İnsan Sağlığının ve Toplum Ahlakının;
Zehirli İlaçlar, GDO’lu ve Hazır Gıdalar ve Porno Tahribatıyla
Yozlaştırılıp Fesada Uğratılması ve
BİR MİLYARA DÜŞÜRÜLMEK ÜZERE
DÜNYA NÜFUSUNUN GİZLİ İMHASI
12 Ağustos 2018 tarihli televizyon haberlerinde; “Yakalandığı lenf kanserine, tarlalarda kullandığı zehirli tarım ilaçlarının yol açtığı, satıcı firmanın kanserojen madde içerdiğini bile bile bu ilacı sattığı ve müşterilerini uyarmadığı” gerekçesiyle mahkemeye başvuran Amerikalı çiftçi Dwayne Johnson’un 289 milyon dolar tazminat kazandığı duyurulmaktaydı. Bu haberlerde aynı şikayetle, 5 bin kadar üreticinin de mahkemelere dava açtıkları hatırlatılmıştı. İşin üzücü ve ürkütücü tarafı ise, kullanıcılarda lenf kanserine yol açan ve tarımsal gıdaları zehirlediği anlaşılan bu tarım ilacı, hala Türkiye’de rahatlıkla ve bol miktarda satılmaktaydı. Çiftçi Dwayne Johnson’un kan kanserine yakalanmasına sebep olan Raundup ve Ranger Promarkalı kimyasal maddeleri üretip satan ve çiftçileri uyarmayan California eyaletindekiMonsanto şirketi, yabancı otları yok etmekte kullanılan glifosat maddesini tarım ilaçlarına kattığı gerekçesiyle suçlu bulunup 289 milyon dolarlık cezaya çarptırılmıştı. Türkiye’de ise, Kanada merkezli, Yahudi menşeli ve kanserojen madde içerikli bir hazır gıda şirketinin Ortadoğu temsilcisi Tarım Bakanlığına atanmıştı.
Yahudilerin Siyonist takımı ve onların kiralık adamları; yeryüzünde var olan doğal imkânların giderek azaldığını, tarım ve sanayi ürünlerinin 7 milyara yeterli olmadığını ve hele bu artış hızıyla dünya nüfusunun 10 milyara çıkması halinde, insanlığın açlık, kıtlık ve yaygın hastalıklarla boğuşmak zorunda kalacağını, bu nedenle: • Kadınların kısırlaştırılması ve sıkı bir doğum kontrolü yapılması, • Anne karnındaki bebeklerin; zayıf, hastalıklı, sakat ve zihinsel sıkıntılı olanların belirlenip doğmadan ayıklanması, • Halen yaşayan zihinsel ve bedensel engelli, zayıf ve hastalıklı veya çok yaşlı kimselerin de bir şekilde ortadan kaldırılması, • Ve adım adım azaltılarak dünya nüfusunun bir milyarda dondurulması gerektiğine inanmakta ve bu amaçla çok sinsi ve Şeytani planlar hazırlayıp uygulamaktadırlar. Tarihte görülmemiş bu gaddarlık ve canavarlık düşünce ve girişimlerini bir kısım sözde bilimsel gerçeklere ve gerekçelere dayandırmaya uğraşan bu zalimler aslında dünyadaki yaygın perişanlık ve hastalıkların, tamamen kendi zulüm ve sömürü düzenlerinin bir sonucu olduğunu gizlemeye çalışmaktadırlar. Çünkü Adil bir Düzen kurulması ve herkesin hak ettiğini alması, faiz ve sömürü çarkının kırılması, sağlığa ve ahlaka yönelik sistemli tahribatların durdurulması halinde, Cenab-ı Hak’kın yarattığı imkânlar ve fırsatlar, mevcut nüfusun katbekat fazlasını doyurmaya ve insanca yaşama şartları oluşturmaya müsait bulunmaktadır. Bu Şeytan şebekesi Siyonistlerin ırkçı emperyalistlerin asıl amacı; kuracakları yeryüzü imparatorluklarındaki fabrikalarında verimli çalışacak ucuz ve uyumlu işçi, çiftliklerinde ve tarlalarında verdikleri görevleri sorunsuz yapacak itaatkâr ve çalışkan emekçi; ve tabi kendilerinin ve Batılı beylerin sapkın ve azgın zevklerini dindirmek üzere, küçük yaştan otuzuna kadar kız ve erkek çocuklarını seks kölesi ve şehvet aleti olmaya yetecek kadar nüfus bırakmaktır.
Hazır suni gıdalarla ve özellikle sıvı mısırözü yağlarıyla; nesillerin sağlıklarını bozmak ve kendi ürettikleri “gizli zehirli” gıdalarına ve ilaçlarına mecbur bırakmak için, şeytanı bile şaşırtan tedbirlere başvurmuşlar ve bu maksatla işbirlikçi ülke yönetimlerini de kullanmışlardır. Örneğin 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında, Marshal yardımı alabilmek için, ABD’nin Türkiye’ye koştuğu şartlardan birisi de; halkımızın yemeklerde zeytinyağı ve tereyağı kullanmaktan vazgeçirilip, bunların yerine mısır yağları ve margarin yemelerini özendirecek psikolojik beyin yıkama metotlarına başvurmuşlar ve bu amaçla şu türküyü yazdırıp besteletmiş ve radyolarda sürekli tekrarlatmışlardır.
“Zeytin yağlı yiyemem, aman
Basma da fistan giyemem, aman
Senin gibi cahile,
Ben “Efendim” diyemem, aman”
Yani “zeytin yağlı yemek yemek ve pamuklu basma giymek cahilliktir. Margarin yemek ve naylon giyinmek ilericiliktir” yalanı, böyle şuur altına aşılanmıştı.
Darwin’in “Doğal Seleksiyon” safsatası ve “Irkların Saflaştırılması”sapkınlığı!
19. Yüzyılda Yahudi Charles Darwin “Türlerin Kökeni” kitabında; dünya hayatının sürekli ve sistemli bir savaş-mücadele üzerine kurulduğunu, güçlülerin zayıfları ezmesi ve elimine etmesi sayesinde doğal düzenin korunduğunu; bu nedenle Yahudiler ve Batılı-Haçlı kesimler gibi kuvvetli ve gelişmiş kavimlerin, Afrika, Asya, Avustralya ve Amerika’daki geri kabileleri köleleştirip ezmelerinin, sömürmelerinin hatta öldürmelerinin doğal ve kaçınılmaz bir hak olduğunu ortaya atmışlardı. Daha sonra Darwin’in yeğeni Francis Galton, “Öjeni”uygulamasının gereğini ve kendince bilimsel(!) gerekçelerini yazıp yayınladı.
Aslında Öjeni (Eugenics): Güya anne karnındaki sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler (bebekler) yetiştirmenin yollarını arayan, bilimsellik kılıfı takılan bir şeytani akımdır. Bunlar insanların gen haritaları çıkarılarak, en olumlu ve uyumlu genetik ceninlerin (bebeklerin) üretilmesiyle (zihin, fiziksel güç, vb. yönlerden) üstün bireyler elde edileceğini savunmaktadırlar. Yani, insanların gen yapılarına müdahale ederek, bunların istenen yönde değiştirilmesiyle dünya nüfusunun azaltılacağını, böylece sağlıklı ve akıllı insanlar ortaya çıkacağı yalanını yaymaktadırlar. Kısaca; “Üstün İnsan Irkı” oluşturmayı amaçlıyorlar: Çünkü Öjeni savunucularına göre, bu bir doğa yasasıdır.
Öjeni (üstün ırk oluşturma, zayıfları ortadan kaldırma) düşüncesi Platon’dan (Eflatun) beri vardır. “Devletin, vatandaşların üremelerini kontrol etmesi gerektiğini” ileri süren ilk filozof Platon’a göre, her çiftin bir “evlilik numarası” olmalıydı ve bu numara bireylerin sağlık, beceri, zekâ vb. değişkenlerine göre ayarlanmalıydı. Yüksek sayılara ve gelişmiş-seçkin soylara sahip olanların üreme şansının daha fazla olması sağlanmalıydı. Platon’un bu vahşi ve şeytani görüşleri, Mendel’den önceki ilk genetik kalıtım düzenlemesi sayılmaktaydı. Öjeni taraftarları 20. Yüzyıl başında ABD’de hızla artmaya başlamıştı. 1910 ile 1924 yılları arasında çoğunluğu kadın 258 saha çalışanı eğitime tabi tutmuşlardı. Başarılı olanlara biyoloji lisans derecesine sahip “öjeni uzman” kimliği çıkartılmış, özel imkânlar sağlanmıştı. Böylece öjeni ofisinde eğitilen saha çalışanlarının birçoğu hastanelerde ve devlet tarafından işletilen diğer kurumlarda “öjeni uzmanı” olarak çalışmaya başlamıştı. Öjeni alan çalışanları önce ABD’yi taramışlardı; insanlarla ilgili çeşitli fiziksel, zihinsel ve davranışsal özelliklerle ilgili veriler toplamışlardı. Zihinsel özürlü, yetim, yoksul ve mahpuslar, üzerinde çalışma yapmak üzere ERO’ya (gen merkezine) taşınmışlardı.
Öjeni konusunda “bozulmamış beyaz halkı” bilgilendirmek için Amerikan Öjeni Derneği’ni kurmuşlardı. 1960’a kadar topluluğun üyeleri hemen hemen sadece sözde bilim insanları ve tıp uzmanlarıydı. Kuruluşundan itibaren Amerikan Öjeni Derneği’nin başkanlarının tamamına yakını, ne hikmetse hep Yahudilerden oluşmaktaydı. İlk BaşkanIrving Fisher (1867-1947) Amerika’nın en bilinen neoklasik ekonomistlerinden sayılmaktaydı. Para miktar teorisinden sermaye ve faiz oranları teorisine kadar bugün ekonomi terminolojisine giren “Fisher denklemi”, “Fisher hipotezi”, “uluslararası Fisher etkisi”, “Fisher ayırma teoremi” ve “Fisher piyasası” kavramları ondan alıntıydı. Ne tesadüf ki Neoliberalizmin “mucitlerinden” Milton Friedmanlar hep “Fisher’in paltosundan” çıkacaktı. Ve bu Yahudi asıllı Fisher, Kuru Kafa&Kemikler Örgütü’nün de üyesi olmaktaydı.
Siyonist Rockefeller “Öjeni” Derneğine destek çıkmıştı.
Buğdaydan pirince tarımda her şeyin genetiğiyle oynayan, “yeni tavuk” diye insanlara GDO’lu zehir yutturan Rockefeller’in “üstün insan” yaratma çalışmalarına destek vermesi şaşırtıcı sayılmazdı. Zaten babaları John D. Rockefeller, “Ticarette sadece uygun olanın hayatta kalması doğa kanununun işlemesidir.” diyen insandı. Bu Rockefeller sadece ABD’deki öjeni çalışmalarını finanse etmekle kalmadı. 1920’lerde Almanya öjeni hareketinin merkezi “Kaiser Wilhelm Enstitüsü” ve ırk hijyeni konusunu çalışan Prof. Dr. Ernst Rüdin’e her türlü maddi desteği de onlar sağlamıştı. ABD’deki öjeni hareketinin teorik alt yapısını Almanya’da da oluşturmuşlardı ve önde gelen ismi Rüdin Yahudi’si olacaktı.
Rockefeller, Nazilere ve Faşist Hitler’e de finans sağlamıştı
Ernst Rüdin (1874-1952), İsviçre doğumlu ama Yahudi asıllı bir Alman vatandaşıydı. Zürih’te “şizofreni” terimini icat eden Eugen Bleuler’in asistanlığını yaptı. Münih’te “erken demans” ve “manik depresif hastalık” arasındaki tanı bölünmesini geliştiren psikiyatrist Yahudi Emil Kraepelin’in yardımcısıydı. Batılılarca “Psikiyatrik genetiğin babası” olarak kabul edilen Kraepelin ve Rüdin, Alman ırkının aşırı şekilde karıştığını ve dolayısıyla yüksek zihinsel hastalıklara maruz kaldığını iddia ediyorlardı. Yani sosyal Darwinizm’den esinlenen öjeniye inanıyorlardı. Rüdin bu amaçla kampanyalar başlatmış, Alman Irk Hijyeni Derneği kurucuları arasında yer almıştı.
Rüdin 1935-1945 yılları arasında Alman Nörolog ve Psikiyatrlar Derneği (GDNP) başkanı olarak görev yaparken en büyük destekçisi yine Rockefeller Vakfı’ydı. Siyonist Rockefeller sadece Rüdin’in psikiyatrik genetiği bölümüne destek çıkmamış, 1939 sonlarına kadar birlikte çalışmışlardı. Ayrıca Rockefeller, öjeni kapsamında çok sayıda uluslararası araştırmacıya mali destek sağlamıştı. Bunlar arasında, İngiltere ve İskandinavya’da psikiyatrik genetiğin kurucu ataları kabul edilen Eliot Slater ve Eric Strömgren’in yanı sıra Franz Josef Kalmann gibi isimler de vardır.
