüne atılan ilk konunun İsrail ile uzlaşı meselesi olduğu gözleniyordu. Şu ana kadar Ankaradan konuyla ilgili hiçbir açıklama gelmemiş olmasına rağmen, özellikle ABD ve İsrail çevrelerinde en önemli gündemlerden birini teşkil ediyordu. Batı bugüne kadar Türkiye ve İsrail müttefikliğinin bozulması sonrasında bölgede kurdurduğu hiçbir ittifaktan arzu ettiği verimi alamıyordu Oysa seçimler öncesinde Hükümet-Cemaat kapışmasında, Cemaatin galip gelmesi durumunun dışında hiçbir şekilde Türk modelinin geleceğini garanti altına alınamayacağı dile getiriliyordu. Yani Ankaradan ümitler kesiliyor ve batının arzu ettiği İslam modeli Cemaate bağlanıyordu ancak kısa sürede durum toparlanarak bambaşka bir arzuyla Ankara ile yakınlaşma çabaları yeniden ağırlık kazanıyor ve iç politik aktörlerden daha hızlı şekilde Türk seçmen davranışı analizinde bulunularak kendi politikaları açısından nasıl en iyi yolun tayin edilebileceği arayışına giriliyordu. Çünkü batı dünyası Türkiye-İsrail müttefikliği döneminden bu yana hiçbir ittifaktan beklenilen randıman alamıyordu. Batı önce Suriye konusunda ki belirsizlikten dem vuruyordu akabinde Arap Baharı gibi tüm bölgenin demokratikleşmenin önemli görülen gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan hayal kırıklığını vurgu yapıyordu. Son olarak da İranın bölgede oynamaya başladığı rol ile nükleer silah geliştirmenin başta iki ülke için ortaya çıkarılabileceği güvenlik endişesini dile getiriyordu. Tüm bu istenmeyen gelişmelerin nedenini Türkiye ve İsrail ittifakının 2010dan bu yana bozulan yapısından kaynaklandığını iddia ediliyordu. Eğer ittifak yeniden kurulacak olursa, Bölgesel sorunlar daha kolay aşılabilir düşüncesi pompalanıyordu. Sonuç olarak batı dünyası, Türkiye-İsrail barışının iki ülkenin ahlaki değerlerin ötesinde realist ve pragmatist dürtülerin etkisiyle, özellikle de enerji alanındaki işbirliği ile anlaşacağını öngörüyordu [3]Ve Recep Beyin ABD Yahudi Lobilerince boynuna takılı cesaret madalyası hala yerinde duruyordu.
KCK, AKP iktidarını tehdit ediyordu!
İmralı görüşmelerinin yasal çerçeveye oturtulmasının yanlış olacağını açıklayanBaşbakan Tayyip Erdoğanı tehdit eden KCK Yürütme Konseyi, “başka seçenek kalmadı”diyordu.KCK Yürütme Konseyi, Erdoğanın sözleriyle zaten çoktan beri tıkanan sürecin bitirilmek istendiğini vurgulayıp ardından tehditler savuruyordu: Bu durumda halkımızın demokratik özerkliğini kendi iradesiyle inşa etmekten başka seçeneği kalmamıştır. Ya önderliğimizle yasallığa dayalı müzakere sürecine razı olunacaktır, ya da kimsenin arzulamadığı yeni bir süreç başlayacaktır. KCK Yürütme Konseyi tarafından örgüte yakın internet sitelerine yapılan açıklamada AKPnin ilkesiz pragmatik, oligarşik, tekçi, faşizan bir karaktere sahip olduğu belirtiliyordu.
