‘‘DERİN DEVLET’‘ GERÇEĞİ
VE ABD’NİN TÖKEZLEYİŞİ
Köklü, güçlü ve Milli
merkezlerden örgütlü bütün devletlerin; bağımsızlık ve bekasını koruyup
garantiye almak, bölgesel ve evrensel projelerini uygulamak amacıyla teşkil
edilen’‘derin yapılanmaları ve stratejik savunma mekanizmaları’‘ meydana
getirilir. Bunları mevcut devlet ve hükümet organizasyonlarına aykırı ve farklı
oluşumlar sanmak doğru değildir. Tam aksine derin devlet, Milli Devletlerin
sigortaları konumundadır ve herhalde resmi hükümetlerle ve tabi özel
yöntemlerle irtibat ve intizam içinde hareket edilir. Bir devletin ve tabi
Milletin sinir sistemlerini kontrol edip yönlendiren beyin merkezleri sayılan
bu derin organizelerin, ya cehalet ve zafiyetlerle, ya acziyet ve
çaresizlikle, veya gaflet ve hıyanetle dejenere ve tasfiye edilmesi; onların
yerine dış güçlerin ve masonik çevrelerin geçmesi: Milli derin
devletin, kirli derin devlete dönüşmesidir ve o ülkenin gizli işgalidir.
Tarih bilginleri,
İslâm toplumunda rüşvetle iktidarı ele geçirmeye ilk çalışan şahsiyetin Hz.
Muaviye olduğunu söylemektedir. Hz. Ali (ra) taraftarlarından biri, Muaviye’nin
rüşvetle insanları yanına çektiğini görünce, o da Hz. Ali (ra)’ye şöyle
bir teklifi getirmiştir: ’‘Arapların ileri gelenlerini ve Kureyş
içinde muhalefet edip ayrılmasından endişe edilenleri Arap olmayanların üstünde
tut. Muaviye kendisine katılanlara böyle yapıyor. Halkın geneli için önemli
olan dünyalıktır. Onun için didinir, onun için mücadele verirler. Eşrafa
dilediklerini ver, işler arzu ettiğin şekilde düzelince, önceki adil
taksimatına dönersin.’‘ Bu teklife Hz. Ali (ra) şu cevabı
vermiştir: ’‘İslâm adına getirildiğim makamda zulümle mi zafer
kazanmamı tavsiye ediyorsunuz? Allah’a yemin olsun ki, gökte yıldız durdukça ve
bu iman kalbimde bulundukça, bu haksız ve ahlaksız uygulamaları, asla
yapmayacağım.’‘ Hz. Ali (ra), kardeşi Akil, yoksulluğunu ileri
sürerek hazineden mal istediğinde, ona da şöyle demiştir: ’‘Diğer
Müslümanlarla birlikte benim payım da gelinceye kadar sabret. O zaman kendi
hissemden sana da veririm.’‘ Kardeşi Akil, ’‘öyleyse, ben
de Muaviye’ye giderim’‘ deyince, Hz. Ali’nin (ra), ’‘dilediğini
yapabilirsin’‘ yanıtını vermiş, gerçekten de Akil,
Muaviye’den yüz bin dirhem alarak, onun safına geçmiştir.
Evet, tekrar
belirtelim ki: Milli ve köklü ülkelerin, özel güvenlik tertibatı ve sigortası
konumunda, mutlaka DERİN DEVLET’leri ve milli vicdanı temsil eden ’‘ortak
beyin merkezleri’‘ teşkil edilir. Örneğin Yahudi Lobileri ABD’nin derin
devletidir. Derinliği olmayan devlet bir nevi sahipsiz ve güvencesizdir. İşte
Mustafa Kemal de, Osmanlı Türkiye’sinin Derin Devleti tarafından tespit ve
tayin edilerek, Sultan Vahdeddin eliyle Anadolu’yu örgütlemek ve Milli Mücadele
fitilini ateşlemek üzere Samsun’a gönderilmiştir. Gittiği her yerde Atatürk’ü
valilerin karşılaması, paşaların hemen ona katılması ve halkımızın hemen ona
rağbet edip arka çıkması, kendisine verilen ve bir şekilde bütün ülkeye
bildirilen özel yetkiler sayesindedir. İşgalcileri ve özellikle İngilizleri
oyalamak için Vahdeddin’le, yakından tanıdığı yaveri Mustafa Kemal tam bir
danışıklı dövüş içerisindedir.
Osmanlı Derin Devleti,
dünyanın kötü gidişatına ve düşmanların hesaplarına bakıp, İstanbul’undüşmesi
ihtimaline karşı, B Planı olarak, Ankara’yı başkent yapmak ve yurdumuzu
buradan savunmak üzere 1. Meclis binasının yapım kararını 1915 yılında
vermiştir. Yetmez; Ankara’nın düşmesi halinde de, C Planı olarak bugün hala
lise olarak kullanılan Kayseri’deki tarihi bina inşa edilmiştir. Dengeler
dahisi Atatürk’ün şaibeli vefatından sonra, maalesef Türkiye Masonik ve
Sabateist gizli cuntanın güdümüne girmiştir. Nihayet rahmetli Erbakan’ın
siyasete atılıp Meclise girmesiyle bu milli merkez, yeniden derlenip
diriltilmiştir.
Örneğin:
1974 Şanlı Kıbrıs Harekâtı Milli Merkezin özel gayreti ve stratejisidir.
12 Eylül ihtilaline ABD izin verip sahiplenmiş, ama sonradan Derin Türkiye
bu harekâtı, Milli hedeflere yöneltmiştir.
28 Şubat’ı, ABD Yahudi Lobileri, NATO ve destekçileri ve yerli
işbirlikçileri; Erbakan’ın tarihi atılımlarını ve yeni bir dünya sevdasını
önlemek üzere tertiplenmiş ama Milli Türkiye, Mısır misali bir kaos ve katliama
fırsat vermeden, büyük tahribatlar yapan 28 Şubatçıların asıl şeytani
hedeflerini engellemiş ve tersine çevirmiştir. Ve sonunda işte ABD Federal
Hükümeti kepenk indirmiş, bir nevi iflasını ilan etmiştir.
Geçen hafta yaklaşık 4 milyar dolarlık uzun menzilli füze savunma sistemi
ihalesinin ÇİN’e bırakılması da, Hükümetin veya ABD-AB hizmetçilerinin değil,
Milli Türkiye’nin özel tercihidir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Amerika’da, ABD
yetkililerine ve gazetecilere, bu ihalenin Çin’e verilmesinden duyduğu üzüntüyü
dile getirmiştir. Demek ki önlemeye güçleri yetmemiştir. Bu ihaleye bir
misilleme olarak Roketsan’daki patlamaları NATO ve ABD tertiplemiştir.
