Anasayfa » BİR KAHRAMANIN HİKAYESİ

BİR KAHRAMANIN HİKAYESİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 326 Görüntüleyen

1800’lü yılların son döneminde, Adana’nın Kozan ve Saimbeyli bölgelerinde asırlarca hüküm süren Kozanoğulları Beyliği’nin, sonradan gelip İstanbul’a yerleşen ve Sultan Abdülhamit’e yakınlığıyla bilinen soylu beylerinden Hüseyin Bey’in oğlu Mehmet Sabri Bey, hukuk tahsilini bitirir.

İlk görevi Erzurum İstinaf Mahkemesi Savcılığı’dır. Erzurumlular tarafından bu beyefendi çok sevilir ve tanınmış ailelerden Korukçuların kızı Sabire Hanım’la evlendirilir.

Savcı Mehmet Sabri Beyin ve Sabire Hanımefendinin Nizamettin ve Selahattin isimli çocukları dünyaya gelir.

Birinci Dünya Savaşı sonunda bu mutluluk bozulur. Ruslar Erzurum’a yaklaşmaktadır ve çaresiz bir göç başlamıştır. İşte bu korkunç şartlar içerisinde yapılan göç sırasında, Sabire Hanım yolda ölür.

Arkasından Ağır Ceza Reisi olarak Sinop’a tayin edilen Mehmet Sabri Bey, bu sefer Sinop’un ileri gelen ailelerinden birinin kızı olan Kamer Hanım’la evlenir. Erbakan Hocamızın anne tarafından dedeleri, Kafkas kahramanı Şeyh Şamil’in çocuklarından ve komutanlarından olup, Rusların baskısı sonucu hicret edip geldiği Sinop kalesi komutanlığına atanmış, Onun çocukları da Sinop’un eşrafı olarak Osmanlı devletine çok önemli hizmetler yapmış ve Sultan Abdülhamit’in özel itimat ve iltifatına mazhar olmuş bir ailedir. Erbakan Hoca’nın anne tarafından Ninesi Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin sülalesinden bir seyyide olması nedeniyle, Hz peygamberimiz (SAV) ile akrabalığı belirtilmiştir.

Ve derken takvimler 29 Ekim 1926’yı göstermektedir. Savcı Mehmet Sabri Bey’in eşi Kamer Hanım, serin Sinop gecelerinde kucağındaki nur topu bebeğin kulağına ninniler ve dualar söylemektedir. Bu kutlu çocuk başladığı Kayseri Cumhuriyet İlkokulunu, Trabzon Gazi Paşa İlkokulunu, İstanbul Erkek Lisesi’ni, binlerce müracaat içinde seçilip girdiği İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi’ni hep bi­rincilikle bitire­cektir. Belli ki o, çok özel meziyetlere mazhar kılınmış ve çok üstün yetenek­lerle donatılmış birisidir. 1948 yılında fakülteyi bitirdikten hemen sonraki Temmuz ayında, aynı üniversitenin Motorlar Kürsüsü’ne asistan olarak atanacak, hazırladığı üç ciltlik mükemmel doktora tezinden sonra, üniversite tarafından Almanya’ya gönderilecektir.

1951- 53 yılları arasında Aechen Teknik Üniversitesi’nde biri dok­tora, biri do­çentlik, diğeri de araştırma olmak üzere 3 tez hazırlayacak, özellikle dikkat ve hayretleri üzerine çeken, “dizel motorlarında püskürtülen yakıtın nasıl tutuştuğunu, matematiksel olarak izah eden” bu son tezinden sonra, Alman yetkililerin özel daveti ve ısrarı üzerine, Leopar tank motorlarını araştırma başmühendisi ola­rak gö­rev­lendirilecektir. Evet, yıllardır gaflet ve hıyanet bulutlarının ve cehalet karanlığının arkasında saklanan hakikat güneşi, yeniden milletimizin üzerine doğmaya başlıyor ve bir din yıldızı (Necmeddin) giderek parlıyordu. “Bize öyle bir Tank motoru lazım ki, Rusya ve Sibirya soğuklarında donmasın, Afrika’da kaynamasın… Hem benzinle, hem mazotla, hem de ispirto ve hatta zeytinyağı ile çalışsın” diyen Alman yetkililerin hayallerini bu soylu ve Mü’min Türk gerçekleştiriyor ve döneminin bilim otoritelerini kendine hayran bırakıyordu.

1953’te bir ara yurda dönen ve tezini hazırlayıp girdiği imtihanları ba­şararak 27 yaşında Türkiye’nin en genç doçenti unvanını kazanan Erbakan, 1954’te İs­tihkâm Okulu’nda başladığı vatanî görevini tamamlıyor ve 1956 yı­lında 200 kadar arkadaşıyla birleşerek meşhur Gümüş Motor Fabri­kası’nın te­melini atı­yordu. Bu girişimden dolayı merhum Menderes, Erbakan’ı telefon ve telgrafla kutluyor ve merhum Maliye Bakanı Hasan Polatkan 1960’ta faaliyete geçen fabrikanın açılışına bizzat katılıyordu.