Yakında yeni toplumsal provokasyon senaryoları devreye sokulacaktır. Bu bağlamda (Erdoğan muhalifleri) Kürt siyasi hareketini bir kez daha kendi cephelerine çekmeye çalışacaktır. Bu başarılamazsa DHKP-C başta olmak üzere diğer sol fraksiyonların eylem gücü devreye sokulacaktır. İstikrarsızlık büyütülüp Erdoğanın Köşke çıkmasına engel olmaya çalışılacaktır. Hatta Erdoğan geri adım atmazsa bu sefer her şeyi denedik ama başarılı olamadık, yeni bir yol bulmalıyız psikolojisiyle hareket den uluslararası odaklar ve ortakları son sahnede Erdoğana suikast kartını oynamaktan sakınmayacaktır. Başarılı olup olamayacakları zamanla anlaşılacaktır. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçime kadar gerilimin sürekli tırmandırılacağı açıktır ve hiçbir doğum sancısız olmayacaktır![4] şeklindeki duyum ve yorum aktarmaları, acaba özerk Kürdistan senaryolarını ve Suriyeye saldırı hazırlıklarını gizleyip, toplumu suni gündemlerle oyalama amaçlı mı yazılıyordu?
Bu ara Erdoğanın dostu Barzani: adım adım bağımsızlığa gidiyoruzaçıklamasını yapıyordu.
Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani SkyNews Arapça televizyonuna verdiği mülakatta bağımsızlığa doğru ilerlediklerini söylüyordu. Mesut Barzaniye yakınlığıyla bilinen rudaw.net adlı internet sitesindeki habere göre Mesut Barzaninin SkyNews televizyonunda, Kürdistan Bölgesi, Irak ile konfederal bir birlikteliğe ve bağımsız bir Kürt devletine doğru adım atmaktadır diyordu.
Yerel seçim neticeleri çözüm süreci, özerklik ve HDP projesini analiz eden Sırrı Süreyya Önder El Cezire Türke çarpıcı açıklamalarda bulunuyor ve özerkliği kaçınılmaz görüyordu.
Dünyada yürümüş olan tüm barış süreçleri gibi sancılı bir süreç söz konusudur. Devleti tek bir bütün olarak algılayanlar için süreç kavranılması zor bir olgudur. Başbakanın Bölgedeki mitinglerinde sürecin geleceğine yönelik bir şey söylemiyor olması da dahil olmak üzere birçok unsur, bölge halkının umut olarak BDP-HDP bütünlüğünü tek hat olarak görmesine neden oldu. Bu bütünlük elbette Kürt hareketinin devlet diliyle legal kanadına özgü değil. KCKnin ve Öcalanın da BDP-HDP çizgisiyle ortaklaşa bir dil oturtabilmeleri ve bunca olumsuzluğa rağmen bir arada hareket edebilmeleri büyük bir avantajdır. Bana kalırsa sürecin en iyi taraflarından biri, Kürt siyasi hareketinin AKP gibi yukarıdan bir ikna süreci yürütmek zorunda olmamasıdır. Barış pratiğinin demokratik ve aşağıdan biçimde sürdürülebilir olması, kalıcı olmasının en temel dayanağıdır. Bunun Kürt halkı ve onun siyasal kurumlarındaki karşılığı da hepimizi umutlandırabilecek yoğunluktadır. Toplumda çatışmasızlık süreci barış süreci gibi yansıtılmaktadır ve bu yanlıştır. Evet bir diyalog / müzakere süreci vardır ama şu an sadece çatışmasızlık aşamasına tekabül ediyor. Üstelik bu kırılgan bir aşamadır. Rojava orada dururken, Suriyedeki Ermeniler, Aleviler ve Kürtlere yönelik imha tehdidi ortadayken, süreci Ortadoğudaki şiddet sarmalından ayrı okumak imkânsızdır. Herkes meseleyi Kürtlerin silahlı güçlerini Türkiye sınırından dışarı çekmesi olarak tanımlıyor ama mesele bu kadar basit sanılmamalıdır. Bu bağlamda 'Kürtler silahlarını alsın gitsin' demeden önce Kürtlere kendilerini güvende hissedecekleri bir politik ve hukuki güvencenin verilmesi şarttır. Bu güvencenin sağlanmadığı bir ortamda AKPnin beklentileri gerçekçilikten oldukça uzaktır. Başta Kürtler olmak üzere bütün Türkiyeyi sürece dahil etmeyi ve ikna etmeyi sağlayabilecek olan ve görevini yapmayan AKP iktidarıdır. Kürtler artık yeni bir siyasal durum içerisindeyiz; Seçmen özerklik isteğini kayda geçirdi. Bu durumu Türkiyenin seçim sonuçları haritası üzerinde fiziki olarak görebiliriz. Yerel seçim sonuçlarına ilçeler ve iller gözüyle ayrı ayrı baktığımızda gördüğümüz; Türkiyenin fiilen demokratik özerkliğe ihtiyacı olduğu gerçeğidir.
