GenelKurmayın Uyarısı: Karıştırmayın!
Hatırlayalım: Genelkurmay Başkanlığı, CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum’un ve AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in TSK’yı eleştiren sözleri üzerine isim vermeden bir açıklama yaparak, asker üzerinden siyaset yapılmamasını istemişti.
Açıklamada, “Çevremizde sonu belli olmayan istikrarsızlıkların yoğunlaştığı bir dönemde, TSK’nın siyasi tartışmalara konu edilmesi ne ülkemize ne de herhangi bir siyasi görüşe fayda sağlayacaktır” denilmişti.
Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yaptığı açıklamayla, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) siyasetin içine çektikleri gerekçesiyle Ak Parti ile CHP’yi eleştirmişti.
AKP ve CHP’nin Genel Başkan Yardımcılarının şımarıklığı!
Askerin eleştiri okları, geçen hafta sonunda CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum’un TSK ile ilgili, “Kâğıttan kaplanmış, biz asker zannedermişiz” sözleri ile Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in CHP’yi eleştirirken yaptığı, “Mısır ve Tunus’taki rejimler bugün Türkiye’deki tek partili rejim sisteminden farklı değil. Tunus ve Mısır’da yaşayan millet de Türkiye’deki gibi bir değişim istiyor. Eğer 28 Şubat’ta bu ülkede kendi kafasına göre bir rejim kurulsaydı, bugün halkımız burada değil, sokakta olurdu” açıklamasına yönelikti. Açık isim verilmeyen, ancak “İki büyük siyasi parti” ifadesinin kullanıldığı ve 4 maddeden oluşan açıklamada şu görüşlere yer verilmişti:
“6 Şubat 2011 tarihli bazı basın yayın organlarında, iki büyük siyasi partiye mensup ve yönetici konumundaki bir kısım siyasilerin TSK hakkında bazı değerlendirmeleri yer almıştır. Her vesileyle TSK’nın siyaset dışında kalması gerektiğini savunan bu siyasilerin, TSK’yı günlük siyasi tartışmaların içerisine çekme gayretleri üzüntüyle izlenmektedir.
Çevremizde sonu belli olmayan istikrarsızlıkların yoğunlaştığı bir dönemde, sadece güvenlik alanındaki görevlerini en iyi şekilde yerine getirme gayreti içinde olan TSK’nın siyasi tartışmalara konu edilmesi ne ülkemize ne de herhangi bir siyasi görüşe fayda sağlayacaktır.
Kendi görüşleri doğrultusunda kamuoyu oluşturmak isteyen siyasilerin, TSK ile ilgili söylemlerinde daha özenli olmaları ve asker üzerinden siyaset yapmamaları beklenmektedir.”
Süheyl Batum’un kafa yapısı ve CHP’nin zihinsel kodları
CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum, Zonguldak’ta Atatürkçü Düşünce Derneği şubesini ziyareti sırasında dayanamayıp döktürüyordu. Sayın Batum; “Meğer kâğıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz. Meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar…” diye horozlanıyordu. Kâğıttan siyasetçi Batum; Silivri sanıklarını Meclise sokma önerisinin de hâlâ geçerli olduğunu, “Önerim ortada PM’de konuyu gündeme getireceğim. Kesinlikle geri adım atmayacağım” sözleriyle teyit ediyordu.
Bu sözler CHP’de yıllardır hâkim olan zihniyeti çok iyi temsil ediyordu. Bu zihniyet enerjisini anti demokratik yöntemler için sarf edeceğine ülkemizde demokrasi ve hukuk devletini geliştirmek, refahı artırmak için sarf etseydi CHP bugün iktidar olurdu. Bu zihniyet orduya, elit bürokrasiye ve ele geçirdiği yüksek yargıya bel bağlayacağına millete bel bağlasaydı ve milletin inancıyla barışsaydı Türkiye bugün daha iyi bir noktada olurdu.
“Kâğıttan kaplan” kafası!
CHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Süheyl Batum’un sabataist ve masonik gayretle gereksiz yere kullandığı bir söz ortalığı ayağa kaldırıyordu. AKP’liler bunu fırsat bilip, “işte CHP darbe istiyor!” diye feryada başlıyordu. Süheyl Batum’un gürültü koparan sözü “Biz onları asker zannettik, meğer kâğıttan kaplanmış” şeklindeki cümlesi oluyordu.
Yaptığı gafı fark eden Süheyl Batum daha sonra yaptığı açıklamayla orduyu değil, iki eski genelkurmay başkanını (emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Hilmi Özkök’ü) kastettiğini belirterek:
“Yanlış anlaşıldıysam CHP’lilerden ve ordudan özür dilerim” diyor ama yine de fırtınayı dindiremiyordu.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç böyle günlerin adamıdır. Fırsatı kaçırmadan hemen “Asker siyasi hayata ve sivil iktidara müdahale etmediği için Sayın Batum askere kağıttan kaplan diyor” diyerek Süheyl Batum’u, dolaysıyla CHP’yi darbecilikle suçlayıp AKP’nin TSK düşmanlığını gizlemeye çalışıyordu.
Tartışmalar tatsız bir hal alınca Genelkurmay Başkanlığı “Bu siyasilerin Türk Silahlı Kuvvetlerini günlük siyasi tartışmaların içerisine çekme gayretleri üzüntüyle izlenmektedir” diye açıklama yaparak hem iktidara, hem muhalefete tepki göstermek zorunda kalıyordu.
Bir anda herkes “Süheyl Batum müfessiri” kesiliyordu. “Süheyl Batum aslında öyle demek istemedi, aslında böyle demek istedi” tarzı yorumlar gırla gidiyordu.
Süheyl Batum aslında “Ordu darbe yapamayacak kadar güçsüzleştirildi” demek istememişmiş…
Peki ne demek istemiş? “Ordu kendi hakkını bile koruyamayacak kadar güçsüzleştirildi” demek istemiş…miş!..
Ne yani? Türk Silahlı Kuvvetleri’nden hukuki sürece müdahale etmesi mi bekleniyordu? Genelkurmay, Adliye binalarına tank sürerek, Silivri’ye özel kuvvetler göndererek tutuklu subayları mı kurtarması mı umuluyordu? İşte bakın: Genelkurmay bir açıklama yaptı, “Beni bu işlere karıştırma Süheyl Hoca… Ben güvenlik işine bakarım. Bir siyasetçi olarak sen git derdini halka anlat” diye uyarıyordu.
Peki bu açıklamaya karşı Süheyl Hoca ne diyordu?
Yine bin türlü tefsire açık, karmaşık, dolambaçlı, anlaşılmaz, işin içinden çıkılmaz, özetlenemez, “Ben öyle demedim, böyle dedim” türü laflar sıralanıyordu. Kendi tutarlılığını koruma adına bile olsa, “İşte ordunun kâğıttan kaplan haline geldiğinin göstergesi” bile diyemiyordu.
Batum baltayı taşa çalmıştı!..
Süheyl Batum, daha önce de parti yetkili kurullarında tartışılmayan bir konuda (Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın Meclise sokulması…) açıklama yapınca, partisinde sıkıntı yaşanmıştı. Kılıçdaroğlu, “Böyle bir şey yok…” deyince, bu defa Batum; “Benim kişisel temennim idi…” diyerek durumu kurtarmaya çalışmıştı. Bu yüzden de “lideri gibi çark ediyor” diye alay konusu yapılmıştı.
Batum’un Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında sarf ettiği sözler ise, açık bir skandaldır. Ordudan beklediği davranış biçimini göremeyince, onu “içi oyulmuş kof bir yapı” veya “kâğıttan kaplan” gibi, tezyif ve tahkir edici biçimde nitelemek, öncelikle bir Türk vatandaşı için çok sakil bir yaklaşımdır. İşin siyaset ve demokrasi boyutuna gelince, durum daha da vahimdir. Bu sözler artık geride kaldığını (veya kalması gerektiğini) düşündüğümüz, o klasik CHP zihniyetinin, yani CHP+Ordu=İktidar düşüncesinin bire bir yansımasıdır. Demokrasi dışı unsurları devreye sokarak ülke yönetimine hakim olma fikri, bugüne kadar çok zarar verdi. Anlaşılan anayasa hukukçusu Batum ve onun gibi düşünenler hâlâ yeterince ders almamıştı!..