Türkiye’mizin bir dikiş iğnesi bile üretmesine fırsat vermeyen dış güç­ler ve iç­teki sömürü ve sermaye çevreleri, % 100 yerli imkânlarla motor üreten bir fabrikanın kurulması ve Erbakan’ın bu başarısı karşısında çılgına dönmüşlerdi… O güne kadar ruh ve fikir plânında süregelen Hak-batıl mü­cadelesi, Gümüş Motor hareketiyle açığa dökülü­yor ve Erbakan’la şeytanların savaşı başlıyordu.

Ne acıdır ki, o tarihte İstanbul’da bulunan 67 motor ithalatçısının sa­dece 3 tanesi Türk ismi taşıyordu. O dönemde tanesi 6700 Liraya satılan 9 beygirlik motorlar, Gümüş Motor tarafından 5000 Liraya piyasaya sürüldü. Bunun üzerine dış destekli gayrimüslim firmalar, motor fiyatlarını 4200 Liraya indirdi­ler. Gümüş Motor kendi fiyatlarını 4000 Liraya düşürünce, rakip firmalar 3500 Lira yaptılar. Gümüş Motor çaresiz 3500 Liraya satmak zo­runda kalınca, onlar bu sefer 2800 Liraya dü­şürdüler. Bütün amaçları Gümüş Motor’u iflasa sürükle­mek ve kapatmaktı.

Ama karşılarında yılmaz ve yorulmaz bir milli kahraman vardı! Bu soylu Asyalıyla asla başa çıkamayacaklardı…

Sanayi girişimlerinde, Odalar Birliği’nin rolünü çok iyi bilen Erbakan Hoca, daha 1959’larda girdiği ve yükseldiği İstanbul Sanayi Odası Makine İmalatçı­ları Sanayi Meslek Komitesi Başkanlığı’ndan, 1966 yılında ayrılıp, bu sefer ‘yerli imalatı, ithalat karşısında koruya­bilmek ve sömürü tekellerinin dampingi karşısında Gümüş Motorları satabilmek’ için it­hal kotalarını düzenleme yetkisi bulunan “Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığını” ele geçiriyordu. Ancak kendilerinin aldığı ka­rarları, Odalar Birliği Genel Sekreteri’nin bozdu­ğunu görünce, bu sefer de TOBB’a Genel Sekreter oluyordu. Bunun üzerine dış güçlerin ve yerli işbir­likçilerinin elinde ve emrinde çalışan TOBB Genel İdare Kurulu Üyeleri, Genel Sekreterin ka­rarlarını çalıştırmayınca, arkasından Erbakan Hoca, masonlara karşı yeni bir meydan savaşı ka­zanarak, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne Genel Başkan seçiliyordu.

Kapitalist kargaların bir nevi üssü ve karakolu durumundaki bu teşki­la­tın en üst zirvesine yükselen bu soylu Aysalının yolunu tıkamak ve çaresiz bı­rakmak için, bu se­fer hükümet devreye giriyor ve devrin Başbakanı Sayın Demirel, kotaları hazırlama yetkisini Odalar Birliği’nden geri alıyordu.

Ayrıca zalimler tarafından, mazlumların kafasını ezmek için kullanılan bir “demirel” Erbakan Hoca’yı Odalar Birliği Genel Başkanlığına getiren seçim­lerin iptali için Danıştay’a başvuruyor, Erbakan Hoca ise hukukî yollardan bu seçim­lerin haklılığını ve geçerliliğini ispatlıyor, ama yine de ‘Kanunsuz, kaba kuvvet’ zoruyla görevinden uzaklaştırılıyordu.

Hele hele Odalar Birliği’ne bağlı ÖSEK (Özel Sektör Enformasyon Komitesi)’e yaptığı teftişte, bu teşkilatın ‘komünizmle mücadele’ perdesi al­tında, o gün için sola kira­lanmış bazı yazar bozuntularına, milletin kesesinden dağıtılan 600 bin lira (bu gün 600 milyardan fazla) paraların nasıl çarçur edil­diğini gören Erbakan Hoca kararını vermişti: Çaresi yok siyasi güce ve hükü­met otoritesine sahip olmalıydı.

O nedenle, ya milli ve manevi değerlerine bağlı bir tabana oturan Adalet Partisi’ni içten fethetmek, bu olmazsa hiç değilse “Madem siyasete he­vesliydin ne diye hazır milliyetçi – muhafazakâr bir parti varken ona girme­din?” şeklindeki soruları fiilen ce­vaplandırmak için, yaklaşan 1969 se­çim­lerinde aday olmak istemiyle AP’ye mü­racaat etti. Mason Localarının ve ser­maye baronlarının şiddetli tepkileriyle, Erbakan AP listelerinden veto edili­yordu.

