Big Bang (Büyük Patlama) ile Ortaya Çıkan:
MUHTEŞEM KÂİNAT SARAYI
VE
İNSANIN SORUMLULUKLARI
İnkârcıların tarihi yanılgısı olan; “Sonsuzdan beri var olan evren” fikri, Batı düşüncesine materyalist felsefe ile birlikte girmiş oluyordu. Eski Yunan’da gelişen bu felsefe, maddeden başka bir varlık olmadığını savunuyor ve evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini öne sürüyordu. Aslında materyalizm, Kilise’nin hâkim olduğu dönemde rafa kaldırılıyordu. Ama Rönesans’tan sonra Batılı bilim ve fikir adamlarının yeniden Eski Yunan kaynaklarına merak sarmaları ile birlikte, materyalizm de yeniden kabul görmeye başlıyordu. Materyalist evren anlayışını Yeni Çağ’da ilk kez savunan kişi ise, ünlü Alman düşünür Immanuel Kant olmuştu. Kant, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve bu sonsuzluk içinde her olasılığın mümkün sayılması gerektiğini öne sürüyordu. Kant’ın yolunu izleyenler, sonsuz evren fikrini materyalizmle birlikte savunmaya devam ediyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, evrenin bir başlangıcı, yani yaratılış anı olmadığı şeklindeki yanılgı, geniş bir kabul görür hale geliyordu. Karl Marx, Friedrich Engels gibi diyalektik materyalistlerin şiddetle sahiplendikleri bu iddia, 20. yüzyıla da taşınıyordu.
Söz konusu “sonsuz evren” fikri, her zaman için ateizmle içiçe olmuştu. Çünkü evrenin bir başlangıcı olması, “Allah tarafından yaratıldığı” anlamına geliyordu ve buna karşı çıkmanın tek yolu da, hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı halde, “evren sonsuzdan beri vardır” safsatasına sarılmaktan geçiyordu. Bu iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri de, 20. yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm’in ünlü bir savunucusu haline gelen Georges Politzer oluyordu ve tabi yanılıyordu.
Evrenin Genişlemesi ve Big Bang’in Doğuşu
1920’li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından çok önemli yıllar oluyordu. 1922’de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein’in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesaplıyordu. Friedmann’ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak “evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişleyip durduğunu” söylüyordu. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtiyordu. Ancak 1929 yılında gelen gözlemsel bir delil, bilim dünyasına bomba gibi düşüyordu. O yıl California Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yapıyordu. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptıyordu. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsıyordu.
Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayması gerekiyordu. (Gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi.) Hubble’ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gök cisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin “genişlemekte” olduğuydu.
Kısa bir zaman önce Georges Lemaitre tarafından öngörülen bu gerçek, aslında yüzyılın en önemli bilim adamı sayılan Albert Einstein tarafından da daha önceden dile getiriliyordu. Einstein 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplarda evrenin durağan olamayacağı sonucuna varıyordu. Ancak bu buluş karşısında son derece şaşıran Einstein bu sözde “uygunsuz” sonucu ortadan kaldırmak için denklemlerine “kozmolojik sabit” adını verdiği bir faktör ilave ediyordu. Çünkü o sıralar, astronomlar ona evrenin statik olduğunu söylüyorlardı, o da kuramının bu modele uymasını istiyordu. Ancak sonradan bu kozmolojik sabiti “kariyerinin en büyük hatası” olarak tanımlamak zorunda kalıyordu.
Hubble’ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, kısa bir süre sonra yeni bir evren modelini doğurdu. Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde “tek bir nokta” ortaya çıkıyordu.
Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, olağanüstü büyük çekim gücü nedeniyle “sıfır hacme” sahip olacağını gösteriyordu. İşte evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkıyordu. Bu patlamaya “Big Bang” (Büyük Patlama) deniyor ve bu teori de aynı isimle biliniyordu.
Big Bang’in gösterdiği çok önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre, evren “yok” iken “var” hale gelmiş oluyordu. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin “evren sonsuzdan beri vardır” varsayımını geçersiz kılıyordu.
Big Bang’in Zaferi Geliyordu!
1948 yılında George Gamov, Georges Lemaitre’in hesaplamalarını geliştiriyor ve Big Bang’e bağlı olarak yeni bir tez ortaya sürüyordu. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan arta kalan belirli oranda bir radyasyonun olması gerekiyordu. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı. “Olması gereken” bu kanıt çok geçmeden bulundu. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları keşfettiler. “Kozmik Fon Radyasyonu” adı verilen bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Olağanüstü bir eşyönlülük sergiliyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değildi, yani belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang’in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıkıyordu. Üstelik bu rakam bilim adamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı. Penzias ve Wilson, Big Bang’in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazanıyordu.