Sonunda kaçınılmaz olan Siyonist-Haçlı güçlerle, Türkiye’mizin tarihi
hesaplaşmasında, düşmanların nükleer füzelerinden uçak gemilerine, deniz altı
muhriplerinden saldırı sistemlerine, tüm silah mekanizmalarını çalışmaz ve işe
yaramaz hale getirecek ‘‘teknoloji harikası projeler ve şifreler de, İşte
Rahmetli Erbakan Hocamızın gözetimde hazırlanıp Milli Merkezlere teslim
edilmiştir.
Her kavim farklı bir
meziyet ve faziletle var edilmiştir. İçlerindeki zalimler hariç hiçbir kavme
toptan düşmanlık yapılması ve dışlanması söz konusu değildir. Ancak
Kur’an’ı Kerimin ayet ve işaretlerinden, Hz. Peygamberimizin hadis ve
haberlerinden, bilimsel verilerden ve belgelerden öğreniyoruz ki, tarih boyunca
dünya düzenini ve dengelerini etkileyen iki kavim görülmektedir. Bunlardan
birisi; küfrün ve kötülüğün temsilcisi gibi davranan Siyonist Yahudiler, diğeri
ise; Hakkın ve hayrın takipçisi mümin ve mücahit Türkler öne çıkıvermektedir.
Son 350 yıldır, Osmanlının ikinci Viyana başarısızlığının ardından, dümeni ele
geçiren Siyonist Yahudi odaklar ve Haçlı ortakları, 2. Dünya Savaşından ve
Yalta konferansından sonra; maalesef tam bir zulüm ve sömürü düzeni
tertiplemişler, acımasızca Deccalizmi yürütmüşler ve Siyonizm’in dünya
hakimiyeti hevesiyle ve BOP çevresinde, son hedef olarak Suriye’yi parçalayıp
asıl Türkiye sınırına gelmişlerdir. İşte bu oldukça kritik aşamada Hz.
Peygamberimizin ‘‘Melheme-i Kübra- Büyük Yaralanma’‘ diye bildirdiği, Batılıların
ise Armegeddon dediği tarihi hesaplaşma artık kaçınılmaz gibidir. Yani tarihi inkilap
ve iktidarların Şeytani tetikçisi Siyonist Yahudilerle, Rahmani temsilcisi
Mümin Türkler arasındaki hakimiyet mücadelesi, büyük bir bilek güreşi ile
neticelendirilecektir. Allah’ın izniyle ve Efendimizin müjdesiyle bu savaşı
Erbakan’ın teknoloji harikası özel sistemleriyle Türkiye kazanıverecek ve tüm
insanlık yeniden huzur ve refaha erişecektir. Evet, tarihi çoğu kez kötüler
yazmaktadır, ama bu sefer iyiler ve müminler yazacak ve insanlık son saadet
medeniyetine yetişecektir.
Kararsızlık yaşamak ve
karamsarlığa kapılmak bu ‘‘DERİN YAPI’‘ların en büyük çaresizliği ve dizginleri
elden kaçırmış olmasının alametidir. İşte ABD’nin derin devleti olan Yahudi
Lobileri, Suriye ve İran konusunda ikiye ayrılmış vaziyettedir. Bir kesim
(Neoconlar) askeri müdahaleyi savunurken, temkinli kesim, diplomatik ve politik
ürkütmeyi yeterli görmekte; ABD’nin yeni bir dünya savaşına dönüşecek böyle bir
macerayı kaybetmesinden ve İsrail’in güvenlik ve geleceğinden endişe
etmektedir.
Füze Savunma Sistemi
ihalesinin ÇİN’e verilmesi, bu Hükümetin marifeti değil, Milli Derin Devletin
tercihidir!
Türkiye’nin uzun
menzilli bölge hava ve füze savunma sistemi ihalesi Çinli CPMIEC şirketine
verilmişti. Ancak yaklaşık 4 milyar dolar değerindeki projeyi ortak üretim
yöntemiyle gerçekleştirecek olan şirketin ABD’nin yaptırım listesinde bulunması
ilginçti. Füze sistemi ihalesinde Çinli CPMIEC şirketinin yanı sıra ABD’den
Patriot, Rusya’dan S-400 ve Fransa-İtalya ortaklığının geliştirdiği Eurosam
Samp-T füzeleri de yarışa girmişti. Ama sonunda Çinli CPMIEC şirketi tercih
edildi. CPMIEC, ABD yönetimi tarafından İran, Kuzey Kore ve Suriye Silahların
Yayılmasını Engelleme Anlaşması’nı ihlal ettiği gerekçesiyle yaptırım uygulanan
şirketler arasında gösterilmekteydi. ABD, bu ÇİN şirketine 2003’te de
İran’a silah sattığı gerekçesiyle yaptırımlar uyguladığı bilinmekteydi. Kararla
ilgili aynı ihalede yer elan ABD’li Patriot füzelerinin üreticisi Raytheon Co
RTN.N, kısa süre içinde Türkiye’den konuyla ilgili bilgi almayı beklediklerini
açıklayıp bir nevi tehdit etmişti.
Türkiye’nin Çinli
şirketi tercih etmesini değerlendiren uzmanlar, Çin’in teknoloji transferi
konusunda diğer teklif veren şirketlerden daha açık ve esnek davranmasının
seçimde etkili olduğunu belirtmişti. Today’s Zaman ve Savunma dergisi Jane’s
Defence yazarı Lale Kemal, kararın ABD yönetiminde ciddi bir rahatsızlığa neden
olabileceğini, ancak iki ülkenin genel ilişkilerinde olumsuzluk oluşturmayı
düşünmediğini söylemişti. ‘‘Evet, Çin’in iyi teknik teknolojik transfer dahil,
Türkiye’ye bu füzelerin üretiminde ileri teknoloji desteği vereceği
bilinmektedir. Fiyatı da 3 milyarın (dolar) biraz altına indirmiştir.
Uzun menzilli füze gibi ciddi yatırımlar, ciddi know-how gerektiren bir
projede, belki radikal ama böyle bir teknolojik birikimi Türk ekonomisine
getiren bir firmanın seçilmesi Milli ve cesaretli bir tercihtir. Milli
merkezler bu seçimle ben Avrupa, ABD’ye muhtaç değilim, ÇİN bize teknoloji
veriyor demiştir. Ancak Fetullahçı ve Amerikancı Lale Kemal’e göre ihalenin
Çinli şirkete verilmesi kararında geri adım atılması da gündeme gelebilir. Bu
firmaya ambargo da bir faktör olarak Türkiye’nin karşısına çıkarılabilir
diyerek, Siyonist merkezlerin tercümanlığını üstlenmiştir.