Ali Bulaçın sinsi ve Siyonist ağızlı itirafı kafa karıştırıyordu!
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, Fetullah Gülen'in Türkiye'ye dönmesi halinde bazı sorunlar yaşayabileceğini söylüyor, bunun doğru olmadığını belirtiyordu. Cemaatin 2002 yılından bu yana iki büyük hata yaptığını savunan Bulaç, cemaatin siyasallaşarak AKP ile hareket etmesinin büyük sorunların yaşanmasına neden olduğunu itiraf ediyordu. CNN Türk'te katıldığı televizyon programında AKP'nin İslamcı bir parti olmadığını, olanlarında İslamcılık'tan vazgeçerek partiye katıldıklarını hatırlatan Bulaç, ben de Fetullah Gülen Hocaefendi'nin bugüne kadar gelmesi gerektiğini düşünüyordum ve çok arzu ediyordum. Ama şimdi gelmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü gelirse başına belli ki bir takım işler açılacak, güvenliği ile ilgili bir takım sorunlar yaşanacak. Bir süre daha hicret hayatı yaşamasında yarar var diyerek ağzındaki baklayı çıkarıveriyordu:
“Diyanet Lağvedilsin!” diyerek Fetullah Hocaya zemin mi hazırlıyordu?
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın lağvedilmesi lazımdır. Osmanlı'da da devam eden bir özelliğimiz var; din devlet içerisinde örgütlenmiş durumdadır. Dinin sivil alanda faaliyet göstermesi şarttır. Alevilik, Sünnilik diğer tüm mezhepler özgürce örgütlenebilme imkânına kavuşmalıdır. Devlet din işlerine hiçbir şekilde müdahil olmalarıdır. Onun için Diyanet İşleri'nin temelden lağvedilmesi en temel çözüm olanağıdır! işte o zaman Fetullah Gülensivil diyanet reisi ve ılımlı İslamın halifesi sıfatıyla Türkiyeye dönüş yapacak ve Dinimiz tamamen ABD ve AB güdümlü Cemaat ve tarikatların istismarına sunulacaktır.
Doğu Perinçek, AKPnin en büyük hasımlarındandı ve düpedüz Tayyip Erdoğanın düşmanıydı. 2008de AKP kapansın diye her türlü tertibin içine sızmıştı. Zaten cezaevinden çıkarken,Erdoğanların, Güllerin iktidarını yıkacağız. Cemaatlerin kökünü kazıyacağız diye bağırmıştı. Şimdi Akite verdiği son röportaj, pek hayra alamet sayılmazdı. Doğu Perinçek: Kim Hizmetin kökünü kazırsa, biz onunla birlikte çalışacağız. Bu konuda Tayyip Erdoğanla beraber olacağız açıklamasını yapmıştı. Bu gidişat Tayyip Erdoğan açısından hayırlara vesile olmazdı. Zira Zulm ile abad olanın, ahiri berbat olacaktı![5] diye yazan ve Altına Abdurrahman Dilipakla Doğu Perinçekin birlikte çekilmiş fotoğrafını koyan Sabataist-Liberalist Nazlı Ilıcak, aynı Erdoğanı 12 yıl boyunca alkışlayıp arka çıktıklarını ne çabuk unutuyordu?
