BİR DOĞRUYU, YANLIŞ AMAÇLAR İÇİN KULLANMAK
Bülent Ecevit, hazırladığı bir Osmanlı Tarihiyle ilgili, kendisiyle röportaj yapan zaman muhabirine:
“Sultan Vahdettin hain değildir” deyince ortalık karıştı.
Belki de Ecevit; tarihimizle barışmayı, ideolojik ve resmi yanlışlıkları tartışıp, önyargıları aşmayı amaçlamıştı… Veya gündeme gelmeye çalışmıştı…
Evet, Ecevit belki bazı doğruları saptamıştı, ama bu doğruların, hangi yanlış amaçlar için istismar edileceğini hesaplayamamıştı…
Bir zamanlar “Kurtuluş umudumuz Karaoğlan, Ezilenlerin Kurtarıcısı solcu kahraman” diye övgü düzenler, şimdi: “Atanın kemiklerini sızlatan, Beyni sulanmış adam!” diye, sövmeye başlamıştı.
Oysa asıl üzerinde durulması gereken; Ecevit’in söyledikleri değil, bunları tartışma konusu yapıp suni gündem oluşturanların, “cambaza bak” oyunlarıydı.
Sultan Vahdettin’in hain olmadığı gerçeğine sahip çıkan bazı sahtekârların, hedefinin tarihi bir tersliği düzeltmek olmadığı açıktır. Onların amacı:
- 1- AKP’NİN Kıbrıs ve Kuzey Irak hıyanetine kılıf hazırlamak, Vahdettin’le Tayyibi kıyaslamak ve temize çıkarmaktır. Çünkü Milli Cephedeki siyasi partiler, sivil örgütler ve aydın şahsiyetler, AB hayali uğruna Kıbrıs Rum Kesimini tanıma anlamına gelecek Gümrük Birliği ek protokolünün imzalanmasının bir siyasi cinayet olacağını hatırlatmaktadır. Üstelik tam bu sırada ABD ile Kıbrıs Rum Kesimi bir savunma ve güvenlik işbirliği anlaşması imzalamıştır.
- 2- Fetullah Gülen’in Amerika’nın kucağında yürüttüğü Siyonist uşaklığına ve vahşi emperyalist şakşakçılığına mazeret bulmak ve Sultan Vahdettin gibi iftiraya uğradığını ve anlaşılmadığını savunmaktır. Zaman gazetesinin tavrı bu kanaatimizi ispatlamaktadır. 21. Temmuz tarihli Zaman’ın 16. sayfasındaki Prof. Mümtaz’er Türköne’nin yazısı, birde bu gözle okunmalıdır.
- 3- Sultan Vahdettin’i öne sürüp asıl Atatürk’ü tartışmaya açmak ve ABD’ye teslimiyete, egemenliğimizin AB’ye devrine engel olan Kemalist ilkelerin artık gereksiz ve geçersiz olduğunu söylemeye çalışmaktır.
- Nitekim Oktay Ekşi ve Süleyman Demirel gibilerin itirazları bu noktada yoğunlaşmıştır.
- 4- Siyonist İsrail’in dünya hâkimiyeti için BOP tuzağına çekeceği Türkiye’yi yumuşatmak üzere “Ilımlı İslamcılık ve Yeni Osmanlıcılık” palavralarına haklılık kazandırmaktır. Güler Kömürcü bu noktaya parmak basmaktadır:
“5 Ağustos… İstanbul’da ‘Yeni Osmanlı’ zirvesi mi?
Size yine çook özel bir haberim var ey kayda geçen okur; Petrol piyasalarının efsanevi ismi, arap hanedanlarının ‘VIP’ üyesi, Suudi Arabistan eski Petrol Bakanı Şeyh Zeki Yamani, haftaya, 5 Ağustos 2005 tarihinde, İstanbul’da, Çırağan Sarayımızın bahçesinde, ‘Arap Dünyası’nın önemli isimlerini, siyasilerini, Ortadoğu’dan devlet başkanlarını ağırlayacağı görkemli bir düğünle kızını (Sara Hanım, damat Malik Dahlan ile yani damat da Arap) evlendiriyor. Düğünde, Ürdün Kralı Abdullah dışında, Ortadoğu ülkelerinden 20 civarı bakan ile çok sayıda yerli-yabancı diplomat, işadamı, siyasinin de hazır bulunması bekleniyor. Şeyh Yamani’nin düğününe Başbakan Erdoğan da davetli.