Türkiye’nin,
Cumhuriyet tarihinin en kritik savunma ihalelerinden biri olan uzun menzilli
hava savunma sistemi projesini Çin’e vermesinin yankıları sürerken, masonik
kaynaklar ABD’nin, kendi sistemlerinin yanına Çin füze ve radarlarının
konuşlandırılmasına izin vermeyeceğini ve bunun ileride önemli sorunlara yol
açabileceğini dile getirmiştir. Ayrıca Ankara’nın Pekin’le böyle bir
işbirliğine gitmesinin, Amerika ve Avrupa’dan teknoloji transferini de
zorlaştıracağı belirtilmiştir. Yabancı firmaların Çin ile çalışan şirketlerle
iş yapmaya yanaşmamasının da Türk savunma sektöründeki oyunculara olumsuz
yansımalarının olabileceği dile getirilmiştir. Öte yandan Fetullahçı ve
Amerikancı yine Zaman’a bilgi veren kaynaklar, Çin’in daha önce Türkiye’ye
Yıldırım füzelerinin üretilmesinde yardımcı olduğunun ve teknolojiyi paylaşmakta
çekingen davranmadığının altını çizip Türkiye’yi caydırmaya yeltenmiştir.
Şimdi, bu denli ödemli
ve Türkiye’nin kendi kendine yeterli sonuçlar doğuracak ve ülkemizi NATO’ya
yani BATI’ya bağımlılıktan kurtaracak böylesine kritik ve stratejik büyük bir
ihalenin ABD, AB ve İsrail baskısına rağmen ÇİN’e verilmesi,
- Ya Amerikan
yetkililerine bu konudaki üzüntülerini ve özürlerini beyan eden Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’e ve Fetullah Gülen Cemaatine karşı, Sn. Başbakan Erdoğan’ın artık
Milli cepheye geçtiğinin ve kendisini iktidara taşıyan merkezlere rest
çektiğinin bir göstergesidir. - Veya Milli Derin
Devletin stratejik konularda AKP iktidarını istediği gibi yönlendirdiğinin bir
işaretidir. - Ve tabi, Milli
Türkiye’nin Amerika’yı ve NATO’yu takmayan bu tavrı, büyük bir hesaplaşmanın
yaklaştığının da alametidir.
Batının Türkiye’ye füze uyarıları Milli kararı değiştirmemiştir:
ABD ve NATO,
Türkiye’den füze savunma sistemiyle ilgili kararını gözden geçirmesini istemiş
ve dolaylı biçimde tehdit etmiştir. ABD’li yetkililer, bu konudaki
kaygılarını’ Türk yetkililere ilettiklerini ve görüşmelerin süreceğini
söylemiş, NATO da, Ankara’nın diğer müttefikleriyle uyumlu bir sistem seçmesini
beklediklerini bildirmiştir.
ABD Dışişleri
Bakanlığı sözcüsü Marie Harf, füze savunma sistemi ihalesinin bir Çin firmasına
verilmesi konusundaki endişelerini’ Türk yetkililere ilettiklerini
söylemiştir. Harf, ’‘Türk hükümetine, NATO sistemleriyle veya
kolektif savunma kabiliyetleriyle birlikte çalışmayacak bir füze savunma
sistemi için ABD’nin yaptırım uyguladığı bir şirketle sözleşme görüşmelerine
ilişkin ciddi kaygılarımızı ilettik’‘ demiştir. Harf,
Dışişleri Bakanı John Kerry’nin de, BM Genel Kurulu görüşmeleri sırasında
ülkesinin bu konudaki kaygılarını Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile
konuştuğunu belirtmiştir. ABD’li sözcü, bu konuya ilişkin temasların iki ülke
arasında süreceğini de eklemiştir. Türkiye’nin füze savunma sistemi tercihiyle
ilgili bir eleştiri de NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’den
gelmiştir. Rasmussen, Ankara’dan diğer müttefikleriyle uyumlu bir sistem
seçmesini beklediklerini söyleyip: ’‘Bizim için önemli olan her
ülkenin diğer ülkelerle aynı sistemler içinde faaliyet gösterebilmesidir.
Umarım Türkiye de bunu kabullenir’‘ şeklinde sızlanıvermiştir.
Tam da bu süreçte,
MİLGEM’in ikinci gemisi Büyükada’ denize indirilmiştir. Milli Gemi (MİLGEM)
projesi kapsamında tamamen yerli imkânlarla üretilerek donanmaya teslim edilen
TCG Büyükada (F-512) törenle denize indirilmiştir. 2011’de denize indirilen TCG
Heybeliada’nın kardeşi TCG Büyükada, 260 milyon dolara mal edilmiştir. Geminin
uzunluğu 99,5 metre, eni ise 14,4 metre genişliğinde. Büyükada’nın denize
indiriliş ve üçüncü kardeş Burgazada’nın ilk kaynak törenine Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Milli
Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım,
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Bülent Bostanoğlu ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ahmet Turmuş da gelmiştir.
Törende konuşan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Bostanoğlu, MİLGEM
projesinin Türk milletinin omuzlarında yükselen bir proje olduğunu söylemiştir.
Projenin ilk ürünü Heybeliada’nın 2011’den bu yana Atlas Okyanusu ve çevresinde
Türk bayrağını dalgalandırdığını, dost ve müttefik birçok ülkelere liman
ziyaretinde bulunduğunu anlatan Bostanoğlu,’‘Heybeliada katıldığı harekât
ve tatbikatlarda kendisine verilen her türlü görevi büyük bir başarı ile
tamamladı. Kardeşi Büyükada’nın da yüce Türk milletine başarıyla hizmet
edeceğine tüm kalbimle inanıyorum.’‘ demiş ve 3. ve 4. Gemilerin
Burgazada ve Kınalıada’nın inşasının İstanbul Tersanesi Komutanlığı’nda
gerçekleştirileceğini de belirtmiştir.
D-8’lerin önemli üyesi
ve Erbakan Hoca’nın takipçisi Endonezya ile ÇİN’in ortak yatırımları dikkat
çekicidir!
Çin Devlet Başkanı Şi
Cinpin: ’‘Asya-Pasifik’te güzel bir gelecek oluşturalım’‘ sözleri
yeni ve adil bir dünyanın habercisidir. Şi Cinpin, geçen ay Endonezya’nın Bali
Adası’nda düzenlenen Asya- Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (APEC) Sanayi
ve Ticaret Liderleri Zirvesi’ne katılıp Çin’in reform ve dışa açılma
politikasını izlemeye devam edeceğini belirtmiş, Çin ekonomisinin
sürdürülebilir gelişmesine tam güven beslediğini söylemiştir. Çin Cumhurbaşkanının: ’‘Büyümenin
itici gücü nereden kaynaklanıyor? Bence, bu güç reformdan, yaratıcılıktan
kaynaklanıyor. Asya-Pasifik ekonomileri bu konuda öncülük yapmalı. Asya-Pasifik
ekonomisinin dünya ekonomisinin yeniden canlanmasında önderlik rolünü oynaması
için bölgesel ekonomilerde yaratıcılık geliştirme, ortaklaşa büyüme ve
çıkarları birleştirmeye dayalı açık dip ekonomik büyüme tarzının oluşturulması
hızlandırılmalı. Yeni gelişme aşamasına giren Çin ekonomisinde, büyüme tarzının
değişmekte ve yapısal düzenleme derinliğine gerçekleştirilmektedir. Bu sürede
muhakkak acı ve sıkıntılar çekilecek, ancak bütün bunlara değecektir. Gökkuşağı
genelde rüzgâr ve yağmurdan sonra çıkar. Çin ilerlemek isterse, reform ve dışa
açılmayı kapsamlı şekilde derinleştirmesi gerekir’‘ sözleri
önemlidir.
Asya-Pasifik inşası
için Çin’in önerileri:
- Pasifik
Okyanusu’nun iki yakasını kapsayan sıkı bağların kurulması. Bu çevrede 21 ülke
ekonomisi ve 2 milyar 800 milyon nüfusa sahip Asya-Pasifik’te temel üretim
elemanlarının serbest bırakılmasının güvence altına alınması, Asya-Pasifik
bölgesinde entegrasyonun sağlanması, - Sıkı, entegrasyonu
sınırlayıcı engellerin aşılarak, hükümet, özel kuruluş ve uluslar arası
kuruluşların geniş biçimde katılacağı yatırım ve finansman ortaklık
ilişkilerinin oluşturulması, - Bölgesel ve uluslar
arası işbirliği çevresinde entegrasyon ve altyapı tesisleri inşasının
hızlandırılması, - Sıkı entegrasyon
aracılığıyla Asya-Pasifik halklarının ekonomi ve ticaret, finans, eğitim, bilim
ve kültür gibi alanlarda daha sıkı bir şekilde bağlanması ile karşılıklı
anlayış ve güvenin arttırılması.
Bu önerilerin,
Erbakan’ın D-8 hedefleriyle uyuşması dikkat çekiciydi. 3 Ekim 2013
tarihli YURT Gazetesi, daha önce Aydınlık Gazetesi, Şam müftüsünün Lübnan
Üniversitesi Rektörünün Rahmetli Erbakan’ın Recep Tayyip Erdoğan’la
ilgili kendilerini uyardığını, bunların Siyonizmin etki alanına kaydığını, itiraf
ettiklerini yazmalarına rağmen hala Mehmet Faraç’ın (10 Ekim 2013 Aydınlık) ve
Mustafa Mutlu’nun (9 Ekim 2013 Aydınlık) AKP’yi Milli Görüş’ün devamı saymaları
ve Erbakan’a çatma küstahlıkları tamamen İslam düşmanlığının bir eseriydi ve bu
kafa ve yaklaşımla hem AKP’ye mazeret ve meşruiyet kazandırılmakta, hem de
Milli düşünceli insanların gayretleri boşa çıkarılmakta idi.
Ergenekon’dan 28 Şubat soruşturmasına, Milli Derin’lerle Kirli
Derin’lerin mücadelesi!
Türkiye’de darbeleri
ve iktidarı hizaya getirme girişimlerini, ya dış güçler ve kirli
işbirlikçileri; veya Milli merkezler organize etmekteydi. Örneğin Ergenekon
soruşturmalarına önce sahip çıkan, sonra ’‘bu gidişle orduyu yönetecek
kalmayacak’‘ anlamında kuşku ve korkularını yansıtan Başbakanın bu
tavrı önemli ipuçları vermekteydi. Özellikle Erbakan iktidarına yönelik 28
Şubat postmodern Darbe soruşturmalarının ve hesap sormaların, sadece askerlerle
sınırlı tutulmaya çalışılması dikkat çekiciydi. Oysa 28 Şubat gibi darbelerin
beş ayağı olduğu bilinmekteydi:
- Tertipçisi ve
talimat vericisi: ABD Yahudi Lobileri - Teşvikçisi ve
tahrikçisi: Masonik ve kiralık Medya cephesi - Tazyikçisi ve
finans ekibi: İş çevreleri, rantiye ve faiz lobileri - Toplumsal destek
üreticisi: Siyasi işbirlikçiler, sendika temsilcileri ve sivil toplum örgütleri - Tetikçisi ve tatbikçisi: TSK içindeki cunta heveslileri.
Şimdi bu ‘‘5-T’‘
formülünün sadece ‘‘Tetikçi’‘lerini suçlayıp, sorgulayıp cezalandırmak, ama asıl
tertipleyici ABD Yahudi Lobilerini hiç ağzına almamak ve yerli teşvikçi,
tazyikçi ve toplumsal destek üretici kesimlere hiç dokunmamak, nasıl bir adalet
işletme ve demokratikleşme sürecidir!?
Ergenekoncu Mehmet Haberal, Arınç’la niye bir araya gelmiştir?
Haberal tahliye olur
olmaz “Başbakanımız Sayın Tayyip Erdoğan yakın
arkadaşımdır”açıklamasını yapmıştı. Peşi sıra Fetullah Gülen’in
veliahtı kabul edilen Fatih Üniversitesi Rektörü Şerif Ali Tekalan’ın ayağına
koşmuş, derken ardından Bülent Arınç’la buluşmuşlardı. Evet, Ergenekon sanığı
Prof. Mehmet Haberal ilginç ve derin ilişkilere başlamışlardı. Bu tarzı: “Haberal
tahliye olma adına anlaşma mı yaptı?” spekülasyonuna yol
açmıştı. Sahibi olduğu televizyon kanalı B TV’nin Tayyip’i zerre üzmeyen
yayınları, Fetullahçılara yaklaşmaları ve derken Arınç ile fısıldaşmaları başka
nasıl yorumlanırdı? Hatta “Böyle giderse Haberal AKP’ye bile
katılırdı, nasıl olsa AKP’yi onun otelinde kurmuşlardı!” diyenler
haksız mıydı? Bu arada hükümetin hazırlayıp yasalaştırdığı nefret suçlarıyla
ilgili olarak bağımsız bir kurul oluşturulmaktaydı. Buna göre, önce o kurul
beyanın nefret suçu olup olmadığına karar alacak, sonra konu yargıya
taşınacaktı. Kurul üyelerini ise Tayyip Erdoğan atayacaktı. Yani neyin nefret
suçu olup olmadığını, yargıdan önce Tayyip Bey ve adamları araştıracak ki bu,
RTÜK misali yeni bir siyasi yapılanmaydı. Hedeflenen Siyonist odakları ve AKP
yandaşlarına tenkide kalkışma, hatta imada bulunma ve benzetme yapma yasağıydı.