İşte bu Rüdin’in araştırmalarına bir destek de kuşkusuz Nazilerden gelmesi doğaldı. Rüdin 1933’te, Nazilerin ırk politikasını belirleyen Nüfus ve Irk Politikası Uzman Komitesi’nin kurucusu yapılmıştı. Aynı yıl Naziler, “ruh zayıflığı, şizofreni, manik-depresif, epilepsi, genetik sağırlık ile körlük ve alkolizme sahip kişileri” kısırlaştıran yasayı çıkarmıştı. Kanunla, 1933-1937 yılları arasında 200 bin kişi kısırlaştırılmıştı. (Şimdi ise bütün insanlık GDO’lu ve hazır gıdalarla kısırlaştırılmaktaydı!)
Bu konulara dikkat çekmekle yararlı ve duyarlı bir tavır takınan Soner Yalçın;[1] her nedense, insanlığın kökünü kurutmaya ve dünyanın geleceğini karartmaya yönelik bütün bu tahribatların arkasındaki Siyonist olarak sadece Rockefeller’i suçlamakta, ama onların da patronu olan Rotschild’leri hiç gündeme taşımamaktaydı. Oysa Rockefeller, İngiliz derin devletinin başı ve küresel faizli bankacılık sektörünün baronları olan Rotschild’lerin, Hristiyanlığa dönmüş kuzenleri ve Amerika ayaklarıydı. Aynı yazar, Küresel Kapitalizmin ve sömürü sermayesinin temsilcilerinden Rockefeller’i suçlarken, başta Rotschild’ler bütün Siyonist patronların Komünizm’e ve Rus İhtilaline de sahip çıktıklarını bilmeyecek kadar cahil olamazdı. Demek ki işine gelmediği için yazmamakta ve okurlarını aldatmaktaydı. Bu tavır bazı sosyalist takımının en bayat numarasıydı.
İslam’ın ve insanlığın kökünü kurutmayı amaçlayan bu tahribatlara alet olan işbirlikçi yönetimler ve bu Şeytani girişim ve gelişmelere duyarsız kalan ilim ve fikir ehli kesimler ise, bırakın Müslümanlığı, insanlıktan bile uzaktır!
Fıkıh; insanların lehine ve aleyhine olacak durumları bilmesi, yani yararına ve zararına sonuçlanacak davranışları öğrenmesi anlamındadır. Ama beyni körletilen, kalbi kirletilen bencil ve beleşçi; basit ve fasit zevklerinin esiri haline getirilen kalabalıklar, artık yarınlarını kurgulayacak, batıl ve barbar dünya düzenini sorgulayacak duyarlılıktan uzaklaşmıştır. Beynini, zihnini, hayalini ve hafıza yeteneğini ağırlıklı olarak Allah’a, Kur’an’a ve Resulüllah’a adamış… “İnsanların hayırlısı, diğer insanlara hayrı dokunandır.”hadisinin uyarısını anlamış ve sorumluluğuna varmış… Ve imtihan şuuruyla ahiret hazırlığına odaklanmış bir Müslümanın bu gerçeklere ve tehlikelere ilgisiz ve tepkisiz kalması imkânsızdır. Aksi takdirde o kişi beynini ve kendini Şeytani odakların fitnelerine ve filmlerine kiralamış sayılır. Çünkü nemelazımcılık imana da insanlığa da aykırıdır. Ve aslında Yüce Kur’an’ın manasını ve mesajını anlamak, Allah’ın rızasına ulaşmak için kullarının rahatına çalışmak üzere, Allah Kelamı’nın mealini okuma ve üzerinde kafa yorma ve böyle sorumluluklarını kuşanma gaye ve gayretinden uzak insanlar, kalplerinin mühürlendiğinden kuşku duymalıdır. Çünkü bir meseleyi ve mes’uliyeti, ancak onu yeterince ve gereğince araştırıp-okuyup anlayan ve bunlara inanan kişiler yapacak ve yaşayacaktır. Yarım yamalak bilip tam kavramayanlar ise, sadece kof edebiyatla uğraşacak, akıl verip bilgiçlik taslayacaklardır. O konudan hiç çakmayan, ilgi ve ihtiyaç bile duymayan kimseler ise sadece eleştirip şikayetçi olacaklardır. Bildiği ve elinden geldiği halde korkaklığından, ya da rahatına ve çıkarına tapındığından, görevini ve gereğini yapacak iradesi ve cesareti olmayanlar ise “dilsiz Şeytan” konumundadır. İmanın özü hayırhahlıktır, çünkü İslam; Halık-ı Teâlâ’ya hürmet ve tazim, bütün mahlûkata ise şefkat ve merhamet olarak tanımlanmıştır.
Saf ve seçkin Alman ırkçılığını savunan Hitler, aslında hasta, sakat, yaşlı ve psikolojik sıkıntılı Yahudileri katlederek “Ari Yahudi ırkının oluşturulması”projesine taşeronluk yapmıştı.
Nazi Almanya’sında öjeni çalışmaları akıl hastanesindeki kıyımla başlamıştı Bu öjenik kıyımı Rockefeller Enstitüsü’nden Nobel Tıp ödüllü Dr. Alexis Carrel’ın desteklemesi şaşırtıcı sayılmamıştı. Evet, Nobel ödüllü ve Rockfeller destekli Dr. Carrel, 1935 yılında ilk yayınlandığında dokuz dile çevrilen Bilinmeyen İnsan kitabını çıkardı. Bu kitabın “İnsanın Yeniden Yapılanması” bölümünde “toplumsal sorunların çözümü için öjeni ve ötenazi yapmayı” tavsiye buyurmaktadır(!) Normal nüfus için büyük yük gördüğü akıl hastalarının, suçluların uygun gazlar bulunan öjeni enstitülerinde öldürülmeleri gerektiğini yazmaktan sakınmamıştı. Alexis Carrel: “Anormal olanlar normal olanın gelişimini engelliyor. Neden bu gereksiz zararlıları yaşatıyoruz” diye sormaktaydı. Bu adam: “Çok sayıda özürlü ve suçlu olması çözülmemiş bir sorundur. Bunlar, normal nüfus için büyük bir yüktür. Daha önce de dikkat çektiğim gibi, hapishanelerin ve akıl hastanelerinin bakımını sağlamak ve halkı gangsterlerden ve akıl hastalarından korumak için çok büyük meblağlara gerek vardır. Neden bu gereksiz ve zararlı varlıkları koruyoruz? Anormal olanlar, normal olanların gelişimini engellemektedir. Bu gerçekle dürüstçe yüzleşmek gerekir. Toplum neden suçlulardan ve akıl hastalarından daha ekonomik bir yaklaşımla kurtulmuyor?” diyecek kadar canavarlaşmıştı.