Düğün davetiyesinde Şeyh Yamani’nin bizzat kendisinin kaleme aldığı ‘derin manalı bir mesaj’ yer alıyor, diyor ki Yamani; ‘Nur ve iman beldesi Mekke tepelerinden geldik, Osman oğlu tepelerinde sevincimizi sizinle paylaşmaya.’
Tam bu noktada duralım, ‘Mekke tepelerinden OSMANOĞLU tepelerine’ tanımının nedense bir anda ‘BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’ BOP’u çağrıştırdığını söylesem, sınırlarınızı çok mu zorlamış olurum acaba sevgili okur? Şöyle ki;
Suudi Arabistan eski Petrol Bakanı Şeyh Zeki Yamani uluslararası para piyasaları-siyasi çevrelerde hala son derece etkin bir isimdir. Yamani, damadı dahil bütün çevresinin, evinin-dostlarının yaşadığı Suudi Arabistan yerine, kızının düğününü sizce neden İstanbul’da yapmayı tercih etti? Üstelik kına gecesini de İstanbul’da yapıyorlar. Neden uçaklar dolusu yüzlerce davetliyi Mekke’den, Medine’den ve de tüm Ortadoğu’dan teker teker aldırtıp ‘düğün vesilesiyle’ İstanbul’da toplamayı, hem de, ‘nur ve iman beldesi MEKKE tepelerinden OSMANOĞLU tepelerine getirmeyi-OSMANOĞLU TEPELERİNDE ‘birleştirmeyi’ tercih etti dersiniz? Tamam, son zamanlarda İstanbul’da düğün yapma modası var doğru ama…
Konuyu aktardığım bir uzman dostun yorumu şöyle oldu; ‘BOP’un omurgasında yer alan belirleyici stratejinin ‘hızla terörize olduğuna inanılan Müslüman dünyasını, -ılımlı İslam modeli- ile törpülemek olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Washington’ın efendilerinin seçtiği ‘Ilımlı İslam modeli’nin temsilcisi de, şimdilik, AK Parti üzerinden Türkiye. Bunun için de Türkiye’nin geçmişteki mirasından faydalanmak istiyor, yani; ‘Osmanlı’ modelini bugüne uyarlayıp, ‘Yeni Osmanlı Modeli’ adı altında ‘İstanbul’un merkez olacağı bir model peşinde ve bu modelin çekirdeğinde de İslam dünyasının liderlik kurumu olan HİLAFET’ makamı bulunmaktadır.[1]
- 5- Vahdettin tartışmalarının diğer bir amacı da arabanın yorulan atlarını değiştirmek cinsinden, yıpranan AKP’ye alternatif yeni bir iktidar arayışını hızlandırmak ve Milli bir değişim heyecanını yatıştırmak ve yozlaştırmaktır.
Nitekim Şakir Suter’in yazdığına göre Süleyman Demirel; AKP’ye alternatif doğabilir mi? Sorusuna;
“-Doğabilir değil, doğacaktır” yanıtını buyurmuşlardır!?[2]
Gelelim karşı cepheye…
Vahdettin niye hainmiş?. İngiliz mandacılığına sıcak bakıyormuş… Öyle ise, Amerikan mandacısı İsmet İnönü ve Sevr’i imzalayan Rauf Orbay nasıl hainlikten kahramanlığa yükseldi.
Bütün bu hususlardan yola çıkarak Vahdettin’in veya Tevfik Paşanın hain olduklarını söylemek saçmalıktır. Kurtuluş Savaşı’nın, Misak-ı Milli’nin, Cumhuriyetin meşruiyetini kanıtlamak için, Osmanlı canibinde hainler yaratma gereği yok.
