ERBAKAN HOCAMIZLA ÇANAKKALE RÜYASI!
Fatma Betül ERİŞKİN / Konya – 17.03.2019
Rüyamda: Gece yarısı evimde temizlik yapıyorum. Eşim ve çocuklarım uyuyorlarmış. Bir ara, su içip dinlenmek için oturuyorum. Gayri ihtiyari telefonumu elime alıp bakıyorum. Erbakan Hocamızın isimleri ile kayıtlı bir numaradan mesaj gelmiş olduğunu görüyorum. Bir konum atmışlar ve mesajda; bir buçuk saat sonra o konumda olmamızı talimat buyurmuşlar. Mesaj atılalı üç buçuk saat olmuş. Üzülüyorum, çünkü Aziz Hocamızın vermiş oldukları saat çoktan geçmiş oluyor. Konumu açıp giriyorum. “Acaba burası neresi?” diye düşünürken, verilen konuma ulaşma süresinin 13 saat falan olduğunu görüyorum. Konumda gidilecek yerin ismi vesaire ile ilgili başka hiçbir bilgi yokmuş. Hemen bir özür mesajı yazıyorum. Mesajı geç gördüğümü, hâlâ bu konuma gelmek için vaktimizin olup olmadığını soruyorum. Mesajıma: “Siz hâlâ çıkmadınız mı?” diye bir cevap geliyor. Ben: “Aziz Hocam, kimlerle geleyim?” diye soruyorum. Erbakan Hocamız: “Eşin, çocukların ve sen gelin. Gelirken de yanında 250 tane “Erbakan Gerçeği ve Manevi Vasiyeti” kitabından ve 10 bin tane de “Oy emanettir Oyuna gelmeyin” fotokopisinden getir!” buyuruyorlar. Hemen uyuyan ailemi uyandırıyorum, yanımıza birkaç parça yedek kıyafet alıp, küçük arabamızla yola çıkıyoruz. Eşime telefondan konumu açıyorum. Komutlar Erbakan Hocamızın mübarek sesleriyle veriliyor. Sanki saatlerce yol alıyoruz. Ekranda sürekli “Hedefe varış süreniz 14 saat, 12 saat…” diye yazıyor. Mesafeyi kısalta kısalta en son iki dakikaya indiriyoruz. İlginçtir ki, ne konumda gidilen yere ait bir isim, ne de yollarda bir tabela görmüyoruz. En son konumda ulaştığımız bilgisi verilince, hemen sağımızda Çanakkale Şehitliğini görüyorum. Çocuklar arkada uyuyor oluyorlar. Eşime: “Kapıları kilitlemeyi unutmayalım, çocuklar arkada uyumaya devam etsinler. Daha epey uyanmazlar” diyorum. Bu esnada Erbakan Hocamızın mübarek sesleri geliyor: “Burada kapıları kilitlemenize gerek yok!” buyuruyorlar. Ben: “Aziz Hocam, bir şey olacak diye değil de, uyanıp uyku haliyle yokuş aşağı falan iner giderler mi? Bu yüzden çekindim” diyorum. Erbakan Hocamız: “Sen merak etme, şu an onlar arabanın arkasında en az 10 bin kişiyle (aziz şehitlerimizin himayesinde) yatıyorlar!” buyuruyorlar. Utanarak, sesin geldiği tarafa doğru yürüyoruz. Çanakkale Şehitleri Abidesi hemen solumuzda; 57. Alay sağımızda, deniz tam karşımızda, Erbakan Hocamız denize karşı bacaklarını sarkıtıp oturmuşlar. Saydığım her şey gözümüzün aynı anda göreceği mesafedeymiş sanki. Bir bahar havası varmış ortalıkta. Deniz pırıl pırıl ve çok sakin bir haldeymiş. Ay, bütün ışığıyla denize düşmüş gibi… Hemen gidip eşimle Erbakan Hocamızın arkalarına oturuyoruz. Erbakan Hocamız: “Bu deniz, Çanakkale Savaşına kadar böyle dingin değildi! Gördükleri, şahit oldukları, denizin ortalarına kadar suyun rengini değiştiren şehit kanları, bu denizi dinginleştirdi!” buyurdular. Mübarek başlarını yarım döndürüp: “Sazı arabanın arkasına koymuş muydun?” diye sordular. Hemen Aziz Hocamızın yazmış oldukları mesajlara yeniden baktım ama mesajda saz getirmemle ilgili bir talimat geçmiyordu. Kendi kendime: “Aziz Hocam sorduklarına göre, arabanın arkasına bakmam gerek!” diye düşünüp aracın yanına gittim. Hakikaten arkada bir saz duruyordu. Alıp