Bunun üzerine Hitler, 1939 yılı ortasında yayınladığı “Ötenazi Programı” (T4) emriyle doktorların gerekli gördükleri (tedavisi mümkün olmayan, fiziksel ve biyolojik özürlü, ruhsal sorunları olan) hastaları öldürebileceklerini açıklamıştı. Almanya’daki bu “ırksal temizlik” programının kurucusu, Irksal Temizliğin Temel Taslağı kitabını yazan öjeni uzmanı hekim Alfred Ploetz ise 1905 yılında Alman Irk Hijyeni Derneği’ni kuran insandı.
Zaten Hitler’i ortaya çıkaran çalışmalar çok önce başlatılmıştı. ABD ve Siyonistler de buna hep destek çıkmıştı. Unutmayınız ki, ABD’deki en kalabalık diasporalardan biri Yahudi asıllı Almanlardı. Rockefeller de Alman kökenli ve Yahudi asıllı bir Hristiyan’dı. Hatırlayalım ki, ABD Almanya’ya savaş açmamış, Japonya’ya açmıştı. ABD’ye ise Almanya savaş açmıştı. Hitler’in bilim insanlarına açık bir şekilde Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilip destek çıkılmıştı. Örneğin Eugen Fischer (1874-1967) Alman tıp, antoloji ve öjeni profesörü olup, Berlin Frederick William Üniversitesi rektörlüğünü yapmıştı. Fischer’in fikirleri Nazi Partisi’nin Alman ırk üstünlüğüne olan inancının güçlenmesine yol açmıştı. Hitler, 1923’te hapiste Fischer’in çalışmalarını okudu ve “üstün ırk” idealine bağlanmıştı. Fischer’in ırk hijyen çalışmasına destek veren ise Rockefeller vakıflarıydı. Zaten John D. Rockefeller’ın oğlu (Arkansas Valisi) Winthrop Rockefeller açıkça Hitler taraftarıydı!
Siyonist Yahudilerin Naziler ile ilişkisi karşılıksız sanılmasındı. Ölüm kamplarında insanları öldüren “zyklon B” gazını Yahudi şirketi IG Farben hazırlayıp Nazilere ulaştırmıştı. Bu ilaç, Nobel Ödülü sahibi Yahudi Alman kimyager Fritz Haber’in araştırma grubu olan Fiziksel Kimya ve Elektrokimya Enstitüsü tarafından “böcek ilacı” olarak hazırlanmış, özellikle hububat depolarında zehir olarak kullanılmıştı. IG Farben bu böcek ilacının patentini, 1930 yılında -tarımsal ilaçlar konusunda dünyanın o dönem en büyük şirketi- ABD’li Cynamid’e satmıştı. Bu şirketin merkezi Rockefeller Plaza’da bulunmaktaydı. Ve bu şirket, 2000 yılında Alman kimya devi – IG Farben’in “evladı”- BASF’a satılmıştı. Naziler, ölüm kamplarındaki esirlerin sinirlerini harap etmek, beyinlerine zarar vermek amacıyla çeşme suyunun içine koyduğu florürü işte bu Farben’den almıştı.
1945 yılının Kasım ayında Müttefik Kuvvetler, IG Farben’e el koymuşlardı. Ve tesislerin tamamı müttefik subaylarının kontrolü altına alınmıştı. Şirketin dağılması ve mal varlığının savaş tazminatlarına sunulması gündeme taşınmış ama Yahudi IG Farben’e hiç dokunulmamıştı. Savaştan sonra IG Farben’in 24 müdürü, Nürnberg Duruşmaları’nda (IG Farben Davası) yargılanmış. 13 kişi 1-8 yıl arasındaki göstermelik hapis cezalarına çarptırılmıştı. Bunlar da hızlı bir şekilde serbest bırakılmış, ardından önemli şirketlere yönetici atanmışlardı.
Hermann Schmitz, Deutsche Bank’ın denetim kurulu üyeliğine ve Rheinische Stahlwerke AG’nin denetim kurulu onursal başkanlığına,
Georg-von Schnitzler, Deutsch-Ibero-Amerikanische Gesellschaft’ın başkanlığına,
Friz Meer, Bayer AG’nin denetim kurulu başkanlığına ve çeşitli firmaların denetim kurulu üyeliğine,
Otto Ambroz, Feldmühle ve Telefunken danışmanlığına,
Heinrich Bütefisch ise, Deutsche Gasolin AG, Feldmühle ve Papier und Zellstoffwerke AG’nin denetim kurulu üyeliği ve Ruhrschemie AG Oberhausen danışmanlığına,
Max Ilgner, Zug yönetim kurulu başkanlığına,
Heinrich Oster ise, Gelsenberg AG’nin denetim kurulu üyeliğine taşınmışlardı. Ama nedense tek suçlu Hitler sanılırdı!?
Zaten Rockefeller Foundation Nazi tıbbının ırk araştırmalarının sponsoru olmamış mıydı? Şirketleri Standart Oil, Nazi uçaklarının yakıtını sağlamamış mıydı? Ford, kamyon ve cipleriyle Nazileri taşımamış mıydı? Hugo Boss, Nazi ordusunu giydirip donatmamış mıydı? Bertelsmann, Nazi subaylarını eğiten eserleri basmamış mıydı? IBM, hasta ve sakat Yahudileri tek tek belirleyen sistemi geliştirip, Nazilerin emrine sunmamış mıydı?
Deutsche Bank, Auschwitz toplama kampının inşasını yaptırmamış mıydı? Bosch, Daimler Benz, Volkswagen, BMC fabrikalarında mahkumları çalıştırmamış mıydı? Mahkûmların altınlarını, pırlantalarını Hitler’den satın alan İsviçre bankaları da Yahudilerin kuruluşlarıydı. Coca-Cola firması Naziler için Fanta’yı çıkarmamış mıydı? Ya Krupp? Bu Yahudi aile; sanayici geçmişi, kömür, demir, çelik, silah ve mühimmat üretimiyle ünlü olmuşlardı. Friedrich Krupp AG Hoesch-Krupp 20. yüzyılın önde gelen şirketlerinden sayılırdı. (Ki hâlâ bu konumdaydı.) Gustav Krupp’a 1945’te savaş suçlusu olarak mahkeme açıldı. Hasta olduğundan duruşmaya çıkarılmadı. Oğlu Alfred Krupp, 1948’de hapse mahkûm edildi. 1951’de serbest bırakıldı ve fabrikalarının bir kısmını sattı. Firmanın bugüne kadar çıkmış birçok savaşta payı olduğu konuşulmaktaydı, ancak Krupp firması arşivlerini açmayı reddettiğinden bugüne kadar bu iddialar kanıtlanamamıştı.