Yılmaz Çetiner’in son padişah Vahdettin adlı kitabında, torunu Hümeyra Sultan’a (Özbaş) atfen anlattığı olay, Vahdettin’in San Remo’daki sürgün günlerinde, gelişmeleri daha soğukkanlı irdelediğini, Mustafa Kemal’i vatanın bağımsızlığı için savaşan bir komutan olarak nitelediğini belirten satırların doğruluğunu, bizzat Hümeyra Özbaş Hanım, kendisi Ali Sirmen’e teyit etmiştir.
Bu da Vahdettin konusunda çok olumlu bir olaydır.
Ama sayın Ecevit, “Vahdettin’in zor koşullar altında bile bir çok önemli iş yaptığını” söylerken daha ciddi davranmalıydı. Hele hele bu konuda kitap yazdığına göre, bu konuda herhangi bir belgesi olup olmadığını soranlara, “Benim şahsen, çocukluğumdan beri dinlediğim şeyler var” diye gayriciddî bir yanıt verip, Tevfik Paşa ve İnönü ile ilgili kulaktan dolma yalan yanlış tevatür anlatmaya başlaması başlı başına bir skandaldır.
Vatanseverlik-hıyanet ve sıkıcı polemikler
Eski başbakan Bülent Ecevit, “Vahdettin hain değildi” deyince kıyamet koptu. Birileri neredeyse Ecevit’i darağacına gönderecek.
Sonuçta Bülent Bey, profesyonel bir tarihçi değil, okuma birikimlerinden yola çıkarak vardığı sonucu söylüyor. Aslında bu sonuç ne tarihi bağlar, ne tarihçileri. Dolayısıyla hezeyana varan tepkiler lüzumsuzdu.
Ecevit’in Vahdettin açıklaması üzerine gazeteler (özellikle Hürriyet ve Milliyet) tarihçilerin görüşüne başvurdu. Hayret; neredeyse bütün tarihçiler ve tarihe yakınlığı ile bilinen aydınlar (Mete Tuncay, Yılmaz Öztuna, M. Kemal Öke, İlber Ortaylı, Reşat Kaynar, Murat Bardakçı) Ecevit gibi düşünüyordu…
Tek bir istisna vardı: Eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Süleyman Bey de profesyonel bir tarihçi değildi; ancak nedense Ecevit’in sözlerine bir hayli içerlemişti. Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni’ni bizzat arayarak sitemde bulunmuştu. Süleyman Bey, “Türkiye, böyle bir beyanı kaldıracak durumda değildir.” diyordu. Tuhaf! Cumhuriyetimiz kurulalı 80 küsur sene olmuş, Türk halkı cumhuriyeti özümsemiş, demokrasiye yelken açmış, Avrupa Birliği kapısına dayanmış… Olsun, Demirel’e göre hâlâ “kaldırılamayacak beyanlar” var bu ülkede. Demirel’in tepkisini “yadırgamadım” cümlesiyle savuşturdu Bülent Bey. Oysa yadırganacak bir tepkiydi.
Ecevit’in açıklamasında ilginç bir ayrıntı var; esas bunun üzerinde durmak gerekiyor. Bülent Bey, son padişahın birçok özelliğini takdirle yâd ediyor; ancak asıl altını çizdiği nokta şu: “Vahdettin ülkeyi terk ederken yanında servet götürmüyor. Sessizce ülkeyi terk ediyor.” Bülent Bey’in hayat tarzını bilenler için bu ayrıntı önemli. Çünkü Vahdettin istese hem aile servetinden hem de devlet kesesinden istediğini alırdı…
“Vatanseverlik” ve “ihanet” kavramlarını belki bu açıdan bir daha düşünmek gerekiyor. Sadece dile vuran vatan sevgisi, inandırıcılıktan uzak oluyor. Meydanları gümbürdete gümbürdete söylenen ve “vatan, millet, Sakarya” üzerine odaklanan epik sözler, hayatta karşılığını bulamayınca derin bir boşluğa yuvarlanıyor.[3]
İhanet ve Hamâkat
‘Son Osmanlı Padişahı Vahdettin bir haindi, ülkesine ihanet etti.” İlkokulda bana bu “gerçekler”i öğreten öğretmenime şu soruları sormuştum. “Niye ihanet etti? Nasıl ihanet etti? Bu ihanetinin karşılığında ne kazandı?” Bize öğretilen altı asırlık şanlı tarihin böyle mide bulandırıcı bir sahne ile sona ermesi canımı sıkmıştı. Aldığım cevap ise sadece okkalı bir tokat oldu. Çocuk mantığı ile o gün sorduğum bu soruları, bugün Ecevit’in başlattığı tartışma ile ayağa kalkan ve Sultan Vahdettin üzerindeki “hain” damgasını kaldırmayı “ihanet” olarak niteleyenlere sormanın bir anlamı yok. Artık tokatla susacak yaşı geçtiğimize göre, yeni sorular sormamız lazım.
“Tarihi hainlerle kahramanlar arasında süren bir masal gibi anlamak ve yorumlamak, acaba hamakatin hangi çeşididir?” “Padişahları bile hain olabilen ve bol miktarda hain yetiştiren bir millette şeref ve haysiyet hangi mertebelerdedir?” Nihayet, “böyle bir milletin adam olma ihtimali mevcut mudur?”
Gerçeğe ve tarihe saygı
Kemal Tahir, 40 yıl önce, bugün Ecevit’in çizdiği Vahdettin portresini daha canlı ve ikna edici olarak çizmişti. Cumhuriyetimiz 40 yıl daha yaşlandıktan sonra, varlığını temellendirmek için hâlâ hainlere ihtiyaç duyuyorsak, gerçekten yazık. Vahdettin elbette hain değildi, bulunduğu son derece zor şartlarda, çıkış yolu bulmak için kendince çözümler aradı. İstanbul’da işsiz güçsüz oturan Osmanlı paşalarını Anadolu’ya gönderdi, bunların arasında da eski yaveri Mustafa Kemal’e, rütbesi daha yüksek olanlar üzerine komutan tayin ederek ilave yetkiler verdi (Atatürk’ün rütbesi, Kazım Karabekir’den düşüktü.) Bunları söyleyen Atatürk’ün kendisi; merak edenler Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına bakabilirler. 1927 yılında, günler boyu Meclis kürsüsünden okunan Nutuk’taki “hain” isnadına gelince: Bu metinde “hain” sıfatını doğrudan veya dolaylı olarak yiyen sadece Vahdettin değildir. Kurtuluş Savaşı’nın büyük komutanları, Rauf Orbay, Ali Fuad Cebesoy, Kazım Karabekir, Ali İhsan Sabis de karşımıza dirayetli komutanlardan çok birer karikatür olarak çıkarlar. Nutuk içinde yer alan zengin belge ve bilgiler yanında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında süregiden iç iktidar mücadelesinin bir polemik metnidir. Bu mücadelenin nasıl sürdürüldüğüne dair önemli bilgiler içermektedir. Kuruluş evresinin hareketli ortamında kaleme alınan bu metni, her kelimesi doğru bir kutsal metin olarak okursanız, sadece Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını değil, bugünü de anlamak konusunda zorluk çekersiniz. Söz konusu olan şey sadece bir iktidar mücadelesidir.
Cumhuriyet, imparatorluğun bütün kurumlarını devralmış, Tanzimat’tan beri devam eden her alandaki yenileşme hamleleri hız kazanarak tarihsel bütünlük içinde devam etmiştir.
Cumhuriyet ideologlarının, yenilikleri benimsetmek için giriştikleri abartılı ve kişiselleştirilmiş edebiyat, bir Osmanlı düşmanlığına ve tarihin tasfiyesine doğru uç noktalara taşındı. “Cumhuriyet’in her çeşit yeniliğin ve mucizenin başlangıcı olması” iddiasını temellendirmek için, koskoca bir tarih ayıklandı ve tasfiye edilerek tekleştirildi. Daha sonra bu tarih, ulus devletin kimliği ve kişiliği haline getirildiği için vazgeçilmezlik ve dokunulmazlık zırhına büründürüldü. Gerçek tarih bugün bizden hemen her gün intikam alıyor. Önümüzde uzanan Osmanlı coğrafyası, Türkiye’nin güvenliğini ve geleceğini garanti altına almak için doldurulmayı bekliyor. Hain bir padişahla noktaladığınız tarihe dönerek bu boşluğu dolduramazsınız.
Hainlerle, alçakça komplolarla dolu tarih, zihnimizi dumura uğratıyor, bizi kendi kendimizi yiyip bitiren paranoyalara mağlup ediyor. Bu dondurulmuş ve tekleştirilmiş tarihin bize verdiği akıl, bizi sığ ve verimsiz hatta tüketici bataklıklara mahkûm ediyor. Etrafımıza sadece 82 yıllık yeni bir devletin mensupları olarak bakarken birçok fırsatı ve imkânı kaçırıyoruz. Vahdettin hain olduğu sürece kaçırmaya devam edeceğiz. Vahdettin’in, Çerkes Ethem’in hain olduğu bir tarihle, Kurtuluş Savaşı’nı nasıl başardığımızı kimse açıklayamaz. Açıklayamadığınız bir hikâyeye mahkûm edilirseniz, aklınızı ya dumura uğratırsınız ya da şizofrenik bir dünya içinde heder olursunuz.
Vahdettin’i hain ilan ederek Atatürk’ü yüceltemezsiniz. Yücelttiğiniz Atatürk, bir devletin kurucusu, büyük reformlar başarmış bir önder olmaktan çıkar bir mitoloji kahramanına ve bir azize dönüşür. Bizim bir azize değil, çok zor şartlar altında, iktidar mücadelelerinden de başarıyla çıkabilmiş, gerçekçi, ufku geniş ve sonuçta başarılı olmuş bir devlet kurucusuna ihtiyacımız var.
Bizim gerçeklere ihtiyacımız var. Çünkü gerçeğe saygısı olmayanların geleceği olmaz.[4]
Tarihe ‘kapatma’ muamelesi
Bülent Ecevit’in Zaman gazetesine verdiği ‘Vahdettin hain değildi’ demecinden sonra başlayan tartışma devam ediyor.
Yılmaz Öztuna’nın yıllar önce ortaya koyduğu, İlber Ortaylı’nın teyid ettiği, kısaca tarihi resmî söylemlerin dogmalarından arınmış bir şekilde görmek gerektiğine inanan tarihçi ve araştırmacıların aksine bazı kalem erbabı da bu beyanatların cumhuriyetin temellerini sarsmak olduğunu iddia ediyor. Onlar Ecevit’in beyanatlarının Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Nutuk’ta belirttiği esaslara uygun olmadığını, bu beyanatların Ecevit’e hiç yakışmadığını söylüyorlar. Süleyman Demirel, durumdan avantaj çıkararak, ‘Atatürk Türk ulusunun üzerinde mutabakata vardığı önemli bir referans ve bu referans bize daha 100 yıl lazım’ gibilerinden ilginç analizler yaparak puan topluyor. Oysa Demirel’in bu tutumu sağ siyasete egemen olan pragmatik anlayışın tipik bir uzantısıdır
Aslında Ecevit gibi Atatürk’e duyduğu sevgiden şüphe edilmeyecek birinin yıllarca ‘Mustafa Kemal’in Samsun’a gittiği vapur çürük çarık bir vapur değildi; hatta onu bizzat Vahdettin görevlendirmişti’ diyen mütedeyyin kitlelerin tezlerini kısmen onaylayan bir pozisyona düşmüş olmasıdır rahatsızlık yaratan.[5]
Serdar Turgut’un yazı başlığı oldukça çarpıcıdır:
“Türkiye’nin tarihi hiç olmadı ki”
Vahdettin hain miydi yoksa değil miydi tartışması Türkiye’nin düşünce sisteminde var olan eksiklikleri net biçimde ortaya koymuştur.
‘Tarih’ birçok toplumda var olan yapıların geçmişlerini ve var oluş nedenlerini anlamak için girişilen bilimdir.
Bizde ise tarih var olan yapıların geçmişini ve var oluş nedenlerini anlamamak ve anlatmamak için kurgulanmış bir yalan-bilime (pseudo-science) dönüşmüştür. Bu ‘olanı anlatmama’ ve ‘anlaşılmamasını sağlama’ ihtiyacı sadece Türkiye’ye özgü değildir. Ancak demokrasinin bir yaşam biçimi olarak algılanmadığı ülkelerde yaygın olarak görülse bile, ülkemizde de sık sık ve gizlenmeden, saklanmadan başvurulan bir yöntemdir. Son Vahdettin tartışmasına teorik müdahalede bulunan Süleyman Demirel’in ‘bazı konuları kurcalamamak yerinde olur’ sözü, Türk devletinin tarihe resmi bakışını oluşturur. ‘Tarih’ gibi zor bir konuda, devletin resmi bakışı ve tavrı olduğunda ise bunu kırarak gerçekleri ortaya çıkarma neredeyse imkânsız olur.
Vahdettin’i hain ilan etme, bir ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmıştır. M. Kemal’in daha önce Padişaha, övgü dizen sözleriyle uyuşmayan bazı ithamları da, bu açıdan yorumlanmalıdır.
Cumhuriyet’in Osmanlı geçmişinden radikal bir kopuşu oluşturduğu ve eskinin tamamen unutulup yeninin baştan aşağıya yeniden kurulması anlamına geldiği tavrı, bir anlamda, Vahdettin’in de harcanması ihtiyacını doğurmuştur. Bülent Ecevit’in çıkışı, resmi tarih anlayışına büyük darbe vurduğundan ve Cumhuriyet’in anlamını yeniden düşünme sürecini açtığından, büyük tepki görmüştür. Bu gibi durumlarda Süleyman Demirel resmi devlet refleksini gayet net ve şeffaf biçimde ortaya koyan çıkışlar yapıyor. Derin devlet tartışmalarında da böyle olmuştu, şimdi de tarih tartışmalarında aynı tavrı sergiledi, bazı doğruları ortaya çıkarmamak daha doğru olur demedi tam olarak ama, bunu dolaylı şekilde söyledi.
Bu tanımladığım süreç, Vahdettin hakkında çok kıymetli bir biyografi yazmış bulunan Murat Bardakçı’nın başına gelmiştir. Rasyonel bir ülkede yaşıyor olsaydık o eser de layık olduğu yere konulur ve Vahdettin konusunda ‘kime göre neden hain, kime göre de neden hain değil’ tartışması başlatılırdı. Bu çalışma, resmi devlet ideolojisinin kendi çevresine kurduğu kalkana ve ideolojik devlet aygıtlarının (bunlar arasında bazı gazeteler de vardır) kurduğu koruma duvarına çarpmıştır.[6]
Ecevit: Vahdettin devleti soymadı
Eski Başbakan Bülent Ecevit, “Son Padişah Vahdettin hain değildi” diyerek başlattığı tartışmayı, “Sultan Vahdettin ülkeden ayrılırken devleti soymadı” diyerek devam ettirdi. Eşi Rahşan Ecevit’le birlikte CNN Türk’te yayınlanan Ankara Kulisi programına katılan Ecevit, Vahdettin’le ilgili açıklamalarına devam etti. Ecevit, “Böyle bir açıklamaya neden gerek duydunuz” sorusuna, “Aslında Vahdettin’le ilgili birikmiş bazı tepkiler ve destekler varmış. Benim tamamen kendi ailevi sorunumla ilgili sözlerim birden bire bazı ideolojik, hatta rejim ile ilgili tartışmaların alevlenmesine neden oldu. Bu gibi konuların tartışılması rejim ve ideolojik açıdan faydalı da olur” cevabını verdi.
Atatürk’e düşman değildi
Ecevit, “Vahdettin hain miydi değil miydi? Neden Atatürk, Vahdettin’e hain dedi” sorusu üzerine de, bu konuların tarihçiler tarafından daha ayrıntılı olarak incelenmesi ihtiyacının ortaya çıktığını belirterek, şöyle konuştu: “İncelenecek çok şey var. İstanbul’un işgali sırasında ordusu yokken, doğru dürüst bir devlet mekanizması yokken, ayrıca birbiriyle kavgalı politikacılar ortalığı kasıp kavururken, bir aciz kişi değil bir dahi olsa İstanbul’da bir şey yapamazdı. Atatürk, İstanbul’dan uzaklaşarak yapmak istediklerini yapabildi. Vahdettin’in Mustafa Kemal’e bir düşmanlığı olduğunu aklımdan bile geçirmem. Herhalde Vahdettin ‘aman şu Osmanlı Devleti yıkılsın da ben de kurtulayım’ diye hareket etmedi. 600 yıllık devletin çöküntüsü Vahdettin’in omuzlarında yükleniyordu. Bu dayanılabilecek bir ıstırap değil. İstanbul’dan ayrılıp Avrupa ülkelerine gittikten sonra kısa bir sürede bütün malı mülkü elinden gitmiş. O kadar ki, yakınları cenazesini hastaneden kaçırmak zorunda kalmışlar. Devleti de soymamış, bazı başka ülkelerdekiler gibi.”[7]
Bülent Ecevit’in “Vahdettin hain değildi” cümlesi ile başlayan tartışma çığırından çıkmak üzere. CHP de “Biz Vahdettin hakkında Atatürk gibi düşünüyoruz” açıklaması ile bu tartışmayı zıvanasından iyice çıkardı.
Bence tartışmayı, sevgili arkadaşım ve meslektaşım Yılmaz Çetiner, Milliyet’teki yazısı ile rayına oturtmuş. Şöyle demiş özetle:
– 0 günlerin ağır şartları içinde Atatürk de “Hain, sefil” demiş olabilir. Ama aynı kelimeleri bir düşünün, kimler kimler için söylemedi… Sultan Vahdettin bence vatan haini değil, yetenekleri olmayan aciz hasta bir padişahtı. Günün ağır şartları da üzerine binince Vahdettin yanlışlar yaptı bocaladı… Koskoca imparatorluk daha kolay çöktü. Ama pırıl pırıl, genç, güçlü Türkiye Cumhuriyeti çıktı ortaya. Böylesi daha iyi oldu…
Buyurun size Vahidüddin’le ilgili bir hatıra. Hasan Aksay anlatıyor: 80 öncesi. Saraylar Meclis’e bağlı ya, sarayları incelemek için Meclis’ten bir heyet seçiliyor.. Kayıtlar inceleniyor.. Altın bir Kur’an mahfazası var, içinde bir zarf. Açıp okutuyorlar, ne yazıyor diye, Heyette AP’li, CHP’li, MSP’li üyeler var.. CHP’li üye ikide bir Hasan Aksay’a takılıyor ve padişahların özel hayatları ile ilgili alaycı şeyler söylüyor.. Söz konusu belge okunup belge ile ilgili açıklamalar yapılınca CHP’li üye gözleri dolu dolu gelip Hasan Aksay‘dan özür diliyor.
Olay şöyle: Vahidüddin tehdit ve şantajla bir İngiliz gemisine bindirilip gönderilirken, son anda yolculukta okumak için bir Kur’an-ı Kerim istiyor.. Hemen gidip saraydan getiriyorlar.. Altın mahfazalı bir Kur’an. Vahidüddin, İtalya’ya varınca hemen Kur’an-ı Kerim‘in mahfazasını çıkarıp, bir mektupla bizim sefarete gönderiyor. “Bu altın kap, beytülmale aittir. Ümmete aid olan bir malın yerine iadesi ricasıyla” iade ediyor.
Vahidüddin Han hastaydı ve yoksulluk içinde hayata veda etti. Borcuna karşılık Yahudi bankerler halifemizin tabutuna haciz koydular. O şimdi Şam’da ebedi istirahatgâhında hesap günü için diriliş gününü bekliyor…
Bilemeyiz. Belki, gün gelecek, Lozan Antlaşmasını imzalayanlar bile “hain” olarak anılacak. Öyle ya, üzerine yemin edilmiş olan Misak-ı Milli sınırlarını; yani Batı Trakya, Adalar, Batum, Musul ve Kerkük, Hatay gibi önemli toprak parçalarını, hatta Boğazları bile ‘dışarıda’ bırakanlar, “kahramanlık” rütbesini daha kaç yıl taşıyacaklar? Türk halkı, gerçek manada gözlerini açtığı zaman, bazı gerçekleri görmeyecek mi? Elbette görecek.
İtiraz etmeye hazırlananlara hemen şunu hatırlatayım: 0 tarihte, Türklerden başka kimsenin savaşmaya mecali kalmamıştı, Kalsaydı eğer, emin olun, sadece Yunanlıların hücumuna maruz kalmazdık.
Tempo dergisinin muhabiri Enis Tayman, “İşte öteki hainler” başlıklı haberine şu satırlarla başlıyor: “Vahdettin’le başlayan tartışma, aslında buzdağının görünen ucu. Çünkü resmi tarihe göre, bu cennet vatana karşı suç işleyen öyle çok ‘hain’ var ki, sadece isimleri yazılsa ansiklopedi olur.”
Doğru. Durum öyle bir noktaya gelmiş ki, o meşhur rakı sofrasından uzak duran herkes, neredeyse “hain” damgası yemiş. İşte o “hain”lerden bir kaçı: Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Çerkez Ethem, Hüseyin Rauf Orbay, Dr. Rıza Nur, Sarı Efe Edip, İsmail Canbulat, Topal Osman…
Bu isimlerin anlam ve önemini uzun uzun yazmaya gerek yok. Sadece bir iki küçük ipucu:
Mesela Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak olmasaydı, bana göre İstiklal Harbi de olmazdı. Çerkez Ethem olmasaydı, düzenli ordu kurulmadan önceki ayaklanmalar bastırılamaz, ayrıca Yunanlılara karşı, psikolojik önemi olan o ilk başarılar sağlanamazdı. İstiklal Harbinin önemli isimlerinden Başvekil Rauf Orbay olmasaydı, milli mücadele saflarına o kadar rütbeli insan katılmazdı…
Ama bir noktadan sonra bütün bu hizmetlerin hiçbir anlamı kalmamış ve hepsi “hain” olup çıkmış. Kimi yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, kimi İstiklal Mahkemesinde yargılanıp ya idam edilmiş ya da canını zor kurtarmış, kimi de can derdine düşüp ‘düşman’a sığınmış.
Bir zamanlar kurşun sıktığın düşmana sığınmak, ilk bakışta kulağa hoş gelmiyor. Fakat “konuşana değil, konuşturana bak” misali, sığınana değil, sığındırana bakmak lazım. Aynı durum, Vahdettin’in İngiliz gemisine binmesi için de geçerli…
Münevver Ayaşlı’nın hatıralarını okuyanlar, Mustafa Kemal’in temsilcisi olarak Sultan Vahdettin’le görüşen Refet Paşa’nın, padişaha neler dediğini, ne gibi hakaretler ettiğini iyi bilirler.
Sözü uzatmayalım ve son noktayı koyalım:
Evet, Müslüman Türk milletinden hain çıkmaz. Vatana ihanet edenlerin ve hala etmeye devam edenlerin, dolayısıyla ‘hain’ olanların secerelerine baktığımız vakit bunu daha iyi anlarız…[8]
[1] 26 Temmuz 2005 – Akşam – Güler Kömürcü
[2] 26 Temmuz 2005 – Akşam
[3] 21 Temmuz 2005 – Zaman – Ekrem Dumanlı
[4] 21 Temmuz 2005 – Zaman – Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne (Gazi Üniversitesi Öğ. Üy.)
[5] 21 Temmuz 2005 – Zaman – Nihal B. Karaca
[6] 23 Temmuz 2005 – Akşam
[7] 25 Temmuz 2005 – Yeni Şafak
[8] Milli Gazete – İbrahim Tenekeci