Erbakan Hocamıza getirdim. Bana bir ağacı işaret buyurarak: “Ağacın altında oturan kardeşimize ver!” buyurdular. Fakat alanda Erbakan Hocamız, eşim ve benden başka hiç kimse görünmüyordu. Aklıma daha önce gördüğüm Çanakkale ile ilgili rüyam geldi. Her yaştan binlerce şehidin, otobüsümüzde, caddelerde, ağaçlıklarda, her yerde bizimle oluşlarını hatırlayıp, sazı Erbakan Hocamızın emir buyurdukları ağacın altına götürdüm ve uzattım. Bir el uzanıp sazı alıyor gibi saz ellerimden kayıp gitti ve bir insan dizi mesafesinde havada durmaya başladı. Sonra saz, gecenin bütün sessizliğini deler gibi çalınmaya başladı. Erbakan Hocamız mübarek ellerini dizlerine yavaş yavaş vurarak tempo tutuyorlardı. Sonra bana dönerek: “Ahmet’in telefonu akıllı telefon değil miydi?” buyurdular. Ben: “Hayır Aziz Hocam, normal telefonlardandı sanırım” dedim. Erbakan Hocamız: “Ona da konum attım ama görmedi!” buyurdular. Ben: “Aziz Hocam, Cevriye Anneye ve Necmiye’ye bana gönderdiğiniz konumu atayım mı?” dedim. Erbakan Hocamız: “Necmiye’ye at, hemen Ahmet’e ulaşsın ki O da yanımıza gelsin!” buyurdular. Ben: “Aziz Hocam, Necmiye’yle mi, Nevzat Abiyle mi; kiminle gelsinler?” dedim. Erbakan Hocamız: “Kendisi gelsin!” buyurdular. Hemen Necmiye kardeşimize mesajı attım. Ardından da, eğer uyuyorsa uyanıp mesajı görmesi için aradım. Necmiye kardeşimiz uyuyormuş. Uyandırıp durumu anlattım. Daha ben telefonda kardeşimizle konuşurken, kardeşimiz gidip Ahmet Hocamıza durumu iletmiş, Ahmet Hocamız da yanımıza gelmiş oluyorlar. Erbakan Hocamızla Ahmet Hocamız uzun uzun ve sıcacık kucaklaştılar. Bu arada saz çalmaya devam ediyordu ve ben aynı notaları defalarca dinliyorum; beynime işliyor her notası. Erbakan Hocamız: “Ahmet, bize şu türküyü söylesen de kulaklarımızın pası silinse!” buyurdular. Ahmet Hocamızın söyledikleri türkünün içinde geçen ve aklımda kalan birkaç kelimeyi Google’a yazıp aratınca bulduğum türkü: “Dost Cemalin Benzer Güneş’e Ay’a” isimli türkü idi. İkisi de denize karşı oturmuşlar, mübarek ayakları oturdukları tümsekten aşağıya doğru sarkıtılmış; Erbakan Hocamızın mübarek başları Ahmet Hocamızın omuzlarında, bu halde en az 10-15 kez bu türküyü birlikte ve gözyaşları içinde söylediler. Dünya orada durmuş ve yalnızca ikisi varmış gibiydi sanki… Bir süre sonra Erbakan Hocamız şaşkın şaşkın baktığımı görünce, oturdukları yerden bana seslendiler: “Bu olaylarda niye şaşırıyorsun? Hâlâ bu olup bitene alışamadın mı?” buyurdular. Ben: “Ama Aziz Hocam, ben saz almadığım halde aracın arkasında saz oluyor. Sazı ağacın dibine koyuyorum, saz, diz mesafesinde kalkıp kendi kendine çalınıyor! Şaşırmayayım da ne yapayım?” dedim. Erbakan Hocamız: “Görsen daha çok şaşıracaksın o zaman, en iyisi böyle devam etsin!” deyip Ahmet Hocamla birbirlerine bakıp gülümsediler. Sonra birden o alanda binlerce insan (şehit) görmeye başladım. Saza tekrar bakınca artık boşta değil, muhtemelen 14 yaşına gelmemiş sarışın bir gencin elinde olduğunu gördüm. Gencin asker kıyafeti paramparça olmuş, elbisenin sağlam kalmış yerleri ve vücudu da kan içerisinde… Etraftaki arkadaşlarının halleri de çok farklı değilmiş. Her yaştan kişi var fakat hepsi aynı haldelermiş. “Bu rüyam da önceki rüyam gibi!” dedim kendi kendime. Gencin yanına gittim. Kendi çocuklarımmış gibi öyle sıcak kucakladım ki, saatlerce