Türkiye'nin Suriye'deki sarin gazı saldırısından sorumlu olduğuiddiasını ortaya atan Seymour Hersh, geri adım atmıyordu.
Pulitzer ödüllü ABD'li gazeteci Seymour Hersh, “The Red Line and The Rat Line” (Kırmızı Hat ve Gizli Hat) adlı makalesinde yer verdiği, geçen yıl Ağustos ayında Suriye'de düzenlenen kimyasal saldırının arkasında Türkiye hükümetinin olduğu iddiasını tekrar gündeme taşıyordu.
LRBde (London Review of Books) yayımlanan haberdeki iddialara göre Türkiyenin amacı, kimyasal silah kullanımını kırmızıçizgisi olarak belirleyen ABDyi, Suriyeye askeri harekât düzenlemeye zorlamaktı. BBC Türkçeye açıklama yapan gazeteci Seymour Hersh, kanıtların yetersiz olduğu ve kaynakların isimsiz olması nedeniyle makalenin güvenilirliğine dair soru işaretleri olduğu' yönündeki eleştirilerine sert tepki göstererek şunları söylüyordu:
Bu iddialar çok meşru iddialardır. İnsanlar için kaynakların isimsiz olması yapılabilecek en basit savunmadır. İsimlerini verirsem hepsi işini kaybetmiş olacaktır. Hersh, makalesinde referans verdiği belge dışında da belgeler olduğunu ve bu belgelerde El Nusranın eğitimine MİT ve jandarmanın dâhil olduğuna ilişkin bilgiler yer aldığını da şu sözlerle dile getiriyordu:
Türkiyede MİT ve jandarmanın, [El Nusranın] eğitilmesine, bu kimyasal silahları nasıl kullanacaklarını öğrenmelerine yardımcı olduklarına dair bilgi ve belgeler bulunmaktadır.Seymour Hersh, Makalede yer alan iddialar ABD yönetimindeki karar mercilerin görüşü mü, yoksa kaynakların bireysel görüşleri mi? sorusuna da şu yanıtı veriyordu:
Ben, ABD Başkanına giden ve Gutanın doğusunda elde edilen sarinle, Suriye ordusunun mühimmat deposundaki sarinin aynı olmadığını söyleyen ABD Genelkurmay Başkanlığındaki isimler hakkında yazıyorum. Dolayısıyla bunların yalnızca dışarıdakiler mi yoksa içeridekiler mi olduğuna siz karar verin. Tabi ki bunun hakkında konuşmayacağım.
'BBC'nin 'The World Tonight' adlı radyo programına da katılan Hersh, savaşın 'uzun dönemde sonuçlarının ne olacağı' sorusunu ise “Savaşı Beşar Esad kazanır ve Türkiye dahil bölge büyük bir karmaşaya sürüklenir“ şeklinde yanıtlıyordu.
Beyaz Saray iddialar için ne diyordu?
Beyaz Saray, Amerikalı gazeteci Hershün Suriye rejiminin geçen yıl 21 Ağustosta düzenlediği kimyasal saldırının arkasında Türkiyenin olduğuna yönelik iddialarını Anadolu Ajansı'na verdikleri özel mülakatla yalanladı. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Caitlin Hayden, yaptığı açıklamada, Hershün haberini gördüklerini ve bu haberin ismi verilmeyen sadece bir kaynağa dayandığını belirterek “haberin Suriyedeki 21 Ağustostaki kimyasal saldırıya yönelik vardığı sonucun tamamen yanlış olduğunu” belirtiyordu.
Peki bu Hershün kaynakları neden dönüp dolaşıp Hakan Fidana dair hikayeler anlatıyordu?