Naziler, çocukların ırk sağlığı için tamamen organik gıdalarla beslenmeyi şart koşmuşlardı. Himmler, SS birlikleri ve Nazi yöneticilerinin yemesi için organik çiftlikler kurdurmuşlardı. Hitler de doğal beslenmeden yanaydı. Hitler, Bavyera Alpleri’ndeki “Berghof” adlı villasının bahçesinde yetiştirilen organik gıdalarla karnını doyurmaktaydı. Oysa Nazi ölüm kamplarındaki esirlere zehirli katkı maddeleri yediriyorlardı. Günümüz dünyası ise, artık büyük bir “toplama kampı” konumundaydı. Bugün bu kadar zehirli gıdayı -bile bile- insanlara yedirenler, Siyonistlerin üstün ırk saplantılı takımıydı ve bütün insanlığı adım adım ölüme sürüklüyorlardı. Nazi Almanya’sı 1935 yılında Nurnberg Yasası çıkarmıştı. Üstün ırk özellikleri şöyle sıralanmıştı. “Sarışın, uzun boylu, uzun kafataslı, dar yüzlü, güçlü çeneli, dar burunlu, yumuşak saçlı, aralıklı açık renkli gözlü ve pembe beyaz cilt renkli…” olacaklardı. Bütün dünyada sağlıklı beslenen seçkin zenginleri ve özellikle Yahudileri tanımlıyorlardı.
Siyonist Rockefeller, 1932 yılında nöroloji ve nöroşirurji bölümü kurması için Kanada Montreal’deki McGill Üniversitesi’ne 1 milyon 282 bin dolar para aktarmıştı. “Toplumsal Hijyen Bürosu” vd. amacı “toplumsal hijyen” ya da “zihinsel hijyen” değildi; bunlar doğum kontrol ve nüfus kontrolü üzerinde çalışıyorlardı. Hedef, tehdit altında olan ırkların dejenerasyonuna engel olmaktı. Yani bütün dünyaya seçkin Yahudi ırkını ve üstün Batılı insanını hâkim kılmaktı. Türkiye’de de, İttihatçılar öncülüğünde buna benzer ırkçılık akımları başlatılacak, hatta “Türk ırkının ıslahı için Avrupa’dan parayla damızlık erkek kiralanıp Türk kadınlarının aşılanması…” teklifini yapan Abdullah Cevdet gibileri bile çıkacaktı. Yukarıdaki gerçekleri tespit ve tenkit eden Sn. Yazarın bu talihsiz ve tahripçi girişimlere hiç değinmemesi ise iyi niyetle bağdaştırılamazdı, çünkü bu tür tarihi gelişmeleri yarım anlatmak ve yanlış yorumlara yol açmak da bir nevi yalancılık ve sahtekârlıktı.
John D. Rockefeller’in bu kirli işlerdeki danışmanı ise Microsoft’un sahibi Bill Gates’in dedesi; William Henry Gates isimli adamdı.
Minneapolis’te Protestan vaiz olan din adamı Frederic Taylor Gates, mobilya kralı George Alfred Pillsbury’den aldığı çağrıyla yaşlı Rockefeller’ı ziyaret ediyordu. Rockefeller vasiyetnamesini hazırlıyordu ve bir Protestan mezhebi olan Baptist okuluna 50 bin dolar vermeyi uygun görüyordu. Gates, Pillsbury Akademisi için ek 60 bin dolar istiyordu ve Rockefeller’ı ikna ediyordu. Ayrıca Rockefeller’a, New York veya Şikago’da birer üniversite kurma kararı aldırıyordu. Bu ilişki sonucu Rockefeller Baptist cemaatinin en önde gelenlerinden biri oluyordu. Bu kirli ilişkiyi güçlendiren din adına insanları aldatma oyunuydu. Gerçekte Gates, tam bir münafık oluyordu. İnsanları Allah ile aldatma konusunda son derece işlek zekâya sahip bulunuyordu. Bitmez, tükenmez enerjisi ve çalışma gücü ile Evangelist şevk içinde hiç durmadan ve yorulmadan çalışıyordu. Paranın gücüne ve dinin cazibesine tam inanç besliyordu. Din adamı Gates elindeki parayı olabilecek en kârlı yatırımlara sokmak konusunda hassas davranıyordu. Kısacası; tam Siyonist “Büyük John”un meşrebine uygun bulunuyordu. Rockefeller, uyanık Gates’i, hem yardımseverlik amacıyla kurulmuş kurumların hem de (madencilik, çelik, kâğıt-çivi fabrikası, demiryolu kuruluşları, kerestecilik ve dökümcülük alanlarındaki) yatırımlarının başına getiriyordu. Bunların en önemlisi Lake Superior Iron Ore Company’deki (Demir Cevheri şirketindeki) başkanlık oluyordu.
Tavistock Enstitüsü, Rockefeller Vakfı’nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanı genişletilerek yeniden yapılandırılmıştı. Rockefeller, enstitüye geniş çaplı psikolojik savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri de yüklemiş durumdaydı. Enstitü, Kore Savaşı’nda ilk defa denenen kitlesel beyin yıkama tekniklerini geliştirmeye başlamıştı. İstenmeyen kişileri karaktersiz bir imgeye dönüştürüyorlardı. Neyin yenileceğine, neyin giyileceğine, neyin okunacağına, seyredileceğine bunlar karar veriyorlardı. Davranış bilimleri konusundaki programlar Tavistock Enstitü’sünü ABD’nin en etkili kuruluşu yapmıştı. Öyle ki, 1960 öğrenci hareketlerinin önüne geçmek için LSD gibi uyuşturucu kullanımını arttırmıştı. Neyin moda olacağına bile hep onlar karar veriyorlardı. Günümüzde enstitü, 6 milyar dolarlık bir bütçeyle çalışmaktaydı. ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” üzerindeki kontrolünü arttırmaya yönelik programlar üreten 10 büyük vakıf ve bu Siyonist vakıflara bağlı olan 400 kuruluş, 3000 araştırma grubu ve düşünce kuruluşu Tavistock’un doğrudan kontrolü altında görev yapmaktaydı. Vakfın ABD bölümünün başında Rockefeller Vakfı Başkanı (1977-1980 arası ABD Dışişleri Bakanlığı yapan) Cyrus Vance vardı. (Bugün Vakıf Başkanı ise İngiltere eski Başbakanlarından John Major olmaktaydı.) Tavistock stratejik misyonu ise; “ulus-devletlerden post-endüstriyel küresel dünya devleti’ne dönüş ve yönetimin az sayıda oligarka (Siyonist Yahudi baronlara) devri!” olarak açıklanmıştı.