o halde kalıp ağladım: “Yaralarını sileyim ister misin? Kıyafetlerini değiştirelim mi?” diye sordum. Sonra cevap beklemeden, arabaya gidip yedekten oğlumun kıyafetlerinden getirdim. Bir taraftan da Erbakan Hocamıza bakarak: “Aziz Hocam, çocukları kaldırsam da onlar da bu yaşadıklarımıza şahit olsalar!” dedim. Erbakan Hocamız: “Bak bakalım seninkiler uyuyorlar mı?” buyurdular. Baktım, yaşıtları olan sayısız gençlerin arasına oturmuşlar; biri ok gösteriyor, diğeri ucu bıçaklı silahını… Aralarında bir sohbet, muhabbet oluşmuş. Ben Erbakan Hocamıza bakarak: “Aziz Hocam, kıyafetler alıp gelip herkesin kıyafetini değiştirelim, yaralarını temizleyelim mi?” dedim. Erbakan Hocamız: “Sor bakalım isterler mi?” buyurdular. Saz çalan gence sordum, genç bana bakıp gülümsedi. Hâlinden o kadar memnun ki, bana istemediğini anlatan bir yüz ifadesi ile sadece: “Sence?” (yani, şehitler kanlı elbisesiyle mahşere kalkacak ve bununla şeref duyacak!) dedi. Sonra Erbakan Hocamız bir kişiyi işaret buyurarak: “Bize o son 4 günü anlatır mısınız? 4 kişiyi bir mermiyle nasıl vurduğunuzu? Diğerlerinin korkudan kendilerini cayır cayır yanan denize nasıl attığını anlatır mısınız?” buyurdular. 30’lu yaşlardaki asker: “Aziz Hocam, biz buraya (ismini hatırlamıyorum) falanca köyden geldik. Aslında bir kez olsun elimize silah almışlığımız yoktu. Ben de arkadaşlarım da nasıl kullandığımızı bilmeden kullandık o silahları? Bir mermiyle de 4-5 kişiyi nasıl vurduğumuzu hiçbirimiz bilmiyoruz ve hâlâ akıl erdiremiyoruz. Sanki biz vurmadık da atan başkasıydı!” dedi. Erbakan Hocamız gülümsediler: “Senin yerine silahı kullanan, (Hz. Ali’yi kastederek) Ali’ydi!” buyurdular. Sonra bir başkasını işaret buyurdular. İşaret buyurdukları kişi ayağa kalktı. Bacağının biri tamamen kopmuştu. Erbakan Hocamız: “Sen bacağını Çanakkale’de mi kaybettin?” diye sordular. Asker: “Hayır Aziz Hocam; ben zaten bu savaşa tek bacakla katılmıştım!” dedi. Erbakan Hocamız: “Peki, düşman askeri denizden çıkıp sizinle koyun koyuna çarpışacağında, sen elindeki bir bidon gaz yağıyla denizi ateşe vermeye gelirken tek bacakla bu yokuşu nasıl koştun?” buyurdular. Asker: “Bilmiyorum ki Aziz Hocam; üstelik gaz yağı bidonu olmayan bacağım tarafındaydı. Sanki o yokuşu ben koşmadım? Sanki denizi ateşe ben vermedim!” dedi. Erbakan Hocamız: “Senin görünümünde o yokuşu koşan (Sahabe’den) Seleme Bin Ekva idi!” buyurdular. Sonra iri yarı, kara yağız birine işaret buyurarak: “Seyit, sen anlat bakalım. Tek başına geminin tam bacasını hedefleyip, koca mermiyi nasıl yerleştirdin ve nasıl isabet ettirdin?” buyurdular. Seyit Çavuş: “Aziz Hocam, benim vücudumun kuvveti yerindedir, lakin gözlerim ne yakını ne de uzağı iyi görmez. Ben de bilmiyorum nasıl oldu da o mermiyi isabet ettirdim. Sanki onu atan ben değildim, bir başkasıydı!” dedi. Erbakan Hocamız: “Doğrudur. Onu atan (müşrik iken Hz. Hamza’yı şehit eden, ama iman edince peygamberlik iddiasına kalkışan Müseylemetül Kezzab’ı geberten) Vahşi idi. Biz ise; siz o mermiyi namluya sürdüğünüzde oturup uzun menzilli füzelerin dökümünü çizdik!” buyurdular. Daha birçok askere tek tek söz verdiler ve her birine, Allah’ın izni ile kimin kendisine yardım ettiğini söylediler. Not: (Böylece Aziz Hocamız: “(Ey Nebim, gülle ve kurşun misali düşmanların beynini ve bedenini parçalayan, bir