TSK’dan gelen haklı ve çok yerinde tepki üzerine, Süheyl Batum tornistan ederek durumu kurtarmaya çalışsa da, mızrak çuvala sığmamıştı.
Sabataist Nazlı Ilıcak ve Ömer Çavuşoğlu’nun babaları olan ve Adnan Menderes Hükümetinin Bayındırlık Bakanlığını yapan Muammer Çavuşoğlu, DP’nin kışkırttığı ve Rum vatandaşların hedef alındığı İstanbul’daki meşhur 6-7 Eylül olaylarında uğradıkları zararlardan dolayı Rumların gönlünü almak ve kendilerini sorumluluktan kurtarıp aklamak gayretiyle; İzmir’deki Yunanistan Konsolosluğuna, hükümet adına özür yerine geçmek üzere ve suçluluk psikolojisiyle, 24 Ekim 1955 tarihinde kendi elleriyle Yunan bayrağı çekerek tam bir Yahudi yalakalığı göstermişti.
Ve şimdi aynı zihniyet ve tiyniyetin temsilcisi Nazlı Ilıcak çok koyu bir AKP destekçisiydi!?
Nazlı Hanım “Kağıttan kaplan!..” başlığıyla şunları yazmıştı:
“CHP Genel Başkan yardımcısı Süheyl Batum, önce Silivri’deki “aydınlara” selâm çaktı; bazılarının milletvekili adayı yapılabileceğini söyledi… Şimdi de, Türk Silâhlı Kuvvetlerini, “yetersiz kaldığı” için eleştiriyor: “Meğer kâğıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz; meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar.”
TSK, topuyla, tüfeğiyle, yurt çapında teşkilatlanmasıyla dimdik ayakta. Belli ki, Batum, TSK’nın, darbe iddiasıyla tutuklanan askerleri yargıya teslim etmesinden hoşnut değil. Bu yüzden “kâğıttan kaplan” diyor.
24 Ocak 2011’de Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı açıklamayı hatırlayınız: “Türk Silâhlı Kuvvetleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve anayasal değerlere bağlı bir kurum olarak, ‘aksi yönde yapılan telkinlere rağmen’, yargı sürecini sabır, sükûnet ve itidalle izlemektedir. Bir zamanlar, “Ordu+CHP=İktidar” formülü geçerliydi. CHP, Ecevit’le birlikte boynundaki bu yaftayı söküp atmıştı. Deniz Baykal, partisini, gene katı laikçi ve işbirlikçi noktaya geri döndürdü.”
Oysa Nazlı Hanım’ın kınadığı bu Süheyl Batum, babasının partisinin varisi DP’nin başına geçirilmek üzere, Masonik “Encümeni Daniş” tarafından teklif edilmiş, ama nedense son anda vazgeçilmişti. Ve yine 27 Mayıs ihtilalinin mağdurları da, perde arkası patronları da aynı İzmir’li sabataistlerin rekabet halindeki iki dönme ailesi değil miydi? Aynı rakip dönmelerin şimdi dört elle AKP’yi desteklemesi neyin nesiydi?
Orduyu karalamak ve kışkırtmak konusunda AKP’nin CHP’den ne farkı vardı?
İyide dört yıldır TSK’yı karalamaya; en azından kışkırtıp kendini savunmak zorunda bırakmaya yönelik bu iddiaların, ithamların ve iftiraların sahiplerinin, bu tutuklanmaların, töhmet altına sokmaların ve hizaya getirme operasyonlarının tetikleyicilerinin ve destekleyicilerinin…
Bütün bu hareketleri biraz da o bazı askerler çıkıp “Artık yeter, herkes hakkını bildiği kadar, haddini de bilsin… Ordunun manevi şahsiyetine yönelik bu yıldırma ve yıpratma kampanyalarına bir son verilsin!” desin de, AKP’li siyasiler ve onlardan nasiplenenlerde:
“Ey vatandaş görüyor musunuz, biz demokrasiyi yerleştirmek istiyoruz, biz hukuku egemen kılmak için çırpınıyoruz, ama bunu içine sindiremeyen subaylar bize gözdağı veriyor… Bu nedenle oylarınızla bizi daha güçlü olarak iktidara getirin ki, herkese haddini bildirelim!” diye bu çıkışları bahane ederek, yaklaşan seçimler nedeniyle oy devşirsin diye yapmadıklarını nerden bileceğiz?
Çaputtan siyasetçi CHP’li Süheyl Batum’un TSK’ya yönelik “Kağıttan Kaplan” benzetmesinden kısa bir süre sonra, Balyoz Darbe Planı bahanesiyle bir kısmı halen orduda vazifeli, çoğu E. General 163 kişinin tutuklanıp cezaevine gönderilmesinde de siyasi hesaplar ve sinsi kışkırtmalar sezilmekteydi. Çünkü bu kişiler hakkında, iddia edildiği gibi, eğer yeterli ve gerekli deliller toplanmış ise, tutuklanmaları yersizdi. Yok eğer gerçekçi ve geçerli delil hala yok ise, bu tutuklanmaların sebebi neydi? Bütün bunlar elbette kaygı verici gelişmelerdi. Darbeci zihniyetli, Mason ve Sabataist tiyniyetli kişiler varsa, elbette TSK’dan bunların ilişkileri kesilmeliydi. Ama yıllar ve aylar boyunca TSK’nın bu şekilde yıpratılıp karalanmasına hiçbir vicdan tahammül edemezdi.
Yoldaşı ve Sırdaşı olan Kemal Kaplan; “Tuncay Güney’in Fazilet Partisi döneminde, Tayyip Erdoğan’la görüştüğünü” açıklamıştı!
“Ben Tayyip Erdoğan’la görüştüm, Fazilet döneminde. Hem de içinde bulunduğu parti aleyhine bir görüşmeydi. Hiç çıkıp da, basına bir açıklama yaptı mı?”
Bu sözler, Tuncay Güney’e aitti. Konuşma, 1998 yılında, gazeteci Kemal Kaplan ile Tuncay Güney arasında geçmişti. Konu ilginçti. Tuncay Güney o sıra elindeki “Mesut Yılmaz – Abdullah Çatlı” fotoğrafının nasıl paraya çevrileceğinin peşindeydi…
Ergenekon tertibinin en önemli tanıklarından olan Tuncay Güney, Vakit ve Yeni Şafak gazetelerinde çalıştıktan sonra, kendisiyle birlikte, Strateji dergisini ikinci kez çıkarmak üzere çalışmaya başlayan Kemal Kaplan’dan, fotoğrafları Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan’a satmasını istemişti.
Kaplan, her ne kadar yapacağı işin gazetecilik faaliyetiyle bağdaşmayacağını düşünse de Güney’in isteğine boyun eğmiş:
“Kendimi kanıtlamam için fırsat doğmuştu. Neden kendimi kanıtlamam gerektiğini ise bilmiyordum. Ya mesleğim, ya da Tuncay’la birlikte başlayan, adının ne olduğunu bilmediğim yeni kariyerim arasında karar vermem gerekiyordu. Ancak belki de işler sandığım gibi sarpa sarmazdı. Kimsenin haberi olmadan bunu çözebilirdim. Son düşünce, beni daha çok rahatlatıyordu. Buna tutunarak, Tuncay’a, ‘Olur, Recai Kutan’a bu fotoğrafı götürürüm’ demişti.
“- Tuncat Güney kendisini “telaşlanmam çok normal. Fakat korkacak bir şey yok. Öncelikle yasa dışı bir şey değil. İçinde bulunduğumuz dönemin fırsatlarını değerlendiriyoruz sadece.” Diye teselli etmişti.
“Haklı olabilirdi, çünkü teklifi yasa dışı bir şey değildi. Fakat bana son derece yabancı ve ters bir durumdu.
“- Sen önce Recai Kutan’la görüşme fırsatı yakala, sonrası çorap söküşü gibi gelirdi.
“- Ya, basına deşifre ederse olayı?
“- Sen deli misin bunlar siyasetçi, siyaset için her şeyi yaparlar, kimsenin ruhu duymaz. Ben Tayyip Erdoğan’la görüştüm, geçen sene. Hem de içinde bulunduğu parti (Fazilet Partisi) aleyhine bir görüşmeydi. Hiç çıkıp da, basına bir açıklama yaptı mı?
“- Hıı.. İlginç, Tayyip Erdoğan’la mı görüştün? Ne görüştün, diye sordum heyecanla. Tuncay hemen kapattı kendini.
“- Sonra anlatırım bunları, şimdi işimize bakalım.”
Herhalde Tuncay Güney Recep Beye ABD’li siyonistlerin, Milli Görüş’ten kopması halinde AKP’yi kurdurup iktidara taşıyacaklarını iletmişti.
Artık Tayyipcilerinde sahip çıkıp, şiirlerinden dizeler ezberlediği NAZIM HİKMet’in 1954 yılında kaçak bulunduğu Budapeşte radyosundaki şu sözlerini hatırlatmak ve AKP’lileri bu terazide tartmak gerekirdi:
“Kanaatime gore, Türkiye’nin en büyük meselesi, memleket meselesidir; Asıl mürteci kendi evimize sakulan hırsızlara bizi hizmetçi yapan kimselerdir. “Arapça Ezan okumaya taraftar bir adam, mürteci midir, değil midir?” Bu, bugünün meselesi değildir. Kim Türkiye’yi Amerika’lılara satmış ve satmakta devam etmektedir? Kim Türkiye’nin Milli Sanayini mahvetmiş ve mahvetmeye devam etmektedir? Kim Türkiye’nin köylüsünü işçisini müstemleke kölesi haline getirmiş ve getirmeye devam etmektedir! İşte bunlar mürtecidir, bunlar vatan hainidir!… Türkiye’deki insanların vicdani kanaatleri, dini düşünceleri ve siyasi partileri ne olursa olsun, kim milli bağımsızlığımızdan, tarihteki şerefli yerimizi almamızdan yanaysa, işte onlar ilericidir, haysiyetlidir.
Milli Diktatör İsmet Paşa’nın hatırlattıkları
Selanik Dönmelerine göre, Türkiye’nin tarihi 1923’te başlıyor, ondan öncesi İslam’la alakasından dolayı karanlıklar devri olarak gösteriliyordu. Osmanlı Padişahlarını zalim gösterirlerken yakın tarihimizdeki ittihatçı şebeke ve mason diktatörler göklere çıkartılıyordu.
Yakın tarihimizin büyük faşistlerinden biri de, Millî Şef İsmet Paşa’ydı. 1938’den 1945’e kadar mutlak diktatörlük yapmış, 45’le 50 arasında “meşrutî” diktatörlük uygulamıştı.
İsmet Paşa’yı demokrasi kahramanı olarak gösterenlere hatırlatalım: bu zat, 1938-45 arasında Tek Parti oligarşik rejiminin başıydı. 1945’te, İkinci Dünya Savaşını kazanan ABD ve diğer Batı ülkelerinin baskısıyla istemeye istemeye çok partili rejime geçmek zorunda kalmıştı. 1946 seçimlerini de hile, baskı ve korkutma ile CHP kazanmış, 1950’ye kadar bu şaibeli seçimin galibi olarak iktidarda kalmıştı.
Milli Şef İsmet Paşa neler yapmıştır?
1. Türk Ceza Kanununa 163’üncü maddeyi koyarak Müslümanların inanç, düşünce, görüş hürriyetlerini yasaklamıştır.
2. Ülke sathında binlerce camiyi kapatmış, kimisini satmış, kimisini kiraya bağlamış, kimisini yıktırmıştır.