Dr. Emery, 1967’de Tavistock Magazine (Human Relations) adlı dergide, “Gelecek 30 Yıl: Konsept, Metot ve Antipati” ve 1975’te “Gelecek Biz” adlı makalelerinde yazmıştı. İnsanlığı yozlaştırma süreci şu üç safhada tamamlanacaktı:
-Birinci Safha: “Moral değerlerini ve manevi dinamiklerini yitirme” (Demoralisation)
-İkinci Safha: “Zihni bölünme” (Segmentation) (Bu safhada kişi zihninde, milli devlet görüşünden kopar ve cemaat vb. biçimde yaşamayı tercih eder.)
-Üçüncü Safha: “Ahlaki Çürüme” (Disassocation) (Bu safhada kişi fantezilerle gerçekleri birbirine karıştırır ve birey “toplumsal ünite” haline, bir anlamda robotlaşmış birey halinde gelir.) Brookings Enstitüsü’nden Hudson Enstitüsü’ne kadar birçok kuruluş bu amaç için faaliyet yürütmektedir.
“Kısırlaştırma projesinin” asıl amacı insan üremesini kısıtlamaktı. Kanada’dan İngiltere’ye yapılan araştırmalarda kola içeceğini daha çok gençler tüketiyorlardı. Güney Danimarka Üniversitesi’nde 2 bin 500 kişi üzerinde yapılan bir araştırmada, sperm örneklerinde yapılan incelemeler neticesinde, aşırı kola tüketiminin sperm kalitesini ciddi oranda düşürdüğü ortaya çıkmıştı. Günde bir litre kola içen gençlerin çok düşük sperm değerlerine sahip olduğu anlaşılmıştı. Kola erkeklerde testosteron hormon dengesini bozarak sperm sayısını ve hareketini önemli ölçüde azaltmaktaydı. Zehir bilimi toksikoloji kurucusu Alman bilim insanı Paracelcus (1493-1541) der ki, “her şey zehirdir ve zehirli olmayan hiçbir şey yoktur; sadece dozu bir şeyin zehirli olup olmadığını tayin eder!” Doz önemliydi ve bu nedenle yavaş yavaş alışkanlık yaptırıyorlardı.
Rockfeller’in desteği sayesinde sosyal psikolojinin kurucu babası kabul edilen Kurt Lewin (1890-1947), sonradan CIA’e dönüşen istihbarat örgütü OSS kuruluşunda da etkin rol oynamıştı. Psikolojik harbi literatüre sokan insandı. Bütün bunların şeytani çabaları sonucunda Siyonist odakların nüfus planlama çalışmaları başarılı olmaya başlamıştı. 2020 yılında dünyada 5 yaşından küçük çocuklardan çok, 65 yaşından büyük yaşlılar kalacaktı. Çin’de 65 yaş üstü kişi sayısı yakın gelecekte 350 milyonu bulacaktı. Bu rakam 1990 yılında dünyadaki tüm yaşlı insan sayısıydı! İnsanlık yavaş yavaş ölüme yollanmaktaydı. Bu sebeple gelenekleri “modernleştirip” gıdayla kitlesel kıyım yapıyorlardı. Şimdi de evlerde kısırlaştıran eşya ve mobilya çoğalmaktaydı. Harvard Üniversitesi’nin araştırmasında tüp bebek tedavisi gören 211 kadının yüzde 80’inin idrarında alev almayı geciktiren kimyasallara rastlanmıştı. Spor minderi, ev mobilyaları, halı, araba koltukları, bilgisayar ve cep telefonları gibi günlük hayatta yaygın bir şekilde kullanılan alev almayı geciktirici olarak eklenen “organofosfat” (PFR) türü kimyasalların kısırlığa yol açtığı açıklanmıştı.
Rotschild’ler ve Rockefeller’ler gibi Siyonist aileler neden nüfus projeleri için önemli miktarda kaynak ayırmaktaydı?
Birçok ülkede aile planlaması ve sağlık programlarına sponsor olmaktaydı. Nüfus çalışmaları üç ana alana odaklanmıştı. Üreme biyolojisi araştırması, gebeliği önleyen ilaç-kontraseptik teknoloji araştırması ve politika çalışmaları.
Nüfus planlaması yapılır da seks araştırması ve şehvet azdırılması (porno yayınları) olmaz mıydı?
Dr. Alfred Kinsey (1894-1956) “cinsel devrim yapan Amerikalı bilim insanı”diye dünyaya tanıtılmıştı. 30 binden fazla denekle yaptığı bire bir görüşmeler sonunda gizli eşcinsel, kadın cinselliği, mastürbasyon gibi konularda elde ettiği verileri kamuoyuyla paylaşan Kinsey Raporu o kadar etkili oldu ki, sayısız ülkede cinsel kulüpler ve yayınlar ortaya çıkmıştı. Oysa Kinsey Raporu tam bir ahlak tahribatıydı! Onun tavsiyelerinden birisi de; uyuşturucu, seks ve televizyonla tatmin edilen -politikadan uzak- bir toplum oluşturulmasıydı. Diğeri cinselliğin üremeden ayrı ele alınması ve bu sayede kısırlaştırma ve kürtaj da dahil diğer doğum kontrol yöntemlerinin kabul edilmesini sağlamaktı. Diğeri ise, çekirdek aileyi yıkmaktı. Kinsey’in görüşleriyle Nazi fikirlerinin aynı olması tesadüf olamazdı: “Aşk ahmaklık, seks çağdaşlıktı!”
Dünyada “ari ırk” nüfusunun artması için gelişmemiş ülkelerde “nüfus planlaması yapma” projesi de öjeni görüşünün yansımasıydı… Rockefeller ve Carnegie gibi varlıklı “seçkin aileler” tarafından maddi destek verilen öjeninin asıl hedefi; arzu edilmeyen “Kansoylarının” sistematik biçimde imha edilmesi anlamına gelen “negatif öjenik!” katliamdı.
Kan Grubu çalışması ve insanlığın gizli imhası!
Rockefeller’in “akıl hocası” sayılan Frederick T. Gates özel bir adamdı ve tam bir şeytandı. Bu sözde din adamı, sözde toplumsal sorunların “köklü nedenlerini” araştırmış ve ırk ıslahı yapılmazsa insan ırkının bozulacağı kanısına varmıştı. Adnan Oktar grubunun, Oktar Babuna için yaptıkları özel kampanya sonucu topladıkları yüzbinlerce kan örneğinin Amerika’ya gönderilmesi de bu bağlamda ele alınmalı ve soruşturulmalıydı… Frederick T. Gates’in bilimsel tıp öğreniminin geliştirilmesinden-yaygınlaştırılmasından yana olmasının sebebi ari ırkın korunmasıydı. Sadece ABD’de değil, Toronto Üniversitesi ve Londra Hijyen ve Tropikal Tıp Okulu’na da milyon dolarlık yardımda bulunmuşlardı. Gates’in hayali; Çin tıbbının dünyaya hâkim olmasıydı. Rockefeller Vakfı’nın desteğiyle 1917’den itibaren Çin’e giden Protestan misyonerlere bu fikrini aşılamıştı. Oysa bu kirli tuzaktı. Rockefeller Vakfı, Çin’e Batı tıbbı eğitimini dayatmıştı. Çin’i ilaca boğmak istiyorlardı! Vakıf resmi tarihlerinde Çin’deki faaliyetleri hakkında şöyle diyor: “Rockefeller Vakfı’nın belirlediği birinci öncelik etkili bir tarım ekonomisi kurmaktı. Vakıf, en yararlı rolünün temellerini tanımlamak için 1935-1937 yılları arasında, Kuzey Çin’in Kırsal Yeniden Yapılanma Konseyi’ni (NCCRR) yapılandırmışlardı.
Milyonlarca yıldır ot yiyen insanoğluna ısrarla tek çeşit nişasta ağırlıklı tahıl dayatılmasının sebebi üzerinde durmak lazımdır. Genetik kodları değiştirilmiş ve kimyasallarla zehirlenmiş gıdalar ile sadece günümüz insanını değil, gelecek nesilleri de kökten etkileyecek gıda rejimini hangi amaçla planlamışlardır? Raf ömrü uzatma gibi gerekçelerle yiyeceklere zararlı katkı maddeleri koymaları, “sadece kâr etmek istemeleri” diye açıklanamazdı, daha gizli ve tehlikeli hesapları olmalıydı. Çünkü dünyada açlıktan her yıl 36 milyon, aşırı şişmanlıktan 29 milyon insan ölüyorlardı. Yiyen de, açlık çeken de neden gıda adaletsizliğinin kurbanı olmaktaydı? Bu işte bir karanlık yan, bir şeytanlık vardı! Virüs yalanları, aşı kampanyalarıyla başta çocuklar olmak üzere insanoğlunu kısırlaştırmanın aşıyı “görünmez silah” gibi kullanmanın gizli amaçları üzerinde kafa yorulmalıydı. Dünya gıda piyasasına hâkim olmak için yaptıkları küresel oyunların arkasında neden hep aynı Siyonist aileler sırıtmaktaydı?
Acaba insan genetiği ile oynayarak, hastalıklara karşı koruma kalkanı görevi yapan bağışıklık sistemi bilerek bozularak, görünmeyen biyolojik savaş mı yapılmaktadır. Bu görünmez katliam, Siyonist Yahudiler ve Haçlı hizmetçileri dışındaki bütün “öteki insana” yönelik yeni bir jenosit/soykırım mıdır? Daha önce Atom Bombası yapımına destek veren DuPontların, Rockefeller’lerin hümanist olduğunu düşünmek ahmaklıktır. Siyonist Rotschild ve Rockefeller ailelerine dair tüm biyografik kitaplar “para hırslarından” bahsederken, “Ölüm İmparatorluğu” adı verilen bu aile “gıda endüstrisi” konusunda nasıl “iyilik meleği” sayılacaktır?
Bu korkunç planlar yıllar önce yapılmış ve uygulamaya başlanmıştır. En etkili silahları, “genetik mühendislik”tir. Virüsler, aşılar, genetiği ile oynanmış gıdalar, endüstriyel katkı maddeleri vs. hep bu gizli hesabın içindedir. Güya imkânları ve kaynakları “koruma” altına almak için dünya nüfusunu en fazla 1 milyar ile sınırlamak peşindedirler. Maalesef kimi bilim insanları bu küresel oyunun piyonu ve hizmetçisidir. Örneğin: İngiltere’de Coca Cola’ya eleştiriler artınca şirket İngiliz hükümetinin danışmanlarının da bulunduğu ondan fazla bilim insanıyla mali bağlantı kurarak Avrupa Hidrasyon Enstitüsünü meydana getirmişlerdir. 2010-2015 arasında 4,86 milyon sterlin harcayıp şu yalanı bilimsel gerçek gibi göstermişlerdir: “Kola gibi meşrubatlar zararlı değildir!”
12 Ağustos 2018 tarihli televizyon haberlerinde; “Yakalandığı lenf kanserine, tarlalarda kullandığı zehirli tarım ilaçlarının yol açtığı, satıcı firmanın kanserojen madde içerdiğini bile bile bu ilacı sattığı ve müşterilerini uyarmadığı” gerekçesiyle mahkemeye başvuran Amerikalı çiftçi Dwayne Johnson’un 289 milyon dolar tazminat kazandığı duyurulmaktaydı. Bu haberlerde aynı şikayetle, 5 bin kadar üreticinin de mahkemelere dava açtıkları hatırlatılmıştı. İşin üzücü ve ürkütücü tarafı ise, kullanıcılarda lenf kanserine yol açan ve tarımsal gıdaları zehirlediği anlaşılan bu tarım ilacı, hala Türkiye’de rahatlıkla ve bol miktarda satılmaktaydı. Çiftçi Dwayne Johnson’un kan kanserine yakalanmasına sebep olan Raundup ve Ranger Pro markalı kimyasal maddeleri üretip satan ve çiftçileri uyarmayan California eyaletindeki Monsanto şirketi, yabancı otları yok etmekte kullanılan glifosat maddesini tarım ilaçlarına kattığı gerekçesiyle suçlu bulunup 289 milyon dolarlık cezaya çarptırılmıştı. Türkiye’de ise, Kanada merkezli, Yahudi menşeli ve kanserojen madde içerikli bir hazır gıda şirketinin Ortadoğu temsilcisi Tarım Bakanlığına atanmıştı.
“(Çünkü bu tipler, Hakk davadan döneklik ederek) Sırtını çevirip gittiği ve işbaşına (iktidara) geçtiği zaman; (ülkesinde ve) yeryüzünde (barış kılıflı) bozgunculuğa girişmeye, ekini ve nesli helak etmeye çaba gösterir (genleri bozulmuş İsrail tohumları ile bitki ve hayvan türlerini ve bebeklerin-gençlerin geleceğini tahribe yönelir). Allah ise, (fitne ve fesadı) bozgunculuğu sevmemektedir.” (Bakara: 205)
“(O fasıklar ki) Onu kesin olarak onayladıktan (ve hakikatin farkına vardıktan) sonra, Allah’ın ahdini (Cenab-ı Hakk’a verilen iman ve itaat sözlerini) bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi(akrabalık, arkadaşlık ve Hakk davayla irtibat) bağlarını ise koparırlar ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte bunlar hüsrana uğrayacaklardır.” (Bakara: 27)
Bu ayetler insan neslinin (üreme hücrelerinin) ve Ekinin (tarımsal ürünlerin ve hayvan yemlerinin) küresel zalim güçler ve işbirlikçi hain yönetimler tarafından bozulacağını haber vermektedir. Yani yiyecekler ve içecekler yoluyla insanlık çürütülmektedir.