avuç kum tanelerini) Attığında, (aslında) atan Sen değildin. Ancak onları bizzat Allah attı (ve etkisini yarattı).” ayetini hatırlatmış olmaktaydı.) Sonra tam kalkmak için müsaade alacaklarken, 9 yaşlarında bir şehit asker, Erbakan Hocamızın mübarek dizlerine, ellerini ve başını koyarak: “Biz sizi öyle özlemiştik ki Aziz Hocam, ne olur bu gece bizim misafirimiz olun!” dedi. Erbakan Hocamız askerin kanlı saçlarından öptü: “Hay hay, bu gece buralıyız. Çadırı kuralım!” buyurdular. Birden kocaman bir çadır kuruldu. Yokuş ve engebeli bir alana nasıl öyle güzel ve büyük bir çadır kurulabildi anlayamadım. Baktığımda, askerler tabldotlarla yemek alıyorlardı. Sıraya girmeden öne doğru yürüdüm. Erbakan Hocam tabldotlara bulgur pilavı ve hoşaf, Ahmet Hocam su, eşim de karabuğday ekmeği koyuyorlardı. Ben: “Aziz Hocam, ben de yemek koyayım mı?” dedim. Erbakan Hocamız: “Hoşaf az kalmış, kazana şu varildeki suyu dök!” buyurdular. Kazandaki hoşaf yok denecek kadar azdı. Birkaç da üzüm tanesi kalmıştı içinde. Kendi kendime: “Bu suyu dökersem tadı kalmaz bunun” dedim ama Aziz Hocamız “Dök” dedikleri için döktüm. Suyla birlikte üzüm taneleri de döküldü sanki. Bir kepçeyle bir yudum hoşaf tattım. Mis gibi üzüm kokan tadı vardı ve kıvamı da yerinde bir hoşaf olmuştu. Yine şaşkın şaşkın baktığımı görünce Erbakan Hocamız: “Durma, sen de hoşafları koy!” buyurdular. Hemen ben de hoşafı servise başladım. Herkes yemeğini alıp oturdu fakat yemeğe başlamamışlardı. Ben: “Aziz Hocam, siz de buyurun oturun, ben yemeklerinizi getireyim!” dedim. Erbakan Hocamız Ahmet Hocamızın mübarek elini tuttular, gidip bağdaş kurup oturdular. Yemeklerini götürdüm. Sonra içimden: “Şimdi boş tabldotlar gelir. Onlar gelmeden şurayı biraz toparlayayım da az sonra zorlanmayayım” deyip ortalığı toparlamaya başladım. Erbakan Hocamız: “Sen anı yaşa, sürekli az sonrayı düşünerek anın tadını kaçırıyorsun! Bu bir rüya ve tabldotlar geri sana gelecek kadar bu rüya sürmeyecek. Sonranın telaşı ile ânı kaçırma. Yemeğini al gel!” buyurdular. Yemeğimi alıp yanlarına oturdum. Erbakan Hocamızı kalmaya ikna eden 9 yaşındaki asker çocuk: “Aziz Hocam, bize o 4 günü siz anlatır mısınız? Biz hiçbir şey görmedik. Sadece bulunduğumuz alanda yaşananların bir kısmını hatırlıyoruz, Çanakkale’de ne oldu nasıl oldu?” dedi. Erbakan Hocamız uzun uzun Çanakkale Harbini anlattılar: “Savaşa bizzat Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam katılmışlardır!” buyurdular. (Ama ben şu an yazacak kadar hatırlamıyorum) Sonra ben: “Aziz Hocam, bu vatan toprakları ne zorluklarla alınmış. Küçücük kınalı kuzular toprağa karışmış!.. (İktidarı kastederek) Ne olacak, nasıl olacak bunlarla? Artık yapamazlar diyeceğimiz bir pervasızlıkları da kalmadı!” dedim. Erbakan Hocamız gülümseyip başlarını aşağı yukarı salladılar. Sanki “Sona gelmek ve müstahak oldukları akıbete erişmek için bunlar olmak zorunda” der gibiydiler. Ahmet Hocamıza baktılar, gülümseyerek: “Ne olacak Ahmet bunlarla? Nasıl olacak?” buyurdular. Ahmet Hocamız da aynı şekilde gülümsediler. Başlarını aşağı yukarı salladılar: “Takdir neyse o olacak! Bize emredilen neyse o olacak! Bize va’adedilen ve (haber verilen) neyse o olacak (ve hiçbir güç İlahi takdir planını bozamayacak, Hakkın hâkimiyetine engel koyamayacak)!” buyurdular. O esnada uyandım.