‘‘Postmodern karşı devrim’‘ mi, yoksa güdümlü ve güdük sisteme ‘‘ılımlı İslam’‘
cilası sürülmesi mi?
‘‘Yargıtay’da
görülen Balyoz Darbe Planı Davası’nın temyiz duruşmaları tamamlandı
ve 237 sanık hakkında verilen mahkûmiyet cezası onanıp kesinleşti. Yani yüksek
mahkeme, içinde cemaate ait Delil Üretim Merkezi’nde ( DÜM ) imal
edilen dijital terör unsuru belgeler olan, yalancı tanık ifadeleri süslenen ve
daha bir sürü kepazelikler olan bu dosyayı hukuk tarihine geçecek şekilde
neticelendi. Balyoz kelimenin tam anlamıyla Postmodern
Karşı Devrimin geçilmesi gereken çok önemli bir süreciydi ve şimdilik
sorunsuz geçilmiştir. Karşı Devrim bütün hızıyla hedefine
doğru ilerlerken siyasetçilerimiz, askerlerimiz ve aydınlarımız bu durumu
trenin geçişi gibi izlemeye ve birbirlerini suçlamaya devam etmektedirler.
Geniş halk kitlelerinde algı da böyledir. Mutlaka bilinmeli ve gözden uzak
tutulmamalıdır ki, ülkemizi başkalaştırmaya çalışan ve karşı devrimle birlikte
rejim değişikliği peşinde koşan asli unsur emperyalizmdir. Erdoğan, AKP ve
cemaat onun tetikçileri ve işbirlikçileridir.’‘ diyenler,
bilerek veya bilmeyerek AKP’nin ekmeğine yağ sürmektedir. Çünkü Türkiye’de
yapılan ‘‘Karşı devrim’‘ falan değil, emperyalizmin sömürü çarklarına ‘‘ılımlı
İslamcılık’‘ cilası çekilmektedir.
Dikkat, Hatay’ın yarıdan fazlası satılıvermiştir!
Yabancılara toprak
satışını düzenlenen kanunla birlikte yabancılara satılabilecek arazi miktarı 25
dönümden 300 dönüme çıkarılıvermiştir. Yeni kanunun ardından Tapu ve Kadastro
Genel Müdürlüğü’nün Ocak 2012 verilerine göre Hatay’da 1974 yabancıya, 1320
parselde toplam 3 milyon 722 bin 824 metrekare toprak satıldığı tespit edilmiştir.
5 milyon 556 bin metrekare bir alan sahip olan Hatay’ın bu satışlarla birlikte
yarıdan fazlası yabancıların eline geçmiş vaziyettedir. Milli Gazete’den
Fatih Yedier’in haberine göre Hatay’ın yarıdan fazlasının yabancılara satılması
tesadüf değildir. Bölgede yaşanan sıcak gelişmeler sürerken, toprak alımlarının
devam ettiği belirtilmektedir, benzer bir durumun Urfa için de geçerlidir.
Hatay, hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen çok
sayıda yerleşim yerini içinde barındıran bir ilimizdir. Dünyanın ilk mağara
kilisesi ve Hıristiyanların en önemli ibadet mekânlarından olan St. Pierre
Kilisesi, Hatay sınırları çevresindedir. Vatikan’dan sonra Hıristiyanların
ikinci hac yeri ünvanını taşıyan bu kilise yakın bir süre önce restorasyona
alınmış, Antakya Musevi Havrası Vakfı da iki tarihi konutu restore ettirerek,
buraları şehre gelecek Yahudilerin için “Antakya Musevi Konuk Evi”ne
dönüştürmüşlerdir. Bu kapsamda 2005 yılında Hatay’da I. Hatay Medeniyetler
Buluşması adı altında bir toplantı düzenlenmiş; beş gün süren toplantının
açılış konuşmasını İstanbul Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos yapmış,
toplantıya dünyadan çok sayıda din adımı katılmıştı. Hatay’da farklı inanç
gruplarına mensup vatandaşların yaşıyor olması, Hatay’ı medeniyetlerin ve
inançların birleştiği bir yer olarak göstermek isteyenler için bulunmaz bir
fırsat sunmakta, ne yazık ki yetkililer de yaptıkları çalışmalarla, ifsad
faaliyetlerine çanak tutmaktaydı. Türkiye’nin yüzde 10’u gözden
çıkarılmış durumdaydı. Eskiden bir ilin en fazla binde onu
satılabilirken, günümüzde ise AKP iktidarında:’‘Türkiye’nin yüzde 10’unu
geçmez’‘ şeklinde değişiklik yapıldı. Yani Türkiye’nin bu manada
yüzde 10’u gözden çıkarılmış durumdaydı. Hatay’ın yarıdan fazlası böylece
resmen ve fiilen elden çıkarılmışken, Konya arazilerinin ise yüzde 7’si
yabancılara satılmıştı. Yabancılara satış konusunda belirlenmiş sınır Hatay’da
katbekat aşılmıştı. Özellikle Suriye’de yaşanan gelişmeleri fırsat bilerek
bölgedeki arsaların hızla el değiştirdiği anlaşılmaktaydı. Hatay gibi Urfa’da
da benzer alımların arttığı ve savaşsız-silahsız çoğu Yahudi asıllı
yabancıların vatan topraklarını satın aldıkları ve maalesef AKP iktidarının bu
sinsi ve tehlikeli girişimlere kolaylık sağladığı sırıtmaktaydı.[1]
Bu arada Ermenistan
sınırı da gizlice gevşetilmekte; Hükümet, askeri yasak bölgeyi ‘tarım faaliyeti
açma’ adı altında 30 yıllığına kiraya vermekteydi!