Yıkım ve soykırım çağı!
Yazarın: İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar olan dönemdeki çalışmalar “öjeni” üzerineydi. “Doğum Kontrolü”, “nüfus planlaması” gibi uygulamalarla insan soyuna “çeki düzen” verilmek istenmişti. 1970’lere kadar tarımı kısırlaştıran ve kimyasallara boğan “Yeşil Devrim” uygulamasına geçildi. 1991’lerden sonra ise, insanı kısırlaştıran GDO’lu gıdalar tahribatı yürütülmekteydi. Ve bugün insanı, biyolojik yıkıma götüren gıda terörünün en tehlikeli yanı, insan geni şifresini değiştirmesidir. İşlenmiş hazır besinlerin DNA’da hangi olumsuz değişimleri meydana getirdiği sır gibi gizlenmektedir. Acaba Parkinson-Alzheimer-Otizm gibi beyin hastalıklarında büyük artışlar yaşanması, bunların neticesi midir? Beyin sağlığımız mı hedeftedir? Yani insan ırkı ıslah ediliyor denilerek “uygunsuz ırklar” yok mu edilmektedir? Doğal-kaliteli beslenemeyen yoksullar dolaylı yöntemlerle eritilmekte midir? Dünyayı yöneten 147 Siyonist şirket ve onların hizmetçileri dışında herkes tehlikede midir?
Bugün herkesin üzerinde düşünmesi gereken sorular şunlardır:
GDO’lar, biyolojik harp silahı mıdır? Kimyasallar gizli atom bombası mıdır? Dünya nüfusu azaltmaya mı çalışılmaktadır? Çünkü yakın gelecekte çalışan insana da ihtiyaç kalmayacaktır. Tıpkı banka ATM’lerinde olduğu gibi, robot sayısı her yıl çok hızlı artacağı analizleri yapılmaktadır. Bakınız Apple tedarikçisi Tayvan’ın en büyük şirketlerinden Fox-conn, 2020 yılına kadar elle montaj yapan personelin yerini doldurması için 1 milyon robot satın alacağını açıklamıştır. Artık savaşta bile insansız hava araçları kullanılmaktadır. Robotlar yeni iş gücü piyasası oluşturmakta, robot asker dönemi yaklaşmaktadır… Haz bağımlılığı yapan, insan sağlığına zararlı endüstriyel gıdalar neden bu kadar ucuza satılmaktadır? Örneğin, tavuk! Her şeye zam geliyor, bir tek tavuk fiyatı sabit kalmaktadır!? Marketlerde satılan tavuk eti analizlerinin genellikle sır gibi saklandığını söyleyen Fitoterapi-Doğal İlaçlar uzmanı Dr. Ümit Aktaş şunları açıklamıştır: “Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) sonunda açıklama yaptı. Bulgulara göre, test edilen tavukların yüzde 50’sinin karaciğerinde inorganik arsenik var. Bu madde kanserojen kimyasallar arasında en zehirli olanıdır!” Yani Dr. Aktaş’a göre, buradaki en büyük problem, arseniğin tavuk yemlerine kasten karıştırılmış olmasıdır. İşte… Konunun özü bu: Arsenik tavuk yemlerine neden karıştırılmaktadır?
Şimdi de gündemde yapay zekâ bulunmaktadır!
İngiliz matematikçi ve bilgisayar biliminin kurucusu Alan M. Turing 1950’de şu öngörüde bulunmuşlardı: “2000 yılına gelindiğinde, kelimelerin ve genel olarak öğrenilen düşüncenin kullanımı öylesine köklü bir şekilde değişecek ki, rahatlıkla düşünen makinelerden söz edilecektir.” Bahsettiği yapay zekâ idi. Yapay zekâ, normal yazılım ve donanımdan farklı olarak, bir makinenin değişken çevre koşullarını algılamasını ve ona göre tepki vermesini sağlamaya yöneliktir. Örneğin: bunlar trafikte çarpışmaları önleyecektir. Çin’de bir lokantada hızlı olamadığı ve içeceği müşterinin üzerine döktüğü için bir robotun işine son verilmiştir.” Şeklindeki tespit ve tahlilleri çarpıcıydı ve ufuk açıcıydı. Böylece öncelikli sorunlar ve gerçek sorumluları açığa vurulmaktaydı. Ama asıl noksanlık veya çarpıklık ise; akılcı, kalıcı ve kapsayıcı çözüm yollarının ortaya koyulmamasıydı. “Bunlar vahşi kapitalizmin canavar kurallarıdır. Kurtuluşun çaresi, komünizme ve sosyalizme sığınmaktır!” mantığı sakattır, hatta sahtekârlıktır. Çünkü komünist rejimler, Siyonist timsahın alt çenesi konumundadır ve o sistemler de insanlara kan kusturmaktadır. Tek ve gerçek reçete; Aklıselime, müspet bilime, vicdani kanaate, tarihi tecrübelere ve Kur’an-ı Kerim’e göre, ittifakla hayırlı ve yararlı sayılan DOĞRU’lara dayanarak ve yine bütün bunların ittifakla kötü ve zararlı saydığı YANLIŞ’lardan da sakınarak hazırlanan ADİL DÜZEN programlarıdır. Ve hele kapitalizmin hizmet aracı olarak kullanılan “Ilımlı İslam safsatası”nı ve Din istismarcılarını bahane ederek “asıl tehdit ve tehlike İslam’dır!” imajı oluşturma çabası ise, tam bir şeytanlık ve şarlatanlık damarıdır.
Biz Adil bir Düzeni savunurken ve insanlığın yegâne huzur ve kurtuluş projesi olarak sunarken, alnımız ak, aklımız paktır. “Sarraf sözünü, cellat yüzünü süsleme gereği duymaz!” diye bir söz vardır. Çünkü kuyumcunun sattığı altındır ve herkes altının yüksek kıymetinin farkındadır. Yani kuyumcunun altını pazarlaması için özel bir reklama ihtiyacı kalmamıştır. Cellat ise; ipini çekip öldüreceği adama hoş görünmek ve yaranmak derdi taşımayacaktır. Çünkü bir daha karşılaşmayacaklardır.
[1] Bak: Saklı Seçilmişler. Kırmızı Kedi yy. 1. Baskı. İst. 2017 Sh: 427 ve sonrası