Rüyada geçen ezginin sözleri:
Dost cemalin benzer, Güneş’e Ay’a
Bakamam yüzüne, yandırır beni…
Aşığı kül eyler, sendeki ziya
Gonca güller gibi, soldurur beni…
Bu aşkın sevdayla, doldurur beni…
Kaşların Bismillah, gözler meramı
Sabırla beklerim, vuslat sıramı
Ey Tabibi Habip, gel sar yaramı
Bu senin hasretin, öldürür beni
Bu aşkın sevdayla, doldurur beni…
Seyit Meftuni’yem, hayranım sana
Acı şu halime, merhem et bana
Nolur bu gönlümü, al Senden yana
Ölüm bir vuslattır, buldurur beni
Bu aşkın sevdayla, doldurur beni…
Bu rüyanın te’vili yerinde Hocamızın yeni yazdığı şiir:
YA RAB, RAHMETİNİ UMAR AĞLARIM
Kurtar cehaletten, kurtar gafletten
Beynimi kalbimi, saran afetten
Ya Rab şekavetten, şerden şehvetten
Her daim nefsimi, kınar ağlarım
İki gözüm iki, pınar ağlarım…
Riyadan nifaktan, kurtar yalandan
Hileden haramdan, türlü talandan
Ruhumu gönlümü, derde salandan
Ey Dost mağfiretin, umar ağlarım
İki gözüm sanki, pınar ağlarım…
Uzaklaştır beni, hırs ve hasetten
Gizli rezillikten, kirli kasetten
Gönlüm sana çevir, kurtar hasretten
Bülbül gibi güle, konar ağlarım
İki gözüm iki, pınar ağlarım…
Her tür haksızlıktan, kinden gazaptan
Yararsız ilimden, yanlış hesaptan
Ne olur vicdanım, kurtar azaptan
İlahi bin pişman, döner ağlarım
İki gözüm sanki, pınar ağlarım…
Lütfeyle ibadet, ihlas ve takva
Kur’an’ına uygun, vicdani fetva
Yaşat bu ruhuma, cennet-ül Me’va
Huzur dolamadım, yanar ağlarım
İki gözüm sanki, pınar ağlarım…
Şeytani hayalden, kurgu bilimden
Şuur altındaki, şerli filimden
Yararsız halimden, kurtar dilimden
Şikâyetim Sana, sunar ağlarım
İki gözüm iki, pınar ağlarım…
Alnım ak huzura, çıkayım diye
Nefsi esaretten, bıkayım diye
Zindan duvarlarım, yıkayım diye
Her an kurtulmayı, sınar ağlarım
İki gözüm sanki, pınar ağlarım…
Hayra ulaşamaz, şerle barışan
Allah’ım zaferden, göster bir nişan
Yüreğim kan ağlar, ümmet perişan
En suçlu kendimi, sanar ağlarım
İki gözüm iki, pınar ağlarım…
Bedir Uhud ruhu, Gelibolu’da
Yeniden şahlanır, Anadolu’da
Milli Görüş Milli, Çözüm kolun’da
Zafer nidasını, duyar ağlarım
İki gözüm iki, pınar ağlarım…
Kalbimdeki kiri, şirki sökeyim
Günahkâr gözümden, yaşlar dökeyim
Sana yalvarayım, boyun bükeyim
İlahi va’dine, kanar ağlarım
İki gözüm sanki, pınar ağlarım…
Ya Rabbi setrettin, rezil etmedin
Davasından kaçan, hazil1 etmedin
Kapından kovup da, azil2 etmedin
Mübarek ismini, anar ağlarım
İki gözüm iki, pınar ağlarım…
1- Hazil: Aşağılık, dostunu ve davasını bırakıp kaçan alçak.
2- Azil: Görevden kovulan, yetkileri alınan.
https://www.millicozum.com/mc/ozel-yazilar/erbakan-hocamizla-canakkale-ruyasi/