3. İman ve Kuran hizmetkârı Bediüzzaman Saidi Nursî’ye yaptırmadığı zulüm kalmamıştır.
4. Büyük İslam alimi Abdülhakim Arvasî Hazretlerine zulmetmiş onu İstanbul’dan Ankara’ya sürgüne yollamıştır.
5. İsmet Paşa zamanında Türkiye Müslümanlarının gerçek mânâda din, inanç, inandığı gibi yaşamak, çocuklarına dini eğitim vermek hürriyeti olmamıştır.
6. Millî Şef İsmet Paşa hazretleri zamanında Müslümanlar Ezan-ı Muhammedi’yi bile okuyamamış, gerçek ezanın yerini tutmayan ve “Tanrı Uludur” diye başlayan uyduruk ezan okumak zorunda bırakılmıştır.
7. İsmet Paşa’nın mutlak diktatörlüğü zamanında matbuat (gazeteler, dergiler) dini kanunları anlatamaz halkı aydınlatamazdı, dinî konulu yayın yapamazlardı. Bu konuda, basın yayın genel müdürü yardımcısı İzzettin Nişbay’ın gazetelere gönderdiği resmî bir uyarı vardır.
8. İsmet Paşa zamanında, kendi halinde Müslüman bir vatandaş, camiden çıkarken başındaki takkeyi cebine koymayı unutsa tutuklanır ve her türlü hakarete uğrardı.
9. İsmet Paşa zamanında müftü, vaiz, imam, hatip yetiştiren bir tek okul bırakılmamıştı.
10. İsmet Paşa’nın başbakanlarından biri “Bana otuz sene mühlet verin, dinin kökünü kazıyıp ortadan kaldırayım” diyecek kadar şımarmıştı.
Bir başka İsmetî başbakan, “Komünizmi dizginlemek için dinden yararlanalım” diyenlere, “Ben kızıl zehri önlemek için yeşil zehri panzehir olarak kullanmam” demekten sakınmamıştı.
Diktatör İsmet Paşa zamanında Türk halkının büyük kısmı sefalet içinde yaşıyordu. 40 bin köyün 40 bininde de elektrik yoktu… Çoğunda içme suyu sıkıntısı çekiliyordu… Verem ve sıtma ülkenin tamamını pençesi altına almıştı… Batı Karadeniz bölgesinde frengi yaygındı… İşçilerin hiçbir sosyal hakkı yoktu… Çoğunluğu oluşturan Müslüman halkın temel insan hak ve hürriyetleri ayaklar altındaydı… İkinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’da sıkıyönetim vardı… Üniversiteler Tek Parti rejiminin çiftliği yapılmıştı… 1944’te, Milliyetçilerin ileri gelenleri tutuklanmış İstanbul’da Sansaryan Hanındaki tabutluklarda akla ve hayale gelmeyen işkencelere maruz bırakılmıştı… Halkın bir kısmının pabuç alacak parası olmadığı için çarıkla dolaşıyordu. Çarık alacak imkânı olmayan da yalınayak geziyordu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında çoğu Sabataist ve Yahudi karaborsacılar, istifçiler, muhtekirler büyük paralar vurmuşlardı. Kardeşi Kambur Rıza milyarder olmuştu… İsmet Paşa zamanında yargı, rejimin emrindeydi…
Şimdi Selanik Dönmeleri bu diktatörün demokrasi havarisi olduğunu iddia ediyordu.
Yalanlarından biri de şudur:
Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa sıkı fıkı can ciğer dost ve arkadaşmış. Yalan, yalan, yalan…
Bir tilki kadar kurnaz olan İsmet Paşa, Atatürk’ün onulmaz bir hastalığa yakalandığını öğrenince Sabataist şebekenin desteği ile bir senaryo tertiplemiş, “Ben rakı sofrasından emir almam!” diye rest çekmiş ve M. Kemal’den sonra rejimin başına çöreklenmek üzere harekete geçmişti. Futbol maçı seyretmeye gitmiş, halka kendisini alkışlatıp gözdağı vermişti.