Big Bang’in bir diğer önemli delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang’den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplanmasıyla uyuşuyordu. Eğer evren, bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olurdu. Tüm bunlarla birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir kabul görmeye başlıyordu. Scientific American dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli olarak genişliyordu ve Big Bang modeli yüzyılımızın kabul görmüş tek modeli sayılıyordu.
Peki, Evreni Yoktan Kim Var Ediyordu?
Big Bang’in bu zaferi ile birlikte, materyalist dogmanın temeli olan “sonsuz evren” kavramı da tarihe karışıyordu. Peki o zaman Big Bang’den önce ne vardı ve “yok” olan evreni büyük bir patlama ile “var” hale getiren güç ne oluyordu? Elbette ki bu soru, Arthur Eddington gibi diğer materyalistlerin de hoşuna gitmeyen gerçeği, yani Yaratıcı’nın varlığını gösteriyordu.
Kur’an’ın İşaretleri Big Bang’ı Doğruluyordu!
Big Bang modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı olurken, çok önemli bir işlev daha gerçekleştiriyordu. Ateist felsefeci Anthony Flew’un itirafıyla, Big Bang ile birlikte “bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiş oluyordu!” Dini kaynaklar tarafından savunulan bu gerçek, evrenin yoktan yaratıldığını söylüyordu. Bu, bilimin keşfinden binlerce yıl önce, Allah’ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği mukaddes kitaplarda da bildiriliyordu. Tevrat, İncil ve Kur’an gibi İlahi kitapların her birinde, evrenin ve tüm maddenin Allah tarafından yoktan yaratıldığı haber veriliyordu.
Bu İlahi kaynakların içinde tahrifata uğramamış yegâne kitap olan Kur’an’da ise, hem evrenin yoktan yaratılışı, hem de bu yaratılışın biçimi konusunda bilgiler aktarılıyordu. 14 asır önce vahyedilmiş olan bu bilgiler, 20. yüzyıl biliminin bulgularıyla tamamen uyuşuyordu.
Öncelikle evrenin “yok” iken “var” hale geldiği, Kur’an’da şöyle haber veriliyordu:
“(Allah CC) Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin (hiç yoktan) yaratandır. …” (En’am Suresi: 101)
Zamanımızdan tam 14 asır önce, insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda yine Kur’an’da bildirilen bir başka gerçek de, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğuydu:
“O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişik iken, Biz onları (sonradan) ayırdık ve (Dünya’yı yaşama müsait kılıp) her canlı şeyi sudan yarattık. (Bilimin en son verileri de bu doğrultudadır.) Yine de onlar hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya Suresi: 30)
Üstteki ayetin Arapça orijinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır. Ayetin “birbiriyle bitişik” olarak tercüme edilen kelimesi ratk, Arapça sözlüklerde “birbiriyle içiçe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış” anlamlarına geliyordu. Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılıyordu. Ayetteki “ayırdık” ifadesi ise Arapça fatk fiilidir ki, bu fiil ratk halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamını taşıyordu. Örneğin; tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade ediliyordu.
Bu bilgiyle ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin “ratk” halinde olduğu bir durumdan bahsedilmektedir. Ardından bu ikisi fatk fiili ile ayrılmışlardır. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big Bang’in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görürüz. Yani her şey, bir başka deyişle tüm “gökler ve yer” bu noktanın içinde, “ratk” halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlamış, bu yolla maddeler “fatk” olmuş, yani dışarı çıkarak tüm evreni oluşturmuşlardır.
Kur’an’da bildirilen bir başka gerçek ise, bilim tarafından ancak 1920’lerin sonunda fark edilen evrenin genişlemesi gerçeğidir. Hubble’ın, yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez ortaya çıkan bu gerçek, Kur’an’da şöyle bildirilir:
“(Dikkatle ve ibretle bakın ki;) Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz (onu sürekli) genişleticiyiz. (Yeni ve görkemli yıldız kümeleri ve gök cisimleri yaratıp üretmekteyiz.)” (Zariyat Suresi: 47)
Kısacası modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kur’an ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü evren materyalistlerin sandığının aksine, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah’ın yaratmasıyla var olmuştur ve Allah’tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki bilgilerin en doğrusudur.
Bütün Âlemler Mükemmel Bir Hesapla Yaratılıyordu!
Big Bang ile, yani dev bir patlama ile yoktan var edilen evrenin içinde yaklaşık 300 milyar galaksi vardır. Bu galaksilerin belirli şekilleri vardır, spiral galaksiler, eliptik galaksiler gibi. Bu galaksilerin her birinde bir o kadar da yıldız bulunmaktadır. Bu yıldızlardan biri olan Güneş’in ise etrafında büyük bir uyum içinde dönmekte olan 9 gezegen yer almaktadır. İşte biz bunlardan üçüncüsünün yani yeryüzünün üzerinde şu anda birlikte yaşamaktayız.
Bu muhteşem evren öyle bir patlama sonucunda etrafa rastgele saçılmış bir madde yığını sanılmamalıdır. Rastgele saçılan madde nasıl düzenli galaksiler oluşturacaktı? Neden madde belirli noktalarda sıkışıp toplanarak yıldızları meydana çıkarmışlardı? Sadece Güneş Sistemi’nin hassas dengesi bile, korkunç bir patlama ile ortaya çıkmış olamazdı! Çünkü Big Bang bir patlama olduğuna göre, beklenmesi gereken, bu patlamanın ardından maddenin uzay boşluğunda “rastgele” dağılmasıydı. Bu rastgele dağılan maddenin evrenin belirli noktalarında birikip galaksiler, yıldızlar ve yıldız sistemleri oluşturması ise imkânsızdı. Oysa Big Bang ile oluşan madde “olağanüstü” bir biçimde muhteşem şekil ve düzen almıştır. Böyle bir düzenin oluşabilmesi ise bizi tek bir gerçeğe götürmektedir. Bu ise: Evrenin üstün kudret sahibi Allah tarafından kusursuzca yaratıldığıdır…
Normalde, böylesine büyük patlamalarda kaos ve karışıklık, başıboşluk ve istikrarsızlık yaşanır. Ancak İlahi kader kontrolündeki Big Bang patlaması sonucu oluşan milyarlarca galaksiler ve milyarlarca yıldız sistemleri aralarındaki milyonlarca kilometrelik uzaklığa rağmen o denli mükemmel ve dengeli bir şekilde konumlarına yerleşmişlerdir ki; örneğin, bizim de bağlı olduğumuz Güneş sistemindeki gezegenler, bulundukları mesafeden biraz daha uzak veya yakın bir yerde ve yörüngede olsalardı ve dönüş hızları biraz daha artsa veya azalsaydı karşılıklı etkileşim (çekme ve itme) dengesi bozulacak dünya dumura uğrayacak, tabiat ve hayat olmayacaktı.
Patlama Hızı Akıllara Durgunluk Veriyordu.
Normalde “patlama” kavramı, adı üstünde, insana düzen, hesap, plan gibi kavramları çağrıştırmazdı. Oysa Big Bang’de akıllara durgunluk verecek kadar hassas bir düzenleme vardır. Bu düzenlemenin bir boyutu, patlamanın hızıdır. Big Bang’le birlikte var olan madde, elbette etrafa korkunç bir hızla yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek lazımdır. Patlamanın bu ilk anında, bir de şiddetli bir çekim gücü vardır. Evrenin tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekim kuvveti bulunmaktadır.
Dolayısıyla Big Bang’in ilk anında birbirine zıt olan iki güçten söz etmek yerinde olacaktır: 1- Patlamanın gücü, 2- Bu patlamaya direnen, maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. İşte bu iki güç arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıkmıştır. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne baskın çıksa, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökmüş olacaktı. Eğer bunun tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla olsaydı, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşmeyecek şekilde savrulacaktı.
Peki bu denge ne kadar hassastı? İki güç arasında ne kadarlık bir oranda farklılığa fırsat tanınırdı?
Avustralya’daki Adelaide Üniversitesi’nden ünlü matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun hesaplar yaptı ve şaşırtıcı bir sonuca ulaştı: Davies’e göre, Big Bang’in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (10-18) bile farklı olsaydı, evren ortaya çıkamazdı.
Peki bu denli olağanüstü bir denge neyi göstermiş olmaktaydı? Elbette böylesine hassas bir ayarlama tesadüfle açıklanamazdı ve bilinçli bir tasarımın kanıtıydı.
Dört Kuvvet ve Yüce Allah’ın Sonsuz Kudret ve Sanatı İnsanı Hayran Bırakıyordu!
Aslında Big Bang’deki patlama hızı, evrenin ilk anında oluşan sayısal dengelerden yalnızca bir tanesi olmaktadır. Big Bang’in ardından, şu an içinde yaşadığımız evrenin yapısını belirleyen “çok hassas ölçüler” ortaya çıkmıştır ve bunlar tam olmaları gerektiği değerde belirlenmiş durumdadır. Bu ölçüler, bugün modern fiziğin kabul ettiği “dört temel kuvvet”ten oluşmaktadır. Evrendeki tüm fiziksel hareketler ve yapılar, bu dört kuvvetin birbiri ile iletişimi ve dengesi sayesinde vardır. Bunlar; 1- Yerçekimi kuvveti, 2- Elektromanyetik kuvvet, 3- Güçlü nükleer kuvvet ve 4- Zayıf nükleer kuvvettir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler sadece atomun yapısını belirlerler. Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler. Bu dört temel kuvvet Big Bang’in sonrasında ortaya çıkmışlar ve evrene dağılan madde, bu dört temel kuvvete göre belirlenip Allah’ın dilediği şekli almıştır.
Ancak ilginç olan, bu kuvvetlerin birbirleri ile karşılaştırıldıklarında ortaya çıkan tablodur. Çünkü bu kuvvetler, birbirlerinden olağanüstü derecede farklı değerlere sahip bulunmaktadır. Eğer tüm bu kuvvetlerin birbirlerine olan oranlarını ortak bir birim kullanarak ifade etmek istersek şöyle yazmamız lazımdır:
Güçlü nükleer kuvvet : 15
Zayıf nükleer kuvvet : 7.03 x 10-3
Yerçekimi kuvveti : 5.90 x 10-39
Elektromanyetik kuvvet : 3.05 x 10-12
Dikkat edilirse, üstteki sayılar arasında çok büyük uçurumlar vardır. Örneğin güçlü nükleer kuvvetin değeri, yerçekimi kuvvetinin değerinden yaklaşık “milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere milyar” kadar daha büyüktür. Peki acaba bu kadar farklı bir güç dağılımının amacı nedir?
Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, bu soruyu şöyle cevaplamıştır:
Eğer yerçekimi kuvveti bir trilyon kat daha güçlü olsaydı, o zaman evren çok daha küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok daha kısa sürerdi. Ortalama bir yıldızın kütlesi, şu anki Güneşimizden bir trilyon kat daha küçük olurdu ve yaşama süresi de bir yıl kadar olabilirdi. Öte yandan, eğer yerçekimi kuvveti birazcık bile daha güçsüz olsaydı, hiçbir yıldız ya da galaksi asla oluşamazdı. Diğer kuvvetler arasındaki dengeler de son derece hassastır. Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman evrendeki tek kararlı element hidrojen olurdu. Başka hiçbir atom olamazdı. Eğer güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvete göre birazcık bile daha güçlü olsaydı, o zaman da evrendeki tek kararlı element, çekirdeğinde iki proton bulunduran bir atom olurdu. Bu durumda evrende hiç hidrojen olmayacak ve yıldızlar ve galaksiler, eğer oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı. Açıkçası, eğer bu temel güçler ve değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tam tamına sahip olmasalar, hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Hayat da olmayacaktı.
Pek çok büyük bilim adamları önemli bir gerçeğin farkına varmışlardır. Evrendeki hayret verici dengeleri ve düzeni inceleyen her insanın karşısına çıkan bu gerçek son derece açıktır: Tüm evrende üstün bir Yaratılış, kusursuz bir düzen sergilenmektedir. Bu düzenin sahibi elbette her şeyi kusursuzca var eden Allah’tır. Allah evrenin yaratılışındaki düzene, “belli bir ölçüyle” hesaplanmış dengelere bir ayetinde şöyle dikkat buyurmaktadır:
“(O Allah ki) Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı ve tasarruf hakkı) O’nundur; (Allah asla) çocuk edinmemiştir. (Allah’a evlat isnadı küfürdür.) O’na mülkünde (başka bir) ortak da yoktur, her şeyi bizzat O yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle (en ince ayrıntılarıyla birlikte) takdir etmiştir.” (Furkan Suresi: 2)
Olasılık Hesapları “Tesadüf”ü Yalanlayıp Boşa Çıkarıyordu!
Bu noktada materyalizmin “tesadüf” iddiasını ele alalım. Tesadüf matematiksel bir terimdir ve bir şeyin tesadüfen gerçekleşip gerçekleşemeyeceği olasılık hesapları ile anlaşılır. Biz de olasılık hesaplarına bakalım. Bu sayıyı ünlü İngiliz matematikçi -ve Hawking’in yakın çalışma arkadaşı- Roger Penrose hesaplamıştır. Tüm fiziksel değişkenleri hesaba katmış, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate almış ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang’in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit etmiştir.
Penrose’un bulduğu ihtimal şudur: 1010123 de bir ihtimal!
Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Matematikte 10123 şeklinde yazılan bir rakam, 1 sayısının yanına 123 tane sıfır gelmesiyle oluşur. (Bu evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 1078‘den bile büyük, astronomik bir sayıdır.) Ama Penrose’un bulduğu sayı, bunun çok çok daha üstündedir. Çünkü Penrose’un bulduğu sayı, 10123 tane sıfırın 1 rakamının yanına gelmesiyle oluşmaktadır. Matematikte 1050‘de 1’den daha küçük olasılıklar, “sıfır ihtimal” sayılır. Ama sözünü ettiğimiz sayı, 1050‘de 1’in trilyar kere trilyar kere trilyar katından bile çok daha büyüktür. Kısacası bu sayı bizlere, evrenin tesadüfle açıklanmasının kesinlikle imkânsız olduğunu kanıtlamaktadır.
Elbette evrenin “tasarlanmış” olması, Allah tarafından yaratılıp düzenlenmiş olması demektir. Evrendeki hassas dengeler, canlı cansız tüm varlıklar Allah’ın üstün yaratma sanatının apaçık delillerindendir. Günümüzde bilimin ulaştığı bu sonuç ise, Kur’an’da bundan 14 yüzyıl önce haber verilmiş olan bir gerçeğin teyidinden başka bir şey değildir. O gerçek, Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:
“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günlerde (altı devrede) gökleri ve yeri yaratan, sonra Arş’a istiva eden (kudret ve rahmetiyle kuşatıveren) Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten; Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (bütün işleri evirip çevirmek de yalnızca) O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. (Sonsuz kerem ve bereket kaynağıdır.)” (A’raf Suresi: 54)
Atomlar Nasıl Oluşuyordu?
Big Bang, bilim adamlarının hesaplamalarına göre günümüzden yaklaşık 17 milyar yıl önce gerçekleşti. Şu an evreni oluşturan maddenin tümü, önceki bölümlerde incelediğimiz gibi, “yoktan var” edildi ve olağanüstü bir denge içinde şekillendi. Ancak Big Bang’den sonra ortaya çıkan evren, şu an içinde yaşadığımız evrenden çok daha farklı bir yer olabilirdi. Bu dört temel kuvvetin değerleri ve dengeleri biraz farklı olsalar, evren sadece radyasyondan oluşacaktı. Bir ışık karmaşasından ibaret olacak olan bu evrenin içinde de elbette galaksiler, yıldızlar, gezegenler, dünya ve biz insanlar var olamayacaktık. Ama dört temel kuvvetin olağanüstü derecede kusursuz bir biçimde yaratılması sayesinde, Big Bang’den sonra bugün “madde” dediğimiz şeyin temel yapıtaşı olan atomlar oluşmuşlardı.
Bilim adamlarının ortak kabulüne göre, Big Bang’den sonraki ilk 14 saniye içinde, evrenin en basit iki atomu oluşmaya başladı: Bunlar Hidrojen ve Helyum atomlarıydı. Big Bang’in ardından evrenin ısısı hızla düşüp, madde büyük bir hızla etrafa dağılırken, hidrojen ve helyum atomları ortaya çıktı. Bir başka deyişle, Big Bang’in ardından ortaya çıkan “ilk evren”, sadece hidrojenden ve helyumdan oluşan bir “gaz yığını”ydı. Eğer evren hep böyle kalsaydı, içinde hayat olamazdı. İçinde hiçbir yıldız, gezegen, taş, toprak, ağaç ve insan da bulunmazdı. Sadece boşluk içinde yüzen iki tür gazdan ibaret bir evren, yani ölü bir evren olacaktı.
Peki nasıl oldu da sadece gazlardan oluşan bu evrenin içinde daha ağır elementler, örneğin tüm canlı yaşamın en temel yapıtaşı olan karbon ortaya çıktı?
Bu soruyu araştıran bilim adamları, 20. yüzyılın en şaşırtıcı bilimsel bulgularından biriyle karşılaşmıştı.
Elementlerin Yapısı İnsanı Şaşırtıyordu!
Kimya, maddenin iç yapısını inceleyen bilim dalıdır. Kimyanın temeli ise periyodik tablodur. İlk kez Rus kimyager Dmitry Ivanovich Mendeleyev tarafından oluşturulan periyodik tablo, Dünya’da bulunan elementlerin atom yapısına göre şekillenmiştir. Periyodik tablonun en başında hidrojen yer alır. Çünkü hidrojen, tüm elementlerin en basitidir. Çekirdeğinde tek bir proton vardır. Bu protonun etrafında ise tek bir elektron döner. Protonlar, atomların çekirdeklerinde yer alan ve artı (+) elektrik yükü taşıyan parçacıklardır. Hidrojende tek bir proton varken, periyodik tablonun ikinci sırasında yer alan helyumda iki proton vardır. Karbonun altı, oksijenin sekiz protonu bulunmaktadır. Çekirdeklerindeki proton sayısına göre elementler birbirlerinden ayrılırlar.
Atom çekirdeğinde protonun yanı sıra yer alan bir başka parçacık ise nötrondur. Nötronlar elektrik yükü taşımazlar; zaten “nötron” kelimesi de “yüksüz” anlamını taşır. Atomu oluşturan üçüncü temel parçacık ise eksi (-) elektrik yüküne sahip olan elektronlardır. Elektronlar diğer iki parçacığın aksine çekirdekte değil, çekirdeğin dışında yer alırlar. Her atomda, çekirdekteki proton sayısı kadar elektron yer alır. Zıt elektrik yükleri birbirlerini çektikleri için, elektronlar merkezdeki protonlar tarafından çekilir, ama hızları sayesinde de bu çekimden korunurlar. Elementler, atomlarının yapısıyla birbirinden ayrılırlar. Bir hidrojen atomunu demirden ayıran fark, hidrojenin proton ve elektron sayısının 1, demirinkinin ise 26 olmasıdır.
İşin önemli olan yönü, elementleri birbirine dönüştürmenin doğal Dünya koşullarında imkânsız olmasıdır. Çünkü bir elementin bir başka elemente dönüşmesi için, çekirdeğindeki proton sayısının değişmesi lazımdır. Oysa protonlar, evrendeki en büyük fiziksel güç olan güçlü nükleer kuvvet tarafından birbirlerine bağlıdırlar ve ancak “nükleer” reaksiyonlarla yerlerinden oynatılırlar. Fakat doğal dünya şartlarında gerçekleşen reaksiyonların hepsi, elektron alışverişlerine dayanan ve çekirdeği etkilemeyen kimyasal reaksiyonlardır.
Simya, Orta Çağ’da çok popüler olmuş bir uğraşıdır. Simyacılar, üstte belirttiğimiz gerçeği bilmedikleri için, hep elementleri birbirine dönüştürme hayalleri kurmuşlar, demir gibi metalleri altına çevirmek için uğraşmışlardır. Oysa simya dünya koşullarında imkansızdır. Çünkü elementlerin birbirine dönüşümü, ancak çok yüksek ısılarda gerçekleşir. İşte gereken bu ısı o kadar yüksektir ki, sadece yıldızlarda bulunur.
Simya Merkezleri: “Kırmızı Devler” de Neler Yaşanıyordu?
Elementleri birbirine dönüştürmek için gereken ısı, yaklaşık 10 milyon derecedir. Bu yüzden gerçek anlamda bir “simya”, sadece yıldızlarda gerçekleşir. Bizim Güneşimiz gibi orta büyüklükte yıldızlarda ise sürekli olarak hidrojen helyuma çevrilmekte ve böylece yüksek enerji açığa çıkmaktadır. Şimdi belirttiğimiz bu temel kimya bilgilerini düşünerek Big Bang sonrasını hatırlayalım. Big Bang’den sonra evrende sadece hidrojen ve helyum atomlarının ortaya çıktığını biliyoruz. Astronomlar, bu atomlardan oluşan dev bulutların, özel olarak ayarlanmış koşulların etkisiyle sıkışarak Güneş tipi yıldızları oluşturduklarını düşünmektedir. Ama bu durumda bile evren yine iki tür elementten oluşan ölü bir gaz yığını olmaya devam edecektir. Bir başka işlemin, bu iki gazı daha ağır elementlere çevirmesi gerekmektedir.
İşte bu ağır elementlerin üretim merkezleri, bu kırmızı devlerdir, yani Güneş’ten ortalama 50 kat daha büyük olan devasa yıldızlardır.
Kırmızı devler, Güneş tipi normal yıldızlardan çok daha sıcaktırlar ve bu nedenle de normal yıldızların yapamadığı bir şey yaparlar: Helyum atomlarını karbon atomlarına dönüştürürler. Ama bu dönüşüm pek öyle basit bir şekilde gerçekleşmez. Amerikalı astronom Greenstein’in ifadesiyle “bu yıldızların derinliklerinde çok olağanüstü bir işlem gerçekleşmektedir.” Helyumun atom ağırlığı 2’dir; yani çekirdeğinde 2 proton yer alır. Karbonun atom ağırlığı ise 6’dır; yani 6 protonu vardır. Kırmızı devlerin olağanüstü sıcaklıkları içinde, üç helyum atomu bir araya gelir ve bir karbon atomu oluşturur. Bu, Big Bang’den sonra evrenin ağır elementlere kavuşmasını sağlayan en temel “simya” sürecidir.
Ancak bir noktayı hemen belirtmek gerekir. Helyum atomları, yan yana geldiklerinde birbirleriyle mıknatıs gibi birleşen maddeler değildirler. Hele üç tanesinin yan yana gelip bir anda tek bir karbon atomu oluşturmaları imkânsız gibidir. Peki o zaman karbon nasıl üretilir? Bu iki aşamalı bir işlemle gerçekleşir. Önce iki helyum atomu birbiriyle birleşir ve böylece ortaya dört protona ve dört nötrona sahip bir “ara formül” çıkar. Üçüncü bir helyum da bu ara formüle eklendiğinde, ortaya altı protonlu ve altı nötronlu karbon atomu çıkmış olur.
İşte bu ara formüle “berilyum” denir. Kızıl devlerde ortaya çıkan berilyum, dört protondan ve dört nötrondan oluşmaktadır. Ancak bu berilyum, berilyumun Dünya’da bulunan normal yapısından farklıdır. Periyodik tabloda yer alan normal berilyum, fazladan bir nötrona sahiptir. Kırmızı devlerin içinde oluşan berilyum ise farklı bir versiyondur. Buna kimya dilinde “izotop” denir. Konuyu inceleyen fizikçileri uzun yıllar boyunca şaşkınlığa düşüren nokta ise, kırmızı devlerin içinde oluşan bu berilyum izotopunun anormal derecede kararsız olmasıdır. O kadar kararsızdır ki, oluştuktan tam 0.000000000000001 saniye sonra parçalanmaktadır!
Peki ama nasıl olmaktadır da, oluştuğu anda yok olan bu berilyum izotopu, yanına bir tane helyumun tesadüfen gelip kendisiyle birleşmesiyle karbona dönüşmüş olmaktadır? İşte bu sonsuz kudret ve hikmet sahibi Allah’ın bir mucizesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuya ilk kez ışık tutan kişi ise, Amerikalı astrofizikçi Edwin Salpeter bu sorunu “rezonans” kavramıyla açıklamıştır.
Küçük Simya Merkezi: Güneş (Isı, Işık ve Enerji Kaynağı Oluyordu!)
Üstte anlattığımız helyum-karbon dönüşümü, kırmızı devlerin simyasıdır. Bizim Güneşimiz gibi daha küçük yıldızlarda ise, daha mütevazi bir simya işlemi gerçekleşir. Başta da belirttiğimiz gibi, Güneş, hidrojen atomlarını helyuma dönüştürmektedir ve sahip olduğu enerjiyi de bu nükleer reaksiyondan elde etmektedir. Güneş’teki bu nükleer reaksiyon da, bizim yaşamımız için en az kırmızı devlerdeki reaksiyon kadar zorunludur. Dahası, Güneş’teki nükleer reaksiyon da, kırmızı devlerdeki kadar “ayarlanmış bir iş”tir. Güneş’teki nükleer reaksiyonun ilk elementi olan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alır. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş’te gerçekleşen işlem ise, dört hidrojenin birleşip bir helyum yapmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya’ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş’in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır.
Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa idi, Güneş’teki reaksiyon tamamen değişecektir. Çünkü bu durumda, zayıf nükleer kuvvet tamamen devre dışı kalacaktır. Güçlü nükleer kuvvet, bir protonun 10 dakika içinde nötrona değişmesini beklemeden, anında iki protonu birbirine yapıştıracaktır. Bunun sonucunda da dötron yerine iki protonlu tek bir atom çekirdeği oluşacaktır. Ortaya çıkacak olan bu yapıya bilim adamları “di-proton” adını verirler. Gerçekte böyle bir şey yoktur, bu hayali bir elementtir. Ama eğer güçlü nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsa, o zaman Güneş’in içinde di-proton ortaya çıkacaktır. Bu ise “yavaş yavaş” yanmakta olan Güneş’in yapısını tamamen bozacak ve Güneş patlayacaktı. Güneş’in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya’yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğacak, mavi gezegen birkaç saniye içinde kömür halini alacaktı. Ama güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gerektiği düzeyde olduğu için, Güneş’te dengeli bir nükleer reaksiyon yaşanmakta ve “yavaş yavaş” yanmaktadır.
Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkân verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir hata olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Yani, Güneş’in yapısı da rastlantısal, amaçsız bir yapı asla değildir. Aksine, Allah, “(Yörüngelerindeki hareketleri Allah tarafından belirlenmiş olan) Güneş ve Ay, çok ince bir hesaba göre (hareket etmektedirler).” (Rahman Suresi: 5) ayetiyle Kur’an’da bizlere bildirmiş olduğu gibi, bu yıldızı insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır.
Protonlar ve Elektronlar, “Allah, göklerin ve yerin Nurudur” (Nur Suresi: 35) Ayetini Hatırlatıyordu!
Buraya kadar incelediklerimiz, atom çekirdeğini etkileyen kuvvetlerin dengesiyle alâkalıdır. Ancak atomun içinde, hala değinmediğimiz çok önemli bir denge daha vardır. Bu ise, atom çekirdeği ile dışındaki elektronlar arasındaki denge olmaktadır. Elektronların, çekirdeğin etrafında sürekli olarak döndüklerini biliyoruz. Bunun nedeni, elektrik yüküdür. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile, bütün protonlar ise artı (+) yüküyle yüklüdürler. Ve fiziksel olarak zıt kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iter. Dolayısıyla atomun çekirdeğindeki artı yükü, elektronları kendine doğru çeker. Bu nedenle elektronlar, hızlarının kendilerine verdiği merkez-kaç gücüne rağmen, çekirdeğin çevresinden ayrılmazlar. Atomların bu elektriksel yükle ilgili olarak çok önemli bir de dengeleri vardır. Merkezde ne kadar proton varsa, atomun dışında da o kadar elektron olur. Örneğin; oksijen atomunun merkezinde 8 protonu vardır ve dolayısıyla 8 tane de elektronu bulunur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenmiş olur.
Peki atomların içindeki bu denge bozulsa neler yaşanırdı? Öncelikle sizin bedeninizde yaşanacak olan değişikliklerle başlayalım. Atomlardaki bu değişiklik oluştuğu anda, şu anda bu kitabı tutan elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça olacaktı. Sadece elleriniz ve kollarınız değil, gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçacaktı. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda patlayacaktı. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp dağılacaktı. Ve bir daha da evrende hiçbir gözle görülür cisim kalmayacaktı. Evren dediğimiz şey, sürekli olarak birbirlerini iten atomların karmaşasından ibaret olacaktı.
Acaba bu mutlak felaketin yaşanması için, elektron ve protonun elektrik yüklerinde ne kadarlık bir dengesizlik oluşması lazımdı? Yüzde bir farklılık olsa yine de bu felaket yaşanır mıydı? Yoksa kritik sınır binde bir kadar mıydı? George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları aktarmıştır:
“Eğer iki elektrik yükü 100 milyarda bir oranında bile farklılaşsaydı, bu, insanlar, taşlar gibi küçük cisimlerin parçalanmasına yetecekti. Dünya ve Güneş gibi daha büyük cisimler içinse, bu denge daha hassastır. Gök cisimlerinin ihtiyaç duyacakları denge, milyar kere milyarda birlik bir dengedir.”
Bu denge de bize bir kez daha ispatlamaktadır ki, evren, rastgele ortaya çıkmamış, belirli bir amaca yönelik olarak yaratılmıştır. Ve elbette her tasarım, bilinçli bir “tasarlayıcı”nın varlığının ispatıdır. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegâne kudret ise elbette ki Kur’an’daki ifadesiyle “tüm alemlerin Rabbi” olan Allah’tır.
Evrendeki cisimlerin üstte incelediğimiz olağanüstü dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları ise, Allah’ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren bir kanıtıdır. Kur’an’da bildirilmiş olduğu gibi, “(Ve yine) O’nun emriyle göğün ve yerin (muhteşem bir düzen içinde dönüp) durması da, O’nun ayetlerindendir. …” (Rum Suresi: 25)
Ey bizi ve bütün evreni… Canlı cansız her şeyi… Bütün güzellikleri ve sayısız nimetleri hiç yoktan varlığa çıkaran ve varlığından bizleri haberdar kılan Allah’ım!.. Kendi Nurundan ve “KÜN=OL!” buyruğuyla Big Bang patlamasıyla enerji dalgalarını, onlardan atomları, onlardan molekül ve hücre temelli tüm varlıkların yapı taşlarını yaratan… Her an patlayıp dağılmaya müsait enerji ve atom parçacıklarından yaptığı sanat harikalarını… Uzayları, dünyayı, tabiatı ve eşrefi mahlûkat olarak biz insanları her an varlıkta tutan Yüce Sultanım! Yeryüzüne halifelik makamı ve sorumluluğuyla yolladığın biz kullarına, Senin Hak ve Adalet nizamını kurma, tüm insanlığa barış ve bereket huzurunu sağlama görevimizi; ibadet şuuru ve minnet duygusuyla yerine getirebilme inanç, amaç ve çabasını lütfeyle Hannan’ım.[1]
Kâinatın sırlarını, yaratılışın amacını, insanın sorumluluklarını ve imtihan programımızı öğretmek için gönderdiğin Kur’an’ı, mana-meal ve mesajıyla okuyup anlamaya… Ve Kur’an’ın tebliğcisi ve tercümanı olarak görevlendirdiğin Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Sünnetine ve hayat sistemine uymaya bizleri muvaffak ve muzaffer eyle Allah’ım!..
Her türlü inkâr ve isyandan, haksızlık ve ahlâksızlıktan… Seni unutmaktan, gaflete dalmaktan, Bâtıl’a kaymaktan, şerre ve şeytaniyete çalışmaktan ve ölüme hazırlıksız yakalanmaktan sana sığınıyoruz, bizi sahipsiz ve himayesiz bırakma; zalim güçlerin, Siyonist ve emperyalist merkezlerin ve hain işbirlikçi yönetimlerin kölesi ve destekçisi kılma Mennan’ım![2] Amin… Amin… Amin…
[1] Hannan: Çok acıyan ve kuluna sahip çıkan Allah (CC)
[2] Mennan: İhsan ve ikramı çok bol olan Allah (CC)
https://www.millicozum.com/mc/ocak-2022/big-bang-buyuk-patlama-ile-ortaya-cikan-muhtesem-kainat-sarayi-ve-insanin-sorumluluklari