AKP iktidarı;
Ermenistan, İran, Nahcıvan ve Türkiye arasındaki askeri yasak bölgeyi ‘tarım
faaliyeti açma’ adı altında 75 bin dekarlık araziyi 30 yıllığına kiraya
çıkarması kafaları karıştırmıştı. Tarım Bakanlığı’na bağlı Tarım İşletmeleri
Genel Müdürlüğü’nün davet ilanında kurulacak ortaklıkta, iştirakçi özel
sektörün payının yüzde 65’ten az olamayacağı ve TİGEM payının da yüzde 15-25
arası olabileceği hatırlatılmıştı. Türkiye’nin en doğu ucunda bulunan TİGEM
Kazım Karabekir İşletmesi Iğdır’ın Aralık İlçesi’ne bağlı Dilovası (Dilucu)
bölgesinde yer almaktaydı. 118 bin dekarlık işletmenin 90 bin dekarlık bölümü
Dilovası içinde ve aynı zamanda askeri yasak bölge konumundaydı. Devlet Üretme
Çiftlikleri’ne (DÜÇ) bağlı olarak 1953’te kurulan işletme 1983’te Kazım Karabekir
Tarım İşletmesi adı altında TİGEM’e bağlanmıştı. İşletmede esas olarak
hayvancılık, tohumlama ve koyun ıslahı gibi faaliyetler yapılıyor ve toplam 120
civarında personel çalışmaktaydı. Özel sektöre davet ilanının VI-k maddesinde, işletme
hudut bölgesinde yer aldığından Askeri Yasak Bölgeler Kanun ve Yönetmeliği
esaslarına uyulması gerekeceği de açıkça vurgulanmıştı. İlanın
giriş bölümünde 75 bin dekarlık arazinin ”tarımsal faaliyette bulunmak üzere”
özel sektöre açıldığı belirtilirken, VI-m maddesinde bu sahada ”yeni
tarım alanı açılmaması” şartı koşulmaktaydı. Bu bölgenin
uzun süredir özellikle ABD’de yaşayan Ermenilerin ilgi alanı içinde olduğu
önemli bir ayrıntıydı. Geçmişte bazı ABD tarım firmalarının da, bölgenin
tarımsal faaliyete açılması halinde burada yatırımı düşündüklerini belirtmemiz
lazımdı. Tarım İşletmesi’ne Kazım Karabekir adı verilmesi, Karabekir’in 1917 ve
1920 yıllarında iki kez Ermenistan’a yönelik olarak bu bölgelerde yaptığı
askeri harekâtlardaki başarısından kaynaklanmıştı. Böylece Onun hatırası da
silinmiş olacaktı.[2]
Bugünkü Damat Ferid tiynetli sadrazamları (Başbakanları) tanımak önemliydi!
Birinci Dünya Savaşı
sonrasında imzaya zorlandığımız Sevr’i, Padişah’a imzalatmak için türlü
dolaplar çeviren Damad Ferid Paşa, sadrazamlıktan çok İngilizlere uşaklığıyla
bilinmektedir. Batı hayranlığı ve uşaklığıyla ömrünü geçiren, sonunda da
onların kollarında canını teslim eden Damad Ferid, kurduğu Divan-ı Harp
Mahkemeleri’yle ünlenmiştir. Anadolu’daki Milli mücadeleyi baltalamak adına
yaptıklarının gelecek nesillere aktarılması gerekmektedir. Damad Ferid’in
hayatını özetlemeye çalışırken, Batılıların bugünkü ‘‘Damad Ferid’‘ler
aracılığıyla milletimizi çürütme amacından vazgeçmediğini görmemiz önemlidir.
Tahsilini İstanbul’da bitiren ve daha sonra Hariciye’de iş hayatına başlayan
Mehmed Ferid önceleri Paris, Berlin, Petersburg ve Londra sefaretlerinde ikinci
kâtiplik daha sonra da Londra’da başkâtiplik görevine getirilmiştir. Sadrâzam
Kâmil Paşa’nın aracılığıyla Sultan Abdülmecid’in dul kızı Mediha Sultan’la
evlenerek Damad Ferid ismiyle tanınmış, kısa bir süre sonra vezirlik rütbesiyle
Şûrâ-yı Devlet âzalığına tâyin edilmiştir. Mediha Sultan’ın Baltalimanı’ndaki
sarayına yerleşen, kavuştuğu damatlık ve paşalık sıfatlarını az bularak gözünü
Londra Sefareti’ne diken Ferid, bu isteğini hanımı vasıtasıyla Abdülhamid Hân’a
iletmiş, ancak kabul görmemiştir. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte tekrar
balo ve toplantı salonlarında arz-ı endam etmeye başlamış. Dönemin Hürriyet
Kahramanlarına (Talat ve Enver Paşalar) özenerek İttihat ve Terakki sözcülüğüne
soyunan Damad Ferid, bir makam elde etmek için yaptığı konuşmalarla türlü
dalkavukluklar sergilemiş ve sonucunda İttihatçılardan sadece Ayan Azalığı’nı
koparabilmiştir.
Sultan Vahdeddin’in: ’‘Üç mel’undan
biri Ferid’‘ tesbitleri!
Birinci Dünya Savaşı
sonrası Talât Paşa’nın sadâretten istifasıyla İttihat ve Terakki iktidardan
düşüp tarihe karışırken, sadrazamlığa getirilen Ahmed İzzet Paşa’nın istifasıyla
görev verilen Tevfik Paşa’nın da ayrılmasıyla 4 Mart 1919 tarihinde Dâmâd Ferid
Paşa sadrâzam oluvermiştir. Herhangi bir özelliği değil de sadece damat olması
hasebiyle getirildiği Ayan Azalığı sonrasındaki sadaretinde yaptığı korkunç
icraatları birkaç kelime ile anlatılabilecek türden değildir. Bu makama 5 kere
getirilen Damad Ferid Paşa’nın toplam bir sene bir ay sekiz gün süren
sadrazamlıkları esnasında kurulan Divan-ı Harp Mahkemeleri ve Milli Mücadele’ye
karşı takındığı tavır ‘‘Vatana ihanet’‘le eşdeğerdir.
Son derece namuslu bir
kişi olarak bilinen Mabeyn Başkatibi Ali Fuad Türkgeldi ‘‘Görüp İşittiklerim’‘
isimli kitabında Hazîne-i Hâssa Müdür-i Umumisi Refik Bey’den naklettiği,
‘‘Sultan Vahideddin, şehzadeliğinde ‘‘Dünyada üç mel’un vardır, bunlar bir sac
ayağıdır: Biri bizim hemşire (Dâmâd Ferid’in eşi Mediha Sultan), biri zevci
olan Ferid Paşa, biri de oğlu Sami (Mediha Sultan’ın ilk eşi Necib Paşa’dan
olan oğlu) dermiş’‘ tespitleri önemlidir. Sultan Vahideddin’in, daha şehzadelik
yıllarında ‘‘mel’un’‘ olduğuna inandığı bu adamı Osmanlıyı kuşatan Masonların ve
dış odakların dayatılmasıyla icra makamının en üstünü 5 kez teslim etmek
zorunda kaldığı ve zaman kazanmaya çalıştığı bilinmektedir.[3]
‘‘Damat Ferit, vaktâ ki Avrupa’ya gitmiş, orada alafrangalaşıp Müslümanlığa
düşman kesilmiştir’‘
Geçtiğimiz senelerde
Rahmet-i Rahman’a kavuşan yazarımız Mustafa Müftüoğlu, Damad Ferid’le ilgili
şunları söylemiştir: ‘‘Bir iddiaya göre, bu Damat Ferid serserisi, henüz damat
olmadan, hattâ hariciye dairesine girip Avrupa’ya gitmeden evvel pek dindar imiş.
Her gün sabah namazlarını Ayasofya Camii’nin top kandili altında kılar imiş.
Vaktâ ki Avrupa’ya gitmiş, orada alafrangalaşıp Müslümanlığa düşman kesilmiş.
Avrupa’dan dönüşünde, kavuştuğu nice nimetlerden sonra, evinde kullandığı erkek
ve kadın hizmetçilerin hepsi Rum imiş. Sözlerinde, nutuklarında, yazılarında
hep Yunan ve Lâtin darb-ı mesellerinden ve rivayetlerinden söz eder, âyet-i
kerime ve hadis-i şerifi kat’iyyen ağzına almazmış. Hülâsa, tamamen
Garplılaşmış, milliyet hislerini kaybetmiş ve kozmopolit bir adam olup
çıkıvermiştir.[4] Bu iddiayı, İbnü’l-Emin Mahmut
Kemal Bey’in yazdıkları da teyit etmektedir!..
ABD Derin Devleti tökezlemektedir ve bu bir çöküş alametidir!
Güneydoğu Asya Uluslar
Birliği ASEAN, 8 Ağustos 1967’de Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya ve
Singapur arasında kurulmuştu, örgütün hedefi, Vietnam Savaşı’ndan kaynaklanan
yeni devrimci dalgaya barikat olmaktı. Yıllar içinde örgütün misyonu değişti.
Hatta 1995’te Vietnam, 1997’de Lao ve 1999’da da Kamboçya örgüte katıldı. ABD
için örgütün yeni dönemde önemi ise Çin’e karşı denge araçlarından biri
olmasıydı. Ancak, Amerika’nın Sesi, son ASEAN zirvesine dair haberini şu başlıkla
aktarmıştı: “ASEAN Zirvesi Çin’e yaradı.” (Amerika’nın Sesi, 10 Ekim
2013) Bu oldukça önemli saptamanın başlığa çıktığı haberin spotu ABD’nin
tökezlediğinin kanıtıydı: “Başkan Barack Obama’nın federal
hükümetin kapatılması yüzünden iptal edip gitmediği ASEAN’ın yıldızı Çin
oldu.”
Amerika’nın Sesi’ne
göre 10 ASEAN ülkesinin dördüyle münhasıran ekonomik bölgeler konusunda
sorunlar yaşayan ve sorunlarını ASEAN yerine üye ülkelerle ikili çözmeye
çalışan Çin, bu son zirveden önemli kazanımlarla çıkmıştı. ABD Kongresi’nin iki
kanadının hükümete geçici harcama yetkisi veren yasa üzerinde anlaşamamasının
ardından federal hükümetin faaliyetleri kısmen askıya alınmıştı. ABD’den yayın
yapan Amerika’nın Sesi Radyosu’nun internet sitesindeki haberinde bildirdiğine
göre, Demokrat Parti’nin kontrolündeki Senato ve Cumhuriyetçi Parti’nin
kontrolündeki Temsilciler Meclisi’nin geçici bütçe üzerinde 30 Eylül 2013
gecesine kadar anlaşması bekleniyordu ama olmamıştı. Kongre’nin geçici bütçe
üzerinde zamanında anlaşamaması, 1 Ekim tarihinden itibaren harcama yetkisi
kalmayan federal hükümetin tamamen olmasa da kısmen durmasına yol açmıştı.
Yahudi Lobilerinin çelişkileri ve ABD’nin çaresizliği!
İsrail, bölgeye
sınırlı müdahaleler yapılmasından değil, Amerikan ordusunun bölgede sürekli
kalmasından yanaydı. Suriye’nin hala kazanılamamasının ve İsrail’in uzun
zamandır içinde yaşadığından daha düşman bir bölgede kalmasının faturasını
“takatsiz olduğu ölçüde gönülsüz” Obama yönetimine ve Pentagon’a
kesiyor. Rusya ve Çin, kuşkusuz İran, Suriye’nin arkasında bu denli tavizsiz
durduğu sürece Amerika’nın Suriye’yle açık savaşa girebilmesi için bir 3. Dünya
Savaşı’nı göze alması lazımdı. Üstelik bunun, karşı cephenin gücü karşısında
muhtemelen hem diğer ülkeler, hem de kendi kamuoyu tarafından yalnız
bırakılabileceği bir savaş olabileceğinin farkındaydı. Amerikan yönetiminin
isteksizliği buradan kaynaklıydı ve ABD derin devleti (Yahudi Lobileri)
Suriye’ye müdahale konusunda ikiye ayrılmıştı. Bazı Siyonist
Stratejistler, ABD’nin bu savaşı kazanma şansı ve imkanı kalmadığını,
kaybedilmesi halinde İsrail’in de bölgede barınamayacağını belirtip temkinli
davranmaktaydı. Neocon’lar ise, her ne pahasına olursa olsun, Suriye’ye
saldırılıp parçalanması, hatta gerekirse İran ve Türkiye ile de çatışmanın göze
alınması gerektiğini, aksi halde süper güç imajının tükeneceğini savunmaktaydı.
Ve aslında ABD derin devletinin bu kararsızlığı acizlik ve çaresizliğinin de
ispatıydı.