M. Kemal Paşa vefatından önceki günlerde İsmet’in öldüğünü sandığı söylenmekteydi. Hatta, şahsi servetinden onun çocuklarına burs verilmesini bu yüzden vasiyet etmişti. Acaba Paşa Hazretlerine İsmet’in öldüğünü bilgisi nereden gelmişti?
O tarihlerde bir gece, zamanın büyük gazetelerinden birinde baskıdan önce bir kalıp değişikliği yapılarak, “vefat eden İsmet Paşa’nın cenazesi resmî devlet töreniyle kaldırıldı” başlıklı bir haber konulup Atatürk’e gösterildiğini bendenize merhum Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu söylemişti.[1]
CHP de, AKP de Yahudi Lobilerinin ve masonik mahfillerin güdümündeki kağıttan horozlardı!
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı’na Davos’ta “one minute!” horozlanması hep gündemde tutulurken; Mesela Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şu sözlerinden kaçımızın haberi vardı?
“Tarihteki Yahudi düşmanlığından ders alalım. Avrupa değerleri sadece bizim başarılarımızın değil acı deneyimlerin sonucu da kazanılmıştır. Yahudi düşmanlığına destek verenler 1920’lerde yüzde 5 civarındaydı l930’larda çığ gibi büyüdü ve zehirli bir nefrete dönüştü. Tarihin tekrarlanmasına izin vermeyelim. Demokrasi ve insan hakları her zaman var olacakmış gibi addedilemez!”
Cumhurbaşkanı Gül’ün yaptığı bu konuşmadaki kastı ve Yahudi yalakalığı niye saklanırdı?
Peki, Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın holokost kurbanları adına düzenlenen anma toplantısına katılmak üzere Auschwitz’e gittiğinden niye haberimiz olmadı?
Beraberinde Cumhurbaşkanlığı adına Büyükelçi ve eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın bulunduğundan da haberdar olanımız var mıydı?
Mesela Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in Antakya sinagog’unu ziyaret edip Şabat duası hakkında bilgi aldıklarını ve bunun perde arkasını medyamız ve İslamcı yazarlarımız niye anlatmazdı?
Belki bazılarımızın Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen Uluslararası Holokost kurbanları adına düzenlenen törenlere Dışişleri Bakanlığı adına yapılan katılımdan haberimiz vardır! İstanbul valisi ve Belediye Başkanı’nın katılımı ile ilgili haberler gazetelerde yer almıştı!
Demek ki ne yapmamız gerekiyormuş?
Tarihteki “Yahudi düşmanlığından ders almamız” gerekiyormuş!
Ve “tarihin tekrarlanmasına izin vermememiz” gerekiyormuş!
AKP Madalyonunun bir yüzünde gördüklerimiz ile öteki yüzünde gördüklerimiz ne kadar da farklıydı?[2]
Almanya’daki Türk vekilden saçma sözler: “Türkiye AKP iktidarıyla, daha eşcinsel olma şerefini kazanmıştı!
AVRUPA, Tunus ve Mısır ile başlayan ayaklanmalara odaklanmıştı. Alman Yeşiller Partisi’nin Claudia Roth’la birlikte eş başkanı olan Cem Özdemir, Der Spiegel Dergisi’nin internet portalı olan Spiegel de konuyla ilgili bir yazı kaleme almıştı.
“Mısır’da Devrim… Arap demokratların gözünü kim açabilir” başlıklı yazısında çok tartışılacak ifadeler kullanmıştı.
Yazının bir bölümünde AKP iktidarı döneminde Türkiye’de yaşananlardan da bahseden Özdemir, “Türkiye /Erdoğan hükümeti sayesinde) daha liberal, daha çok inanç çeşitliliği olan, çok kültürlü ve aynı zamanda daha feminist ve daha eşcinsel (Schwuler) oldu” değerlendirmesini yapmıştı. Özdemir’in bu sözleri, hem Almanya’da hem de Türkiye’de hayretle karşılanmıştı.