Seymour Hersh makalesinin ilk kısmını da Libyadan Suriyedeki isyancılara taşınan silah trafiğine ayırıyordu. Bu silah trafiğinin baş sorumlusu olarak Türkiyeyi gösteriyordu. Makalenin en sorunlu yeri Türkiyede yakalanan sarin gazı ile ilgili bulunuyordu. Hatırlarsanız ÖSO ya da El Nusrayla bağlantılı olduğu düşünülen 10 kişi Türkiyede sarin gazı malzemeleri ile yakalanıyordu. Daha sonra tamamının serbest bırakıldığı dava son zamanların belki de en ilginç davalarından biri sayılıyordu. Zira dava sırasında kimi telefon tapeleri yayımlanıp, bu konuyla ilgili haberlerin internet sitelerinde yayımlanıp uluslararası dolaşıma sokulması için yönlendirme yapıldığı iddia ediliyordu. Hersh bu haberlere makalesinde yer veriyordu ama bu tapeler ortada yoktu!.. Makalede MİTin isyancılara sarin gazı kullandırarak Obamayı Suriye savaşına çekmek için plan yaptığı iddiası yine isimsiz kaynaklara dayandırılarak uzun ve ayrıntılı anlatılıyordu. Hershe bütün bu bilgileri veren kaynaklarının neredeyse tamamının ortak hedefi Erdoğan gibi gözükse de asıl hedef tahtasına MİT Başkanı Hakan Fidan konulmuşa benziyordu. Özellikle Beyaz Sarayda yapılan malum üçlü zirveden aktarılan anekdotlarda Hakan Fidan ne zaman söz almaya kalksa Başkan Obamanın sözünü kestiği, konuşturmadığı hatta terslediği iddia ediliyordu. Daha da ilginci bir ara Başbakan Erdoğanın, Obama'ya kırmızı çizginin geçildiğini anlatırken parmağını kaldırıp sert bir ifade ile konuşmaya başladığında masada bulunan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Donilonun, Erdoğanın Beyaz Sarayda ABD başkanına parmağını salladı dediğini yazıyordu. Hersh burada da kaynağının kim olduğunu yazmıyordu. Ancak bu dedikodu aylardır diplomatlar ve gazeteciler arasında Washington-Ankara diplomasi koridorlarında konuşuluyor ama yazılmıyordu Hersh makalesinin sonunda Dışişleri'nden sızdırılan son skandal dinlemeyi de referans vermeyi unutmuyor ve özellikle Hakan Fidanın sözlerinden alıntı yapmayı da ihmal etmiyordu. Muhtemelen Hersh bunları açık açık yazdığı için Türkiyede bir kısım basın tarafından tanıdık bir itibarsızlaştırma kazanına atılacağa benziyordu. Hershün kaynakları şu aralar neden dönüp dolaşıp Hakan Fidana dair hikâyeler anlatıyordu? Acaba asıl dert ve hedef ne oluyordu? Belli ki Batı cephesinde diplomasi kazanında yeni bir şey pişiriliyordu. Ve o kazandan hiç de iyi kokular gelmiyor![6] tespitlerini de ciddiye almak gerekiyordu.
Hükümetin, an-Nusra ve müttefiklerine lojistik destek sağlamasının, Türkiyenin başına büyük bela saracağını ve bölgede İsrail lehine bir felaket yaşanacağını Erdoğan ve kurmayları sezmiyor muydu?
Obamayı Kırmızı Çizginin aşıldığına inandırmak ve ABDyi Suriyeye saldırtmak için Şam varoşu Gutata 21 Ağustosta girişilen sarin gazı saldırısının arkasında Tayyip Erdoğan iktidarının bulunduğu iddialarına karşı niye hala ciddi ve gerçekçi yanıtlar verilmediği soruları hala kafaları kurcalıyordu.
[1] Bak: 9 Nisan 2014, Milli Gazete, İsmail Hakkı Akkiraz
[2] 06.04.2014, Cumhuriyet, Can Dündar
[3] Yusuf Ünlü, 9 Nisan 2014, Milli Gazete
[4] Hüseyin Yazman, 08.04.2014
[5] Nazlı Ilıcak, Bugün, 08 Nisan 2014
[6] Cüneyt Özdemir, Radikal, 08 Nisan 2014