Amerika Suriye’de açık
bir savaş yapamayacağını ve elindeki çetelerle bir yere varamayacağını
anlayınca geri adım atarak ve suçunu El-Kaide gibi örgütlerin sırtına yıkmak ve
“diplomasinin erdemine” vurgu yapmak zorunda kaldı. Bu nedenle
“örtülü savaş” doktrinine kaydı ve İsrail’in tüm itirazlarına,
komplolarına ve provokasyonlarına rağmen, savaşın karargâhını Pentagon’dan
CIA’e aktardı. Ve Kerry’nin BM’de, kendi Senatosu’nun itirazlarına rağmen
imzaladığı “silah kontrolü anlaşması” bu görevin Pentagon’a
verilmesini imkânsız kılmıştı. Obama’nın yeni “dış siyaset” üçlüsü
içinde en ısrarlı ve saldırgan, İsrail’e en yakın isim olarak tanınan Kerry
bile şaşkındı. Tekel medyamızın allayıp pullayarak abarttığının tersine, tüm
dünya Obama’nın gelgitler içinde olduğunun farkındaydı. Kerry’nin savaş diye
bağırmasının hemen ardından Pentagon ve Genelkurmay Başkanı’ndan aldığı
“tokat gibi” yanıtlar da yabancı basında yer almıştı. ABD Genelkurmay
Başkanı Dempsey, “Siz neden bahsettiğinizi biliyor musunuz”,
edasındaydı. Bloomberg’den Jeffrey Goldberg, “Pentagon Shoots down Kerry’s
Syria Airstrike Plan”, (“Pentagon, Kerry’nin Suriye’yi Uçakla Vurma
Planını bozuyor”) başlıklı yazısında, Beyaz Saray toplantısında
Dempsey’nin, Kerry’e yüklendiğini ve “State Department didn’t fully grasp
the complexity of such an operation”, Dışişleri’nin bu türden bir
operasyonun karmaşıklığını, güçlüğünü tam olarak anlamaktan uzak olduğunu
hatırlattığı vurgulanmıştı.
Oysa İsrail Amerikan
ordusunun Ortadoğu’dan ayrılmamasından yanaydı, ancak Amerikan ordusu doğrudan
bölgeye müdahale etmeyecekse, ya da Obama’nın son ay içinde söylediği gibi pek
“sınırlı” bir müdahaleyle yetinecekse, İsrail’in kendi geleceğinden
elbette tedirgin olacaktı. Arap baharı, ilk “demokrasi” rüzgârının
ardından geriye, bitmeyen çatışmalar, acılar ve katliamlar, Rusya-İran eksenine
yakınlaşan yönetimler ile “radikal” örgüt ya da çeteler kalmıştı.
İsrail, Petraeus çizgisini yumuşak bulurken, Amerikan ordusunun
“görevini” CIA’e bıraktığı ve şimdilik bundan öteye adım atamadığı
bir Ortadoğu’yla karşı karşıyaydı. İsrail’in CIA’in getireceği kıyımı ve yıkımı
yeterli görmediğini açıktı.[5]
‘‘ABD hâkim sınıfları
içinde İsrail’in bir yük olmaya başladığı görüşleri son yıllarda ağırlık
kazanmaktadır. Örneğin ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew
Brezezinski’nin İsrail’in İran’a saldırma olasılığının konuşulduğu günlerde
yaptığı şu çok çarpıcı açıklama öğreticidir: “Eğer İsrail savaş
uçakları, Irak hava sahasını kullanıp İran’a saldırırsa ABD savaş uçakları
havalanıp onlarla savaşmalı. İsrail’in uçakları tepemizde uçarken oturup
seyredecek miyiz, onlara bu hakkı vermeme konusunda ciddi olmalıyız”[6] Siyonist Stratejist Brezezinski’nin
bu sözleri, aslında İsrail’i koruma amaçlıdır ve Amerika’nın kaybetmesi
kuşkusundadır.
Daha anlamlısını ise
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden dile getirdi: “Eğer bir İsrail
olmasaydı çıkarlarımızın korunabildiğinden emin olmak için bir tane İsrail icat
etmek zorunda kalabilirdik”[7] Yahudi Joe Biden bu sözleriyle
Siyonizm gerçeğini, ABD’nin gizli işgali ve büyük İsrail hayalini gizlemeye
çalışmaktadır.
İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından Ortadoğu’nun kontrolünü İngilizlerden devralan ABD için,
yeni kurulan İsrail, bir karakol devleti olarak çok değerliydi. ABD o karakol
devletini kullanarak nüfuz etmek istediği bölgelerde sorunlar çıkartacak ve o
karakol devleti üzerinden bölgeyi karıştıracaktı. Böylece bölgeyi
denetleyebilecekti. Hatta ABD, ilerleyen yıllarda Ortadoğu’da tek bir
karakol devletinin yetmediğini gördü ve ikinci, hatta üçüncü İsrail devleti
icat etmek istedi!
- Biden’ın ifadesiyle
ABD’nin hazır bulduğu İsrail, birinci İsrail. - ABD’nin kurmaya
çalıştığı Kürdistan, ikinci İsrail. - Kürdistan kurulunca
küçülecek olan küçük Türkiye, artık “ABD’ye bağımlı Türkiye” olmaktan
çıkacak ve İsrailleşecektir!’‘[8] yorumları bile Büyük İsrail
hedefinin kılıfıdır.
Çünkü Siyonist Yahudi
stratejistlerin en büyük taktikleri, kendilerini gizleme, suçu ve sorumluluğu
Amerika, Avrupa ve Rusya’nın sırtına yükleme kurnazlığıdır. Bay Aydınlıkçılar
ya bilinçli olarak veya cehalet eseri, bu Yahudi taktiğini haklı çıkarma
çabasındadır. Zaten İslam düşmanı Sabataist (Yahudi dönmesi) yazarların
karargâhına dönüşen gazete ve partiden farklı bir tavır beklenmesi de
boşunadır. Bu Aydınlıkçı Ulusalcı Sabataist takımı, 300 milyonluk Amerika’da
nüfusu 3 milyonu (yüzde bir) bulmayan Yahudilerin siyasi mekanizmadan Pentagon’a,
Bankalardan Silah fabrikalarına, Medyadan yüksel bürokratlara en etkin ve
yetkin kurumların hatta sivil oluşumların yüzde yetmişine (%70) hükmetmelerini
nasıl açıklayacaklardır? ABD Başbakan adaylarının, seçim kampanyaları
süresince, Amerikan halk kesimlerinin sorunlarına çözüm üretmekle değil,
İsrail’in ve Yahudi Lobilerinin çıkarlarını gözetme gayretiyle çırpınmalarını
bu karanlık kafalar hangi gerekçeye bağlayacaklardır?
[1] Kaynak: http://www.haber3.com/saka-degil-gercek-hatay-satildi-haberi
[2] 7 Ekim 2013-Yurt
Gazetesi
[3] Aykan Kaya – 1
Ekim 2013- Milli Gazete
[4] Mustafa
Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın / 140-141
[6] Milliyet, 24
Eylül 2009
[7] Bloomberg HT, 1
Ekim 2013