Kaybedilecek vakit yoktu. Erbakan Hoca, Konya ilinden bağımsız aday oluyor, bütün hile ve hıyanetlere rağmen 3 milletvekili oyu alarak Meclis’e gi­ri­yordu…

Konya’da Hastane Caddesi 15 numaralı apartmanın teras katını karargâh haline getiren Erbakan Hoca, ne partisi, ne holding ve medya destekçisi olmadan tek başına, mevcut hükümete, iki büyük partiye ve tüm karanlık güçlere karşı verdiği tarihi mücadeleyi başarıyor ve Milletvekili olarak Ankara’ya dönerken, ağzından Necip Fazıl’ın şu mısraları dökülüyordu.

“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes, Ey kahpe rüzgâr, artık, ne yandan esersen es.”

Daha sonra inanan ve uyanan insanları organizeli bir güç haline getir­mek, yani onları “Nizam”a sokmak ve evrensel hukuk nizamını hayata ha­kim kılmak için 26 Ocak 1970’te “Milli Nizam” kuruluyordu.

Daha bir yılını yeni doldurmuştu ki bir parti, belki dünya tarihinde ilk defa, gençlik kollarının yayınladığı bir broşürde yer alan bir şiirin içindeki ma­sum ve mübarek şu cümleler yüzünden kapatılıyordu:

Herkes duyacak, bilecek

Saklanmaz gayrı bu gerçek

Yaprak yaprak, çiçek çiçek,

“Tek yol İslâm”, yazacağız!..

Ama bu yiğit lideri hak bildiği davasından caydırmak ve usandırmak mümkün olmuyordu.

Ve nihayet Mehmet Akif’lerin, Eşref Edip’lerin, Said Nursi’lerin, Abdulhakim Arvasi’lerin, Muhammet Zahidi’lerin, Mahmut Sami Efendilerin, Palulu Haydar Baba Erenlerin, daha nice nice alimlerin, velilerin ve şehitlerin duaları kabul görüyor, himmetler ve gayret­ler selamete dönüşüyordu…

‘Önce Ahlâk ve Maneviyat’ diye yola çıkıldığından, 3.5 yılda 350 İmam-Hatip Okulu açılıyor, uyumsuz ve sorumsuz koalisyon ortaklarına rağmen yurt çapında Ağır Sanayi Hamlesi başlatılıyor ve temeli atılan 200 dev fabri­kanın 70 tanesi bitiriliyor ve üretime geçiyordu…

Siyonist çevrelerdeki telaş paniğe dönüşüyor ve nihayet bu mümtaz ve mü­cahit insan, an­cak darbe ile durduruluyordu.

Darbenin yapılacağını bildiği ve özellikle kendisine, yurda dönmemesi tavsiye edildiği halde “Biz böyle günlerde cemaatimizin yanında ve başında bulunmalıyız” diye­rek gittiği Londra’dan geri geliyor, teşkilatını sıkıntıya sokmamak ve kimsenin burnunu kanatmamak için, hapse kendisi giriyor, en zor hesapları kendisi veriyor ve bu badire­den de alnının akıyla çıkıyordu…

Nizam’la başlayan, Selamet’le engelleri aşan, Refah’la olgunlaşan Faziletle hedefine koşan ve derken Saadet’e ulaşan bu mutlu hare­ketin kutlu lideri, nice Özalların, Erdoğanların ve Numancıların hıyanetine rağmen nurdan bir heykel gibi yine dim99999dik ola­rak inançlı kadroların başında, şer güçleri ve şeytanî çevreleri hizaya sokmaya uğraşıyordu.

Örnek bir sorumluluk bilinci ve yüksek bir kulluk azmiyle: “Hayat, İman ve Cihattır!” gayreti üzerindeyken, sonunda 85 yaşında bu dünyadan ayrılıyor ve iki milyon insanın katılımıyla gerçekleşen muhteşem ve müstesna bir cenaze töreniyle Hakka uğurlanıyordu. Sağlığında “şuurlansınlar ve şer güçlerin tuzağından kurtulsunlar” diye sürekli sarsıp silkelediği bir toplumu, sanki ölümüyle diriltiyor ve harekete geçiriyordu.

Evet, böylesi şahsiyetleri anlamak çok zor, ama insan asıl onları anlatır­ken zorlanı­yordu.

Ey hayatını ve rahatını, inancına ve insanlığa feda eden muhterem ve muhteşem Zat. Sizi saygıyla selamlıyoruz… Sizin yaptıklarınızı, biz anlamaktan ve yazmaktan bile aciz bulunuyoruz!

Selam saygı ve dualar sana ve sadıklarına!..

 

 

KAYNAK : ” DÜNYANIN DEĞİŞİMİ VE ERBAKAN DEVRİMİ ” KİTABI

YAZAR : AHMET AKGÜL

KİTABA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ..

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi