Anasayfa » AZİZ ERBAKAN HOCA’NIN ATATÜRK TAHLİLİ

AZİZ ERBAKAN HOCA’NIN ATATÜRK TAHLİLİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 638 Görüntüleyen

ERBAKAN
HOCANIN ATATURK TAHLİLİ


Prof Dr. Necmettin ERBAKAN Hoca’nın ,Mustafa Kemal
Ataturk’ün vefatının 72. Yılı dolayısıyla ,vefatından 1 yıl kadar önce ve
hiçbir resmi ve siyasi mecburıyetı olmadıg…ı halde , tam bir içtenlikle Milli
Gazete’de yayınladıgı mesaj, tarihi gerçekler ve talihli müjdeler içermekteydi
:

…Atatürk’ü ” Milli Mücadeleye Öncülük Etmiş
Büyük Bir Komutan” olarak nitelendiren Erbakan’ın ”Gazi Mustafa Kemal
Atatürk , milletimizin bağımsızlık konusundaki vazgeçilmez kararlılıgını
arkasına alarak Türkiye Cumhurıyetını kurmuş birisidir.Öncülük ettiği Milli
Mücadele hareketi ile , milletimizin esarete asla boyun eğmeyeceğini , bütün
dünyaya göstermiştir.” Tespitleri oldukça anlamlı ve önemliydi.

İstiklal Mücadelesinde Anadolu topraklarını işgal
eden emperyalist ülkelerin , bugün aynı planlarını çok daha tehlikeli ve sinsi
oyunlarla gerçekleştirmeye çalıştıgını belirten Rahmetli Erbakan Hoca’nın ; 

Milletimiz tıpkı Milli Mücadele günlerinde oldugu
gibi,bu sinsi planları da boşa çıkaracak inanç, azim ve kararlılığa sahip
bulunmaktadır.Engin tecrübesi ve Milli gayretiyle bu oyunları tekrar boşa
çıkaracaktır. Bizler tarih boyunca , dünyaya huzur ve saadet getirmiş bir
ecdadın varisleri olmanın onurunu sorumluluğunu taşımaktayız. ”YİĞİT DÜŞTÜĞÜ
YERDEN KALKACAK.” Türkiye yeni ve adil bir medeniyet değişimine öncülük
yapacaktır. Bugün dünyaya hakim olan açlık, sefalet, kan ve gözyaşına son
verecek iradeyi yine milletimiz ortaya koyacaktır. ”Uydu değil, lider Ülke”
vizyonu doğrultusunda önce Yeniden Büyük Türkiye ardından Yeni Bir Dünya
mutlaka kurulacaktır.Bu vesileyle vefatının 72.yılında Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ü, Milli Mücadele Kahramanlarımızı ve bu vatan için canını vermiş bütün
şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyorum” sözleri ise, kutlu ufukların işareti
ve mutlu yarınların müjdeleriydi!…


Prof Dr. NECMETTİN
ERBAKAN

MİLLİ GAZETE: http://www.milligazete.com.tr/haber/Erbakanin_10_Kasim_mesaji/178309

Prof. Dr. NECMETTİN ERBAKAN, Grup Toplantısı, RP Dönemi 08.01.1996

_____________________________________________________
_____________________________________________________

 

        BİZİM ATATÜRK!

Yetiştiği ortamı, o ortamı hazırlayan şartları… Etkilendiği şahısları…
Duraklama ve gerileme dönemlerinden itibaren ve özellikle Tanzimat ve
İttihat-Terakki devrimlerinden sonrası Osmanlıyı… O günkü ve bugünkü dünyayı;
ekonomik ve kültürel yönden yönlendiren-şekillendiren siyasi Siyonizm’in perde
arkasını ve tabi Sabataycılık ve dönmelik kavramını bilmeden ve bütün bunları
birlikte düşünüp değerlendirmeden Atatürk’ü doğru tanımanın mümkün olmayacağı
kanaatindeyiz.

 

Bu konuya, böyle farklı ama irtibatlı zaviyelerden baktığımızda, Atatürk’ün
Osmanlının bir meyvesi olduğunu görmekteyiz. Evet Atatürk, yıkılmaya yaklaşmış
olan Osmanlının bütün özelliklerini üzerinde taşıyan bir eseridir.

 Artık kökleri çürümeye, dalları kurumaya, gövdesi koflaşmaya başlamış
ve 6 asırlık şanlı bir medeniyet mirasının hastalıklı; ama, zahiren hala
görkemli ağırlığını taşıyamayacak kadar ihtiyarlamış bulunan Osmanlı çınarının,
içteki çürümüşlükler ve dıştaki tecavüzlerle yıkılmasından sonra, kaderin
cilvesiyle, önce bu çınarın altını ve artıklarını temizlemek, sonra da aynı
cinsten adil ve asil yeni bir medeniyeti filizlemek üzere, Atatürk; devrilen
Osmanlının bir çekirdeğidir…

İşte bu noktada, 500 sene önce İspanyadan topluca sürülen ve Osmanlı
tarafından kabul edilip kol kanat gerilen ve genellikle Ege bölgesine, İzmir ve
Selanik çevrelerine yerleştirilen… Ve bundan 150 sene sonra da önemli bir
kısmı Sabataistleşip dönmeleşen Yahudi gerçeğini irdelemek gerekir.

Osmanlı çınarının dallarına dışarıdan bir aşı gibi takılıp yerleştirilen…
Osmanlının ticari, iktisadi, siyasi ve diplomasi hayatında birtakım hayırlı ve
yararlı meyveler de veren… Ama zamanla kanser uru gibi bütün gövdeyi sarıp,
kendi hesabına sömüren ve kemiren “dönmelik ve masonluk” gerçeğini…
Bunların marifeti olan Tanzimat hıyanetini, Osmanlı padişahlarını tamamen
etkisiz ve yetkisiz birer vitrin bekçisi ve günah keçisi haline getiren İttihat
ve Terakki hükümetlerini ve yine bunların bilinçli hileleriyle itelendiğimiz 1.
Dünya Harbinin görünen ve gizlenen sebep ve neticelerini çok iyi takip ve
tahlil etmeden; ne Mustafa Kemal’i, ne Milli Mücadeleyi, ne Cumhuriyet dönemini
ve ne de devrimlerin mana ve mahiyetini çözmemiz imkânsız gibidir.

Rusçuklu Hacı Eşref Efendinin,
Macaristanlı bir Yahudi asıllı hanımından doğan ve 10 yaşında hafızlığı
tamamlayan meşhur Mithat Paşanın bile, bu dönme sabataistlerden olduğunu göz
ardı ederek[1]  Osmanlı
ve Cumhuriyet tarihini yazmak ve Türkiye gerçeklerini saptamak nasıl mümkün
olabilir?



Bu işe, Sabatay Sevi ile başlamamız gerekir.

1492 de İspanyadan kovulan ve gelip İzmir’i mekân tutan, Haham Mordahay
Sevi’nin torunlarından Kara Menteş’in oğlu Sabatay Sevi, 1626 yılında İzmir
Agora’da dünyaya gelir. (Bugün, İzmir Agoradaki tarihi eserleri koruma
bahanesiyle, özellikle eski sinagogların restorasyonuna çok ciddi bir gayret
gösteren TUSİAD başkanı Tuncer İlhan’la, İzmir Belediye Başkanı Ahmet
Piriştina’nın bu girişimleri de ayrıca dikkat çekicidir.) Her Yahudi çocuğu
gibi eğitimine kutsal Tevrat eğitimiyle başlayan Sabatay, gizemli Kabala
öğretisine özel bir ilgi beslemektedir. Kendisini mistik bir hayata veren
Sabatay Sevi 40 yaşına geldiğinde, yani 1665 senesinde çevresine “Beklenen
Mesih” olduğunu bildirir. Zaten Hıristiyan Avrupa’da bu yıllarda Hz.
İsa’nın dönüşünü beklemektedir. Bu iddialar Avrupa’da, Kuzey Afrika’da,
Ortadoğu’da ve tüm Osmanlı coğrafyasında büyük bir yankı meydana getir ve
Osmanlı yönetimini tehdit eder bir noktaya erişir.

Bunun üzerine Sultan 4. Mehmet, Sabatay Sevi’yi tutuklatıp Edirne’ye
getirtir. “Ya bu iddialarından vazgeçip Müslümanlığı seçmek veya idam
edilmekten birini tercih etmesi” istenir.

O sırada, sarayda Sabatay Sevi’nin hem tercümanlığını hem sorgulamasını
yürüten kişi, 0smanlı Şeyhülislamı, Yahudi dönmesi Moses Ben Raffael’in torunu
Mehmet Emin Efendi’dir. Zaten bundan sonraları birçok, dönme Şeyhülislamlar
daha görülecektir.

Ve bu gelenek Cumhuriyet döneminde de
sürecektir. Örneğin, Denizli Buldan müftülüğü, yıllar boyunca İzmir Belediye
Başkanlığı, Şükrü Saracoğlu hükümetinde Ticaret Bakanlığı ve Menderes
Hükümetinde Sağlık Bakanlığı yapan Dr. Behçet Uz’un babası Salih Efendi ve
kardeşleri Mehmet Uz ve Rasih Uz gibi şahsiyetlerin elindedir ve Soner Yalçın
bunlarla ilgili düşündürücü iddialar ileri sürmektedir.[2]

 Sabatay Sevi, sonunda, “Mehmet Aziz Efendi” adını alarak
Müslümanlığı seçmiştir. Karısı Sara ise artık Fatma Hanımefendi’dir!?

Bunu takip eden 10 yıl içinde Sabatay Sevi’yi taklit eden, İzmir, Selanik,
İstanbul, Bursa ve Edirne’de binlerce Yahudi ailesi bölük bölük, Müslüman adı
alarak İslam’a girmiştir. Ve Sabatay Sevi’nin son eşi Ayşe Hatun’un Selanikli
olmasının da etkisiyle, artık sabataizmin merkezi Selanik’tir.

İslam’ı içinden yozlaştırıp yıkmaya
çalışan ve sahabeyi biri birine kışkırtan Yahudi dönmesi İbni Sebe gibi,
Sabataist dönmeler de, “Mesih olan Sabatay’ın ölmediğini ve ruhunun,
vekillerinden birinin bedenine girerek, yakında geri geleceğini”
beklemektedir.[3]

Bu beklenti, sabataistlerin, önce ikiye bölünmesine sebebiyet vermiş.
Müslüman adı Osman Baba olan Haham Baruchiah Ruso taraftarları, diğerlerinden
ayrıldı ve bunlara “KARAKAŞİ” denilmiştir.

Geri kalanlar, Müslüman adı Abdullah Yakup olan Haham Yakov Kerido’dan
dolayı “YAKUBİLER” olarak biline gelmiştir.

Daha sonra Osman Baba’nın ölümü üzerine Karakaşilerden ayrılan ve
çoğunluğunu İzmir Sabataistlerini oluşturan bir gurup ise “KAPANİLER”
diye günümüzde de devam etmektedir.

“Kapan” ın İbranicede
“İzmir’im” anlamına geldiği söylenmektedir.[4]

Yakubiler: Genellikle Selanik ve civarında oturuyor ve Osmanlı yüksek
memurlarını ve İttihat terakki masonlarını oluşturuyorlardı.

En kalabalık grup olan Kapaniler, İzmir ve Ege’de bulunuyor ve zengin
tüccarlardan meydana geliyorlardı.

“Karakaşi” ler ise, en mutaassıp ve en muhafazakâr grubu
oluşturuyor ve genellik esnaf ve zanaatkârlıkla meşgul oluyorlardı. Sonradan
basın, kültür ve siyasete ilgi duyacaklardı.

Bu üç ayrı grup, mezhep taassubuyla,
farklı yerlerde ibadet ediyor, kolay kolay kız alıp vermiyor ve hatta ölülerini
bile aynı mezarlığa gömmüyorlardı.[5]  Ve aralarındaki gizli rekabet
ve husumet hala sürmektedir.

Türkiye’nin meşhur sabataistlerinden Abdi ve İsmail “İpekçi” ler
ve yine Eski İzmir Belediye Başkanları Osman Kibar gibileri Karakaşiler’dendir.

 Ama Aydın ve Yüksel Mendereslerin ana tarafından dedesi olan
Evliyazade Mehmet Efendi ise, Kapanilerden’dir. Bu yüzden Karakaşilerin kızı
Nermin Hanımla evlenmesi büyük tepkilere sebebiyet vermiştir.  Ve yine DP
eski İzmir Belediye Başkanı Faruk Tunca Kapanilerdendir.

 Karakaşiler; Yakubiler ve Kapaniler gibi, asimile olmamıştır. Ve meşhur
Feyziye mektepleri 130 yıldır Atatürk’ün öğretmeni Şemsi Efendi (Şimon Zui) den
itibaren tamamen bu Karakaşilerin güdümündedir.

Hatta başta Yakubiler, Selanik’te ve başka şehirlerde, Sabataist dönmelerin
özel camiler bile yaptırdıkları bilinmektedir. Ama bu üç sabataist grubun da,
Mevlevi ve Bektaşi tarikatlarıyla sıkı fıkı olmaları ilginçtir.

Daha sonra İttihat Terakki gibi hıyanet oluşumlarına zemin ve elaman
hazırlayan ve 1860 da Fransa’da bir Yahudi Avukat tarafından kurulan:
“Evrensel Musevi Birliği” nin Osmanlı topraklarında hızla yayılması,
herhalde tesadüfle izah edilemeyecektir.

Çünkü Siyonizm hayali: Dönmeler dahil, tüm Yahudilerin kutsal hedefiydi…
Hiçbir Musevi vaizin: “Kurtarıcı bir gün mutlaka Siyon’a gelecektir”
demeden ve bütün cemaati “amin” çekmeden, hutbesini bitirdiği
görülmemişti…



ACABA “SİON” NERESİYDİ ve TÜRKİYE’Yİ “SİON” GÖREN
KİMLERDİ?

Sion (Siyon-Zion)’un Kudüs’te Yahudilere ait kutsal bir dağın ismi olduğu,
ama bütün Filistin topraklarının Arz-ı Mev’ud’un merkezi olarak Büyük İsrail’e
vatan yapılacağı inancı, Siyonist Yahudilerin pek çoğunun kanaati ve
beklentisidir.

Ancak, İspanya sürgününden sonra Osmanlıya sığınan ve Lozan barışıyla
yapılan Mübadele sonucu Selanik ve civarından alınıp tamamen Anadolu’ya taşınan
ve yüzyılların birikim ve becerisiyle Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde;
ekonomiden siyasete, diplomasiden ticarete, medyadan bürokrasiye… Çok etkili
ve yetkili kurumlara ulaşan birçok Yahudi ve dönmenin kafasındaki Siyon,
Türkiye’dir!…

Ve zaten ta 1860’larda Galata Komisyon Hanında başlattıkları ve 1871 de
çıkarttıkları “Der saadet Tahvilat Borsası Nizamnamesiyle” resmiyet
kazandıkları bankacılık ve para piyasası ellerindedir… Osmanlının yüksek
memurları, stratejik kurumları, önemli bürokrat ve diplomatları kendilerindendir.
Önemli şehirlerin Belediye başkanı ve önemli nüfus oranı, dönmelerdir.

Örneğin: 1873 yılında Avusturya-Macaristan Krallığı İzmir Başkonsolosu
Viyana’ya gönderdiği gizli bir raporda:

İzmir’in 155 bin nüfusa sahip olduğunu… Bunun 75 binini Rumların, 45
binini Türklerin, 15 binini Yahudilerin, 20 binini de Ermeni ve Katoliklerin
oluşturduğunu…

Ticari hayatın tamamen Yahudilerin, zanaatçılığın Ermenilerin, eğlence
yerlerinin Rumların elinde bulunduğunu, Türklerin ise, sadece hayvancılık ve ziraatla
uğraştığını ve pek azının da dini ilimler ve işçilikle meşgul olduğunu
bildirmektedir.

 Acaba “Osmanlıyı yıkıp, Türkiye Cumhuriyetini kurmak,
Anadolu’yu vaad edilmiş Siyon ülkesi gören Yahudilerin ve bunların
Amerika’daki güçlü destekçilerinin bir projesi midir?

Veya “Filistin’deki Kudüs Merkezli Büyük İsrail hedefine ve
Siyonizm’in dünya hâkimiyetine giden yolda, çok gerekli ve önemli bir basamak
ve sığınak olarak yararlanmak üzere mi, Türkiye Cumhuriyeti bina
edilmiştir?!”

Çünkü İzmir Alliance (Evrensel Yahudi
Birliği) okulunun eski Müdürlerinden birisinin “Türkiye Yahudi
dindaşlarımız için vaad edilmiş topraklar (Siyon) olabilir” sözleri
oldukça ilginçtir ve ipucu vermektedir.[6]

Ve yine:

Şeriat devletinin başkenti İstanbul’da  “Şeriat isteriz.
Gâvurluğa geçit vermeyiz!” gibi sırıtan sloganlarla ve yeşil sancaklarla
sokaklara dökülen ve “gerici oldukları belli olsun diye” Mektepli
zabitleri ve bazı İttihat Terakkicileri katleden ve padişah taraftarı görünen
31 Mart isyancılarına karşı,

Nasıl olduysa, hemen birkaç saat içinde irtibata geçip organize olan ve
irtica isyanını bastırmak üzere Selanik’ten yola çıkan Harekât ordusunda; o
zaman Kurmay Başkanı olarak Yüzbaşı Mustafa Kemal’in ve İttihat Terakkici,
sonra ise Millici ve Cumhuriyetçi olacak Yüzbaşı Kazım (Karabekir) ve Yüzbaşı
İsmet (İnönü) beylerin bulunması…

Ve asıl hayret verici olan, bu Hareket ordusunda Bulgar, Arnavut ve
Manastır çeteleri yanında; 750 kişilik tamamen Selanik Yahudilerinden oluşan
gönüllü Musevi taburunun, hem de 2. Fırka komutanı Albay Kazım Beyin
komutasında yola çıkması!…

Ve yine, nasıl oluyorsa, hep birlikte Kızıl Sultan diye düşman oldukları
Sultan Abdulhamid’in özel koruma alayının da bunların içine katılması!…

Ve Anadolu’dan, örneğin Bursa’dan Mahmut Celal (Bayar) komutasındaki
gönüllü birliğin hemen İstanbul’a gelip bunlara ulaşması!…

Ve Hareket ordusu Yeşilköy’e ulaşınca, Kurmay başkanlığını, Berlin’den
gelen Enver Paşa’nın devr alması ve İstanbul sokaklarındaki kanlı çatışmalardan
ve önemli kayıplardan sonra isyanın bastırılması…Ve bütün bunların suçunun,
hiç alakası ve günahı bulunmayan Abdulhamid’e yıkılması ve tahttan indirilip
sürgüne yollanması!…

Acaba:

Yahudi ve dönmelerin, Osmanlıyı yıkarak, Türkiye Siyon Cumhuriyetini kurmak
üzere planlanan ve danışıklı dövüş şeklinde yapılan bir ihtilal provası mıydı?

Siz bu soruların mantıklı ve tutarlı cevaplarını bulmaya uğraşırken, biz bu
arada sizi daha fazla merakta bırakmamak için, şu sorunun cevabını vermeye
çalışalım.

“Peki, Atatürk; hem Hareket ordusunda, hem Kurtuluş savaşında, hem
Cumhuriyetin kurulmasında ve devrimlerin yapılmasında, hep bu ekiple
çalıştığına göre, O kimdi?!…

Bizim kanaatimiz, Mustafa Kemal; aynı çevrede yetişmiş, içlerinden gelmiş,
ülkemizdeki, Avrupa ve Amerika’daki ekonomik ve siyasi etkinliklerini ve o gün
için karşı konulmaz güçlerini ve Türkiye üzerindeki niyetlerini çok iyi tespit
etmiş birisi olarak:

” Büyük bir diplomasi dehasıyla, onların “Anadolu Siyon Devletini
oluşturma ve kendi emelleri doğrultusunda” kullanma gaye ve gayretlerinden
yararlanarak ve onlardan birisi gibi davranarak, sınırları belli ve Milli bir
Türkiye Cumhuriyetini kurma ve adım adım şeytani tuzaklardan kurtarma
başarısını göstermiştir.”

Atatürk bu sayede Kurtuluş mücadelesini daha rahat örgütlemiş… Silah ve
Mühimmat temini daha kolay hale gelmiş… Yahudi servetinden ve dünya çapındaki
etkinliklerinden istifade edilmiş ve böylece Kurtuluş savaşı en kısa zamanda ve
en az zayiatla başarılmıştır.

Cumhuriyetin kurulması ve devrimlerin yapılması aşamalarında, Atatürk’ün
yine sabataistlerin farklı mezheplerine mensup dönmelerden oldukça
yararlandığı, bunları yakınına aldığı ve özellikle; Türkiye’yi gerçek vatanı
gibi gören, Müslüman Türklerle birlikte ve barış içinde yaşamayı hedefleyen,
Büyük İsrail’in kurulması hesabına ülkemize hıyanet ve hakaret düşünmeyen, iyi
niyetli ve kabiliyetli dönme ve Yahudilerle daha sıkı işbirliği yaptığı; ancak,
Abdulhamid’in malum tazyikler ve mecburiyetler sonucu bazı dönmeleri sadrazam
ve nazır yaptığı, fakat tahribatlarını önlemek için yetkilerini kısıtlayıp
bütün devlet işlerini sırtına aldığı gibi… Atatürk’ün de, güven vermeyen ve
hıyanet düşünen bazı dönmeleri, önemli makamlara getirse de, bütün zorlukları
ve onların yürütmesi gereken konuları bizzat kendisi yüklenip yaptığı ve
oldukça yıprandığı anlaşılmaktadır.

Ve tabi dönmelerin hain takımı da, bu durumun farkındadır. Ve bunun için,
Atatürk’ten kurtulma yolları aramaya koyulmuşlar ve “Beni Türk hekimlerine
emanet ediniz” demeye mecbur bırakacak biçimde, Mustafa Kemal’i genç
sayılacak bir yaşta ve çeşitli ilaçlarla adım adım ölümün kucağına
atmışlardır!..

Ama Siyonist Yahudiler, sebataist dönmeler ve masonik merkezler, özellikle
ve titizlikle; “Atatürk’ün de kendilerinden olduğu ve Yahudi bir ana
babadan doğduğu” imajını vermeye çalışmışlardır. Prof. Yalçın Küçük’ün de
işaret ettiği gibi, “Atatürk’ün etiket ve etkinliğinden yararlanmak”
için bu yola başvurmuşlardır.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız bazı hedef ve hikmetlerden ötürü,
Atatürk’ün de bu türlü ima ve imajlara müdahale etmediği sezilmektedir. Ancak
O’nun vefatından sonra, sabataist ve Siyonist merkezlerin Atatürk’ü ve maalesef
kendi çıkarlarına uygun şekilde düzenledikleri bir Atatürkçülüğü, çok daha
kolay ve yaygın biçimde istismar ettikleri açıktır.

Bu gerçeğe, ileride tekrar değinmek ve delillendirmek üzere, yeniden,
“Yahudilerin Türkiye’yi Siyon devleti” yapma heves ve hedefine
dönelim:

Yahudi ve dönmelerin yeni vatanı artık Türkiye oluyordu. Gidecek başka
yerleri de yoktu.

Ancak Yahudi sıfatıyla, Türkiye’ye sahip çıkma imkânı bulunmuyordu…
Dönmelerin, diğer gayrı Müslimlerin ve Anadolu’daki farklı etnik kökenlerin;
ortak, oturaklı ve tutarlı bir parolası olmalıydı ve bulundu:

“Türkiye Türklerindir!…”

Bundan Müslüman halk da kuşkulanmayacak, hatta sıcak bakacaktı…

Diğer İttihatçı subaylar gibi, Atatürk’ün de en çok etkilendiği kişilerden
birisi olduğu söylenen, ve Osmanlı’ya sığınıp Mustafa Celaleddin adını alarak,
orduya girip paşalığa kadar yükselen, Polonya Yahudisi Polgoziç Borzecki
“Eski ve yeni Türkler” adlı kitabında, Türklerin tarihin en asil milleti
olduğunu, İslamiyet’le bozulduğunu, ama Tanzimat devrimiyle yeniden şahlanıp
özüne dönmeye başladığını yazıyordu…

Kendisini Türk Yahudi’si olarak tanımlayan ve Ziya Gökalp’in akıl hocası
olan Moiz Kohen bile soyadını değiştirip “Tekinalp” koymuştu!?.

Bu arada Osmanlı üzerindeki baskıları azaltmak ve Avrupa’yı oyalamak
niyetiyle; bazı ittihatçı fedai birliklerinin Batı Trakya’yı ele geçirmesiyle
“Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti” kuruldu. Bayrağı, Cumhurbaşkanı,
Genelkurmay Başkanı ve hatta resmi pulu bile vardı… Ve bu Hükümetin geçici
Dışişleri Bakanı: Atatürk, İnönü ve Bayar dönemlerinde de, T.C. Dışişleri
Bakanlığı yapacak, İzmirli Kapanilerden Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfik Rüştü
Aras olmuştu!?…

TEŞKİLAT-I MAHSUSA:

Osmanlının ilk istihbarat teşkilatı ve sivil devlet militanları
sayılabilecek Teşkilat-ı Mahsusa (Özel Teşkilat) da, yine o dönemlerde ve
İttihatçılar eliyle kurulmuştu.

Batı Trakya geçici Hükümetinin oluşmasında da, bu teşkilat önemli
görevlerde bulunmuştu.

Birinci Dünya savaşından önce ise, Enver Paşa bu teşkilatı resmiyete
sokmuştu.

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesinde de Teşkilat-ı Mahsusa’nın
önemli bir rolü olmuştu

Şöyle ki; Samsun ve civarındaki Türkler, işgalcilerle işbirliği yapan
Rumlara saldırıyordu. İstanbul’daki işgal güçleri bundan rahatsız oluyor ve
Hükümetten bunların önlenmesini istiyordu…

Sadrazam Damat Ferit Paşa, Samsun’a; hem İngilizlerin güveneceği, hem de
Padişahın ürkmeyeceği birinin gönderilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın da başı olan Dâhiliye nazırı Mehmet Ali (Gerede)
Beyle görüşen; Atatürk’ün okul arkadaşı Ali Fuat’ın (Cebesoy) babası İsmail
Fazlı Paşa, Mustafa Kemal’in bu işe çok uygun olduğunu söyledi ve Dâhiliye
nazırı da bunu Sultan Vahdettin’e önerdi. Padişah zaten bir ara yaverliğini yürüten
Mustafa Kemal’i yakinen tanıyordu ve bunu uygun buldu.

Hemen ardından, o güne kadar hiç bulunmayan 3. Ordu Müfettişliği kuruldu ve
Mustafa Kemal çok geniş yetkilerle bu göreve atandı.

Sultan Vahdettin Atatürk’e, hem cep saati, hem de büyük bir servet
sayılacak miktarda altın vermişti.

Mustafa Kemal, yalancı ve yalakacı tarihçilerin dediği gibi, öyle kırık bir
tekne ile ve tek başına değil, Osmanlı donanmasının en sağlam gemisiyle ve
Albay Rafet Bele, Albay Kazım Dirik, Yarbay Arif ( Daha sonra Atatürk’e karşı
İzmir Suikastına karıştığı gerekçesiyle asılan ayıcı Arif) Dr. Refik Saydam ve
Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas gibi yirmiye yakın arkadaşıyla birlikte yola
çıkmıştı.

Atatürk’ün Samsun’a gönderilmesine önayak olan Mehmet Ali (Gerede),
Kurtuluş savaşından sonra yurt dışına sürüldü. Atatürk’ün ölümünün ardından
Türkiye’ye döndü ve 15 gün sonra öldü.

O dönemde Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri, Kurtuluş savaşında kullanılmak üzere
güya gizliden gizliye, ama İngilizlerin himayesinde ve İngiliz silahlarını
Anadolu’ya taşımaktaydı!…

Fakat İngiliz işgal güçleri bütün bunlardan İttihatçıları sorumlu tutarak
tutuklamaya ve Divanı Harpte yargılatmaya başladı. Mahkeme sonunda, 5 Temmuz
1919’da Enver Talat ve Cemal Paşalar hakkında idam kararı verildi. Diğerleri
Malta’ya sürgün edildi…

Bu olay aslında, Osmanlı’nın yıkılmasında kullanılan ve yıpratılan 2. Sınıf
İttihatçı-mason sabataistlerin tasfiyesi ve Cumhuriyetin kurulması için parlatılan
1. Sınıf İttihatçıların öne sürülmesidir. Ve bu, pek çok devrimci hareketin bir
stratejisidir.

Ve bilindiği gibi, Kurtuluş savaşı Atatürk’ün önderliğinde, Kuvayı Milliye
sayesinde ve tabi Türkiye Cumhuriyetini öteden beri kurmak isteyen Yahudilerin
siyasi ve diplomatik desteğiyle, başarıyla bitirildi.

Mustafa Kemal, Milli Mücadeleye bizzat katılanları özellikle kolluyor;
ancak ister istemez dengeleri de gözetiyordu.

Hatta İzmirli Sabataist dönme Uşaklızadelerin kızı Latife Hanımla evlenmeyi
de; tahminim, bu dengeler gereği düşünüp gerçekleştiriyordu.

Tarihte pek çok liderin, farklı din ve milletlerden kız alıp akraba olmak
suretiyle, rakiplerini yumuşatmak ve iktidarına güç katmak istediği zaten
biliniyordu.

1923’te Yunanistan’la yapılan mübadele protokolüyle 100 bine yakın Yahudi
Türkiye’ye ve özellikle İstanbul’a gelip yerleşmiş ve dönme-Türklerin etkinliği
daha da artmış bulunuyordu.

Örneğin; Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı
yaptığı dönme-Türk’lerden Dr. Raşit Galip, Mustafa Kemal istekli olmadığı halde,
İstiklal mahkemelerine asil üye sıfatıyla katılıyor, Osmanlı Darülfünununu
feshettirip, Müslüman ilim adamlarını mecburi emekliye ayırarak, Almanya’dan
yüzlerce Yahudi Profesör getirtiyor ve Türk Dil Kurumunu oluşturup Türkçeleşme
faaliyetlerini organize ediyordu… Yani bir nevi yeni düzenin mimarlığına
oynuyordu.[7]

 Ve tabi, bunlara daha fazla tahammül edemeyen Atatürk tarafından bir
müddet sonra görevinden alınıyordu…

 Ve yine o dönemde, İttihat ve Terakkinin çekirdeği sayılan
“İttihadi Osmani”nin kurucularından Abdullah Cevdet, “Türk
ırkının ıslahı için Macaristan ve Avusturya’dan damızlık damat getirmeyi”
bile teklif ediyordu!…

Milli eğitimin en etkili ve yetkili noktalarına, Sabataistlerden
Karakaşilerin güdümündeki Fevziye mektebi mezunları atanıyor ve İslam inancı ve
ahlaki temelinden dinamitleniyordu.

Dönemin Genelkurmay Başkanı ve Üzeyir Garih gibi Eyüp Dergahı ve Şeyh
Hüseyin Efendi bağlısı olan Fevzi Çakmak’ın damadı ve Güzel Sanatlar Akademisi
Müdürü Burhan Toprak; “Arap Sünniliğine karşı, Anadolu İslam’ını”
savunuyor ve Layt-Ilımlı İslam’ın temelleri atılıyordu…

Atatürk, kendisinin de okuduğu Fevziye mekteplerinin adını “Işık”
olarak değiştirmek istiyor, ama karşı çıkılınca vazgeçiyordu… Fakat yıllar
sonra, Ilımlı İslam’ın günümüzdeki temsilcisi Fetullah Gülen, kendi
ev-yurtlarına “ışık” adını koyuyordu!?

İNÖNÜ DÖNEMİ veya Milli şef Devrimi!

Atatürk’ün şüpheli ve şaibeli ölümünden sonra, her nasıl olduysa ve hangi
gizli güçler devreye sokulduysa, Mustafa Kemal’in Başbakanlıktan uzaklaştırdığı
ve ölünceye kadar yanına yaklaştırmadığı İsmet İnönü, Fevzi Çakmağın da
desteğiyle, Cumhurbaşkanlığını taşınıyordu…

 Atatürk’ün en yakın sofra ve sohbet arkadaşları artık Milletvekili
bile yapılmıyor, Ama O’nun dışladığı Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Hüseyin Cahit
Yalçın, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy gibilerini, İnönü yeniden çevresine
topluyor ve öne çıkarıyordu. Enver, Talat ve Cemal Paşaların çocuklarının
Türkiye’ye dönmelerinin yolunu açıyor, hatta Talat Paşa’nın naşının Yurda
taşınmasına izin veriyordu.

Bunlardan da öte, Resmi Dairelerin duvarlarından Atatürk’ün resmini
indirtip kendi fotoğrafını asıyor, Türk parasına kendi resmini bastırıyordu!..

Atatürk, asimileye taraftar ve Türkiye’ye vefakâr dönmelerle iş yapmaya
özen gösterirken, İnönü İslam’a kindar ve Siyonizm’e taraftar dönmelerle
çalışıyordu…

Nazi zulmünden kaçırılıp İsrail’e gitsinler diye yola çıkarılan Panama
Bandıralı Parita gemisini, 8 Ağustos 1939’da İzmir limanına sokmaması…

Çekoslovakya Yahudilerini taşıyan iki gemiyi Finike limanına
yaklaştırmaması…

800 kadar Romen Yahudi’sini taşıyan Struma gemisinin 15 Aralık 1941’de
İstanbul’a yolcu indirmesine izin çıkarmaması…

Ve yine o yıllarda, özellikle Yahudilere yönelik “Türkiye’den bıktırıp
İsrail’e” kaçırma politikası olarak çok ağır varlık vergisi koyması;

İnönü’nün Yahudi düşmanlığından kaynaklanmıyor, tam aksine; onların,
İsrail’in kurulması için Filistin’e göç edip yerleşmelerini amaçlıyordu…
Çünkü Hitler korkusuyla Avrupa’dan kaçırılan Yahudiler, kurak ve çorak İsrail’e
gitmektense Türkiye’de kalmayı tercih ediyorlardı.

İsmet İnönü, bütün bu despotik düzenleme ve dayatmalarını
“Kemalizm” diye resmi bir ideoloji haline sokuyor ve Atatürk’ün
engellemeye çalıştığı “Türkiye Siyon Cumhuriyetinin” hayata
geçirilmesine hizmet ediyordu…

7 Ocak 1946’da Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü
gibi eski CHP’lilerin Demokrat Partiyi kurma dilekçesine, yarım saat içinde,
İnönü hükümetinin hemen izin vermesi ise, Amerika’daki Siyonist merkezlerin;

·       Aynı arabanın yorulan ve yıpranan
atlarını değiştirme…

·       CHP döneminde jandarma dipçiği ve polis
değneği ile yerleştirilemeyen, İnönü’nün uydurduğu Kemalizm kurallarını ve
dönmelik ahlakını, DP eliyle ve seve seve Müslüman Türk toplumuna benimsetme…

·       Ve tek partinin güçlenerek, masonik
merkezlere karşı koyma tehlikesini törpüleyip, kendi güdümlerindeki sağcı-solcu
partiler kanalıyla halkı oyalayıp güdükleştirme amacıyla verdikleri talimatlara
dayanıyordu.

Daha sonraları, 10 yaşında iken öğreniminin sürmesi için Selanik’teki
Fevziye mekteplerine gönderilen… Milli Mücadeleyi örgütleyen Atatürk’ü
etkisiz kılmak üzere, İstanbul Hükümetince Anadolu’ya görevlendirilen… Ama bu
görevi yapmadan, fakat ilk etapta Milli Mücadeleye de katılmadan geri dönen ve
her ne hikmetse, tüm İzmirli Sabataist Evliyazadeler gibi Eyüp Dergahına
bağlılığıyla bilinen Mareşal Fevzi ÇAKMAK’ın kurduğu Millet Partisinin; daha
sonra aynı dergahın diğer bağlılarından asıl adı Hüseyin Feyzullah olan
Alparslan Türkeş’e devredilmesi de yine bu merkezlerin bir başka oyunuydu!…

Risale-i Nur’un en halis ve en hakiki talebesi… Çanakkale, Kafkas cephesi
ve Milli Mücadele Gazisi Elazığ’lı Rahmetli Albay Hacı Hulusi Bey’in
naklettiği:

“1930 senesinin ilk aylarında Hz. Üstad’ın yanına gitmiştim. O
günlerde Mareşal Fevzi Çakmak’la, Fahrettin Altay Paşa Eğridir’e gelmişlerdi.

Üstadımız bana “Kardeşim, Fevzi Paşa ile Fahrettin, bana selam
göndermişler. Ben de onlara hediye olarak 10 (On) uncu sözü göndereceğim.
Yalnız, birine göndermek istiyorum, sizce hangisi münasiptir? Diye sordu.

Ben de: “Efendim, biz Fevzi Paşayı daha Müslüman biliyoruz.
İsterseniz, ona gönderelim.” Cevabını verdim.

Hz. Üstad ise: “Yok, hayır, Fahri paşa’ya verin” dedi.

Ben de o risaleyi, posta ile Fahrettin
Altay paşa’ya gönderdim.”[8]  Hatırasında da anlaşılacağı
gibi, Acaba Bediüzzaman Hz.leri Fevzi Çakmak’ın ve O’nun siyasi varisi olan ve
27-Mayıs-1960 ihtilalinde Üstad’ın Urfa’daki mezarını bile çıkartıp bilinmeyen
bir yere taşıtan Alparslan Türkeş’in gerçek mahiyetini bildiği için mi böyle
soğuk davranıyor du?

14 Mayıs 1950’de dönmelerin damadı Menderes’in DP’si oyların %53’ünü alarak
408 milletvekili çıkarırken, çarpık seçim kanunuyla %40 oy alan CHP sadece 69
milletvekili alabilmişti.

 Menderes Hükümetleri ve Meclisleri,  yine sabataist-masonlarla
doluydu.

 İsrail’in kurulmasına Menderes eliyle yardım ediliyor ve ilk tanıyan
ülke Türkiye oluyordu…

TBMM Başkanı Refik Koraltan’ın oğlu Oğuzhan Koraltan’ın ve Yahudi
işadamları Eli Rosenthel ve John A. Caouki gibi kodamanların girişimiyle ilk
Rotary kulüpleri kuruluyordu.

Türkiye NATO’ya girme aşkına, Kore’ye asker gönderip yüzlerce vatan evladı
telef ediliyordu…

Atatürk döneminde kurulan ve stratejik önem taşıyan uçak ve silah
fabrikaları ve ağır sanayi kuruluşları kapatılıp, Türkiye Amerikan yardımı ve
dayatmalarıyla montaj sanayisine yöneliyor ve maalesef 5-10 yıl içinde hurda
makine mezarlığına dönüştürülüyordu…

Ve Türkiye adım adım Amerikan sömürgesi yapılıyordu…

Öyle ki, 1948’de 292 olan, Türkiye Devlet kadrolarında görevli Amerikalı
sayısı 1952’de 600’lere çıkıyor, daha sonraları Süleyman Demirel dönemlerinde
Türkiye’deki ABD personel sayısı 25 binlere fırlıyordu…

Ahlak hızla bozuluyor, toplum yozlaşıyor, faiz, fuhuş, kumar ve yolsuzluk
giderek artıyordu…

Ve derken 2 Ağustos 1958’deki devalüasyonla, 1 dolar 2,5 liradan 9 liraya
fırlıyordu. Devalüasyon oranı %225’i buluyordu.

Adnan Menderes, İzmirli sabataist Evliyazadelerin kızlarını alıp damatları
olmuştu. Başbakan olduğunda ise kabinesini ve yakın çevresini onlarla
doldurmuştu. Siyasete önce Fethi Okyar’ın kurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkasıyla
başlayan, Menderes daha sonra Atatürk’ün Milli Eğitim bakanı Sabataist Dr.
Raşit Galibin teşvikiyle 1931’de CHP den seçilip Meclise taşınmıştı.

500 sene öncesinden İzmir’e gelip yerleştiği söylenen ama nereden, niçin ve
nasıl geldiği gizlenen İspanya yahudilerinden…

1890 yılında İzmir’e Vali olarak atanan, eski Sadrazam Abdurrahman Nurettin
paşa’nın, mevcut Belediye Başkanıyla arası açılınca, yeni bir seçimle Belediye
Meclisi’nin yenilenmesini istemesi üzerine. Uşaklızade Sadık Efendi’den
(Atatürk’ün eşi Latife hanımın büyükbabası ve sabataist Evliyazadelerin yakın
akrabası) daha az oy almasına rağmen, Vali tarafından tercihen 1891’de İzmir
Belediye Başkanlığına tayin edilen… Ve Mekke’ye gidip ismine Hacı ünvanını da
ekleyen meşhur Yahudi dönmesi sabataist, Evliyazade Hacı Mehmet Efendinin;

·       Naciye isimli kızının kızı olan, torunu
Fatma Berrin Hanım, Adnan Menderes’le evlenmiştir. Yani Sabataist Mehmet
Efendi, Aydın Menderesin dedesi olmaktadır.

·       Evliyazade Hacı Mehmet Efendi’nin diğer
kızı Makbule Hanım’ın yani Berrin hanımın teyzesinin kocası ise; Atatürk-İnönü
ve Menderes dönemlerinin Dışişleri Bakanı meşhur mason ve dönme, Tevfik Rüştü
Aras’tır. Tevfik Rüştü’nün kızı Emel de Menderes’in Bakanlarından Fatin Rüştü
Zorlu’nun hanımıdır.

Sabataist dönme kayınpederlerinin “evliyalığına” inanan halkımız,
damat Menderesi neredeyse peygamber yerine koyacaktı.

“Pazara kadar değil, mezara kadar Milli Görüşçüyüm” diyerek Refah
Partisi’ne katılan, ama en küçük bir sarsıntıda herkesten önce gemiyi terk edip
kaçan, Aydın Menderes, daha önce kendisine bir parti kurdurularak pohpohlanmaya
ve parlatılmaya çalışıldığı ve Tayyip misali bir harekete hazırlandığı
dönemlerde, Ankara Keçiören’de bir ev sohbetine katılmıştı.

Bir konferans münasebetiyle BİZ de Keçiören’de ve o eve yakın bir yerde
bulunmaktaydık…

Neler konuşulduğunu öğrenmek üzere, o toplantıya katılan bir genç, sonra
gelip şunları aktarmıştı:

“Sn. Aydın Menderes, sohbetinin hemen tamamını İslam’i konulara ayırdı
ve her iddiasını ayet ve hadislere dayandırdı… En sık tekrarladığı ve
vurguladığı ise: Erbakan’ın istismarcılık yaptığı ve bu davayı hedefine
ulaştıramayacağıydı…”

Hatta bir ara:

“Hem Müslüman geçiniyor, hem de kalkıp, Anıtkabire giderek, putperestler
gibi, saygı duruşunda bulunuyor!” diye sataştı.

Ben de dayanamayıp:

“Sn. Aydın Menderes..! Eğer babanız, Atatürk’ü koruma kanununu
çıkarmasaydı ve Anıtkabiri yapmasaydı, yani sizin tabirinizle bu put haneyi
açmasaydı, kısaca Aziz Atatürk’ü putlaştırmasaydı, bazıları da böyle davranmaya
mecbur kalmayacaktı.! Hem Babanızın siyasi mirasını sömürüp Onun sırtından ucuz
kahramanlık taslıyorsunuz… Hem de Babanızın çıkardığı kanunlara ve yaptırdığı
kabirlere saygı duyanları putperestlikle suçluyorsunuz!? Hâlbuki biz
Anıtkabire, Milli Mücadelemizin ve binlerce şehidimizin şahsı manevisi ve
simgesi olan bir Zatı ve makamı ziyaret kastıyla gidiyoruz!” deyince
bocalayıp şaşırmış ve kalkıp gitmeye mecbur kalmıştı.

Orgeneral Muhsin Batur’un tarihi itirafları:

Eski Hv.K.Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un laiklikle ilgili sözleri de
Atatürk ve Kurtuluş Savaşıyla ilgili tespitlerimizi haklı çıkarmaktadır.

“Batı, İslam dünyasının üzerine 1400 yıllık bir kinle yürüyordu.
Yegâne müstakil İslam ülkesi Türkiye’nin bu yürüyüşü tek başına durdurması
mümkün değildi. Gerçekçi olalım, Biz Yunan’ı denize dökmekle Yavuz Selimlerin,
Kanunilerin gücüne ulaşmış olmadık. Türkiye rövanşa hazır olmadığı için laik
oldu…” (H .Albayrak -Kemalizm Terakkiye Manidir- Vadi Yayınları)

Yani, Milletimizi İslam’i kimlik ve kültürden koparmak isteyenlere;
“laik”lik diye İslam’dan uzaklaşacağımız yönünde verilmiş gizli bir
garantinin hatırına ve zahiri planda Türkiye kuruldu…

Ve Atatürk, milletimizin; bu rövanşı almaya hazır olacak ve kendini toparlayıp
yeniden tarih sahnesine çıkacak şartları oluşturacağına inandığı için; bu
dayatmayı kabul etmiş görünen bir rol oynamayı uygun buldu…

 Bu şekilde işgal ettikleri Anadolu’dan çekilmek, Emperyalist
Batılıların da işine geliyordu…

Aslında Anadolu’yu zaten ele geçirmişlerdi ve Onları çıkaracak bir güç de
yoktu…Ancak Müslüman Türk’ün, yirmi-otuz sene içinde yeniden ve İslami bir
şuurla dirilip kendilerini sürecekleri biliniyordu…Öyle ise, tek kesin ve
kestirme yol, bu milleti İslami değer ve dinamiklerden uzaklaştıracak bir ekibe
bırakıp, ayrılmak kalıyordu..İşte emekli Muhsin Batur Paşa da, bunu anlatmak
istiyordu..

ERBAKAN GERÇEĞİ Ve Atatürkçülüğün gereği:

Atatürk’ün; Yahudilerden ve sabataist dönmelerden:

·       Ülkemiz ve halkımız için kötü şeyler
düşünmeyen,

·       Siyonizm’in Dünya hâkimiyeti ve Büyük
İsrail hayali peşine düşmeyen ve Türkiye’yi kendi vatanı gören,

·       Yurt içinde ve dışında gizli ve kirli
hıyanet odaklarıyla ilişkiye ve işbirliğine girişmeyen,

·       İyi niyetli, kabiliyetli ve karakterli
olanlarla; birlikte çalışma, sorumluluklarımıza ve sonuçlarına beraber
katlanma, ülkemizin nimetlerini de, külfet ve zahmetlerini de ortak paylaşma
siyaset ve stratejisini…

Bunun yanında;

·       Vatanımızı, halkımızı ve ülke
imkânlarımızı İsrail’in hesabına kullanmak, yıpratmak ve yıkmak isteyen

·       İslami inancımızı ve Milli ahlakımızı
bozmak, laytlaştırmak ve yozlaştırmak isteyen…

·       Mason locaları ve hıyanet odaklarıyla
birlikte çalışıp, ekonomik, teknolojik, politik ve psikolojik alanda bizi
kuşatmak ve geleceğimizi karartmak isteyen, niyeti ve tıynıyeti bozuk olanlara
ise,

Mesafeli durma, gözaltında bulundurma, stratejik noktalardan uzak tutma ve
sürekli dikkatli davranma… Siyaset, feraset ve dirayetini M. Kemal’den sonra
gösterebilen tek lider Erbakan Hoca’dır.

Evet, Erbakan Hoca, Yahudi’ye veya dönmelere değil, şeytani ve gayri insani
amaçlar taşıyan Siyonizm’e ve ülkemize hıyanet düşünenlere karşıdır ve elbette
haklıdır.

Ülkemiz, Milletimiz, güvenliğimiz ve geleceğimiz üzerinde kötü niyet
taşıyanların ve onlara taşeronluk yapanların: Çok ayrı inanç ve kafalarda…
Farklı konum ve kulvarlarda bulunmalarına rağmen, Erbakan karşıtlığında ve
Milli Görüş korkaklığında, hep ortak tavır almaları boşuna mıdır?

Ama, korkunun ecele faydası olmayacaktır!…

Kader, Atatürk’e; Siyonistlerin güdümündeki bütün emperyalist güçlerin
“Hasta Osmanlı’yı öldürme ve Müslüman Türk’ü tarihe gömme” siyaset ve
saldırılarına karşı “Anadolu’yu kurtarma ve Türk varlığını koruma”
gibi çok şerefli, ama çetrefilli bir misyon yüklemişti.

Erbakan ise; Bütün insanlığın bünyesine, kanser urları gibi yerleşen
Siyonist çıbanlarını deşmek… Her din ve düşünceden… Değişik köken ve
kültürden bütün insanlığın barış ve bereket içinde yaşayacağı, Türkiye merkezli
yeni ve adil bir medeniyeti kurma şuuruna, onuruna ve sorumluluğuna sahiptir…

Unutmayın; Atatürk de, resmi apoletleri söküldükten, tüm siyasi yetkileri
elinden gittikten sonra, tarihi devrimini gerçekleştirmiştir.!?

Ve Erbakan Hoca’nın en büyük kahramanlığı; çevresini kuşatan bazı hamakat
ve hıyanet ehline rağmen, bu büyük projesini adım adım hayata geçirmesidir.

 

 


 

[1] Hikmet Tanyu Tarih boyunca Yahudiler
ve Türkler C.1 Sh:259

[2] Efendi/SONER YALÇIN/ Sh.362

[3] John Freely. Kayıp Mesih Sh. 254-258

[4] Bak: Tekeliyet Yalçın Küçük Sh. 243

[5] Soner yalçın. Efendi Sh.42

[6] Henri Nahum İzmir Yahudileri 2000
Sh. 74

[7] Soner yalçın Efendi Nisan 2004 Sh.
359

[8] Bak: Hulusi Bey. Ahmet Özer. İzmir 1998/2.Baskı-İzmir

 

MAKALENİN KAYNAĞI:

 

 

http://www.millicozum.com/mc/temmuz-2004/bizim-ataturk

ŞU ESERİ TAVSİYE EDİYORUZ!..

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi