Anasayfa Genel AVRUPA’NIN HAYASIZLIĞI İKTİDARIN ”HAYIR” HAZIMSIZLIĞI

AVRUPA’NIN HAYASIZLIĞI İKTİDARIN ”HAYIR” HAZIMSIZLIĞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 303 Görüntüleyen

Hollanda’nın ırkçı lideri Geert Wilders, hızını ve hıncını alamayıp Türkiye ve İslam karşıtı bir videoyla ortaya çıkmıştı. Wilders bu kez şizofren iddialarını bir adım daha öteye taşıyarak Türkiye’ye ve Yüce Dinimize nefret kusmaya başlamıştı.

Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlükler Partisi (PVV) Lideri Geert Wilders Türkiye’ye ve İslamiyet’e karşı küstah yorumlara kalkışmıştı. Güya “Erdoğan karşıtı kampanyanın” odağında yer alan Wilders bu kez de twitter hesabından İslam karşıtı sözleriyle büyük tepki toplamıştı. Aslında bunlar fasit küresel senaryonun basit figüranlarıydı. Geert Wilders’ın twitter hesabından Türkiye ve İslam karşıtı bir video yayınlaması da, bu şeytani senaryonun bir parçasıydı. O süreçte Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun katılacağı halk oylamasıyla ilgili etkinliği protesto için eylem yapan Wilders, şunları açıklamıştı: “Siz Türkler Müslümansınız. Avrupa değerleriyle İslam’ın uyuşması imkânsız… Hiçbir zaman AB’ye alınmayacaksınız. AB sizi, oyalıyor ama, sizi asıl aldatan iktidarınız. Unutmayın siz Avrupalı değilsiniz ve hiçbir zaman da olamayacaksınız..!”

Ne acıdır ki, aslında bu gâvur doğruları konuşmakta ve tabi Haçlı kinini de kusmaktaydı. 15 yıldır her türlü hakarete rağmen halâ AB kapısında kıvranan AKP iktidarının bu sözlerden alacağı çok dersler vardı ama, maalesef o milli hamiyet ve haysiyet damarları dumura uğramıştı.

Batıcıların hayranlıkla arzuladığı, dindar kahraman AKP iktidarının da girmek için can attığı bu Avrupa, her türlü haksızlık ve ahlaksızlığın resmiyet kazandığı bir bataklıktı!

İşte Türkiye karşıtı ve İslam düşmanı söylemleriyle tanınan Geert Wilders’in partisinin adını Özgürlük Partisi (PVV) koymuşlardı. Başbakan Mark Rutte’nin partisinin adı da Özgürlük ve Demokrasi için Halkın Partisi (VVD) olmaktaydı. Rutte ise merkez sağda bir politikacıydı. Bu Mark Rutte denilen adam 50 yaşında bir Siyonist sermaye kuklasıydı. Partisinin adı: Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi. Bu adam 14 Ekim 2010’dan beri Başbakandı. 1991’e kadar Liberal Gençlik Örgütünde çalışmış, 2004’te Bakan yapılmıştı. Kalvinist Reform Protestan Kilisesi üyesi bir müzmin bekârdı.

Biz bu Hollandalıların demokrasiye ve insan haklarına bağlılığını Bosna’da Srebrenitsa katliamından hatırlamaktayız. Bugün Rutte, seçmen toplam sayısının %12’sinin bile desteğini alamayan bir Başbakandı… Seçmenin yarısı sandığa gitmemiş, gidenin de %25’inin oyunu ancak almıştı. Batının sinsi demokrasisi işte böyle çalışmaktaydı. Siyonist Yahudi sermayesinin bu Hollanda şirketinde uyuşturucu kullanımı serbest bırakılmıştı. Balkonlarda ve bahçelerde esrar yetiştirenlere sık rastlanırdı. Lezbiyen ve homoseksüel evlilikler de yaygındı… Bu rezaletin arkasında bu kafada insanlar vardı. Özgürlük deyince fuhuş, alkol ve uyuşturucu anlıyorlardı… İslam’a olan kinleri ve özel Türkiye nefretleri yanında, uyuşturucunun Avrupa’ya ve Hollanda’ya ulaştırılması ve dağıtılması işini yürüttükleri için de PKK’ya sahip çıkıyorlar ve TSK’nın Suriye ve EL-BAB’daki başarılarını bir türlü hazmedemiyorlar. AKP iktidarının gaflet belki de hıyanet damarıyla alıp yıllarca yürüttüğü ÇÖZÜM SÜRECİ PKK’nın uyuşturucu mafyalığını en kolay yaptığı yıllardı.

“Avrupa Birliği Bakanı” Ömer Çelik’in, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlunun Hollanda’ya uçuş izninin iptal edilmesi ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın sınır dışı edilmesiyle ilgili bu açıklaması enteresandı. Çelik “Hollanda’da yaşanan krizin kararsızları “Evet”te netleştirdiğini” ağzından kaçırmıştı. Bu itiraflar, söz konusu yurt dışı faaliyetlerden nasıl bir fayda beklendiğini açığa vurmaktaydı! Çünkü bazı anketler “Hayır”ların öne geçtiğini ortaya koymaktaydı. Sn. Tayyip Erdoğan bile bir süre anket yapılmamasını talimat buyurmuşlardı. Moskova’dan dönerken de “Anketlerle alakalı olarak, şu anda sonuçlar henüz çok sağlıklı olmamakla birlikte, evet oylarının tırmanışta olduğunu söyleyebilirim. Meydanlar artış olduğunu gösteriyor. Konu anlaşıldıkça, daha da artış olacak. Ben meydanların dilini çok önemserim. Meydanları görünce, tırmanışın devam ettiğini görüyorum. Meydanlarda daha çok kalacağız” sözleri Sn. Cumhurbaşkanının telaşını yansıtmaktaydı. Hatta yandaş yazar Mahmut Övür de Binali Yıldırım’ın Balıkesir mitingini kastederek, “Sokak, anketlerden farklı” başlıklı bir yazı yazmıştı. İşte tam bu sebepleseçmeni iktidarla bütünleştirecek bir mağduriyet yaratmak hesabıyla “Avrupa’nın arsızlığını kullanmaya kalkışmışlardı” yorumları haklıydı.

Evet Bakanlarımızın Avrupa kapılarından dışlanması ve hakarete uğraması herhalde damarımıza dokunmaktaydı. Ama bu aşağılanmada öncelikle iktidarın payı vardı. Referandumda “HAYIR” çıkma olasılığının giderek artmasından panikleyen iktidarın, “EVET” çıkarmak için dolaylı yollardan kendine prim yapmaya çalıştığı da sırıtmaktaydı. Avrupa ile sahte bir sorun çıkarıp buradan “Milli birlik beraberlik” çağrıları yaparak “EVET” oylarını artırmaya çalışması mide bulandırıcıydı. Çünkü Avrupa Bakanı “Bu olaylar kararsız vatandaşları “Evet”te birleştirmiştir” diyerek gerçek niyetlerini açığa vurmuşlardı. “Şu anda ülkemizde milletin ezici çoğunluğu başta Hollanda olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye karşı takındığı tavrı nefretle kınamaktaydı. Ancak yine bu milletin önemli kısmı bu sorunu yaratanın bizzat iktidar olduğunun da farkındaydı” tespitleri gerçekleri yansıtmaktaydı.

16 Nisan referandumu için 18 Şubat 2017 tarihinde Elazığ’a gelen Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile sonra vefat eden bir Kadiri Şeyhi arasındaki telefon görüşmesi de, bu tedirginliği yansıtmaktaydı.

Şeyh Efendi: “Sen Müslümanlara yardımcı oluyorsun, İslam dinine yardımcı oluyorsun, bundan büyük bir şey yoktur. Sana Allah kısmet etti buna ha! Yalnız devam et çekinme. Seninle arkandan gelenler (seni manen destekleyenler) var ha! Allah yardımcın olsun. Biz hep duacıyız ta sen partiyi kurmadan (önce bile destek çıktık) size duadan başka bir şey yok, devamlı dua ederim, gece yarılarına kadar” deyinceSn. Erdoğan’ın: “Gene (dua ve desteğinizi) bekleriz inşaallah. Özellikle 16 Nisan çok önemli bizim için” ifadeleri bu tedirginliği açığa vurmaktaydı.

O Şeyh Efendi’nin: “Sana dualarımız taa (AKP) partiyi kurmadan başlamıştı…” sözleri ise; “Siyonist odakların Erbakan’ı devre dışı bırakmak üzere, Sn. Erdoğan’ı kışkırtıp öne çıkarma ve hıyanet edip Milli Görüş’ten ayrılma sürecine de biz destek çıkmıştık!” itirafıydı ve Cenabı Allah ölmeden önce bu gerçekleri kendisine konuşturmuşlardı.

Avrupa ile dalaşmak, niye danışıklı dövüş olarak algılanmıştı?

Çünkü bizde referandum telaşı yaşanırken, Hollanda’da da seçim hazırlığı vardı. Üstelik “Evet” ile “Hayır” baş başaydı. İşte bu yüzden çok acil mağduriyet edebiyatına ve safları sıklaştırmaya ihtiyaç duymuşlardı. Tam bu sırada Hollanda’nın yaptığı faşistlik, düzeysizlik ve terbiyesizlikle bu ihtiyacı gayet güzel bir şekilde karşıladığı açıktı. Dediğimiz gibi Hollanda’da da seçim vardı. Aşırı sağcı ve faşist kafalı bir herif tırmanıştaydı. Duygusuz, meymenetsiz, hayırsız, şefkatsiz bir tip… İslam düşmanlığı yapmakta, “Minareye hayır” kampanyası başlatmakta… Kur’an’a saldırmakta… Camiye sataşmaktaydı. Eğer Hollanda, bizim Bakanlara saygılı davranır ve fırsat tanırsa bu faşist, Hollanda’yı ayağa kaldıracak ve seçimden birinci çıkacaktı!? İşte bu yüzden Hollanda’nın liberal hükümeti, bu azılı faşist kazanmasın diye başka bir faşistliğe kalkışmıştı.

“Tam bir “win win” durumu… “Kazan kazan” oynanmaktaydı! sözleri saptırmaca değil, doğru bir saptamaydı.

Yani evet karşımızda Hollanda durmaktaydı, ama onu böyle davranmaya teşvik edenler unutulmaktaydı. Elbette Hollanda’da yapılacak seçime dönük küçük hesaplar da vardı. Ama çok daha büyük hesapların üzerinde durulmalıydı. Size bir anahtar soru: Bu kayıkçı kapışmaları, hem Hollandalı politikacılara, hem Sn. Erdoğan’a yarıyorsa bunu bir tesadüf saymak, ne kadar akıllıcaydı?

Hollanda kamu yayın kuruluşu Nos TV, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın bazı korumalarının gözaltına alındığını belirtirken, özel RTL kanalı Bakan Kaya’nın, “Persona non grata” (istenmeyen kişi) ilan edilip, sınır dışına çıkarıldığını duyurması ne amaçlıydı? Tam bu sırada Almanya’da, anayasa değişikliği referandumu için devlet televizyonu ile açıkça ‘hayır’ kampanyası başlaması nasıl okunmalıydı? ARD televizyonunda yayınlanan üç dakikalık dosyada, açıkça Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sataşılması, sadece ahmaklık ve alçaklık mıydı, yoksa küresel bir senaryonun parçaları mıydı?

Üstelik Alman mahkemesi, 16 Nisan anayasa referandumu öncesinde Almanya’da Türk toplumu ile yapılacak toplantıların Alman makamlarınca iptal edilmesini haklı bulan bir karar almıştı. Bu kararın, bir Alman vatandaşının Başbakan Binali Yıldırım’ın Oberhausen kentinde yapacağı toplantı konusunda 18 Şubat’ta yaptığı şikayet nedeniyle alındığı vurgulanmıştı. Mahkeme, Türkiye Cumhurbaşkanı veya başka politikacıların konuşma yapmak için Alman anayasasının verdiği hakları kullanamayacaklarını açıklamıştı. AKP Milletvekili Hüseyin Kocabıyık’ın “Hollanda’daki olaylar EVET oylarımızı 3-4 puan arttırmıştır” ifadeleri, bu senaryoların bir itirafıydı ve Başbakan Binali Yıldırım hemen bu tür yorumları yasaklamıştı.

Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi’ndeki Tıp Bayramı programında yaptığı konuşmada, “Biz Hollanda’yı ve Hollandalıları Srebrenitsa katliamından tanırız. Onların cibilliyetinin, karakterinin ne kadar bozuk olduğunu 8 bin Boşnak’ı orada nasıl katlettiklerinden tanırız. Bunları iyi biliriz. Kimse bize medeniyet, medenilik dersi vermesin. Bu milletin alnı aktır ama onların alnı kapkaradır” buyurmuşlardı. Erdoğan’ın bu sert çıkışına Hollanda Başbakanı Rutte ise, “Erdoğan durumu kızıştırmaya devam ediyor” karşılığında bulunmuşlardı. Bosna’daki savaş sırasında, BM’nin güvenli bölge ilan ettiği Srebrenitsa, 11 Temmuz 1995’te Ratko Miladiç‘e bağlı Sırp birlikleri tarafından kuşatılmıştı. İşgal üzerine BM bünyesindeki Hollandalı askerlere sığınan sivil Boşnaklar, Sırpların insafına bırakılmıştı. Boşnaklardan 8 bin 372’si götürüldükleri ormanlık alanlarda, fabrikalarda ve depolarda katledilip hunharca bir soykırıma tabi tutulmuşlardı. Üstelik Hollanda, katliamdan seneler sonra olaydaki sorumluluğunu resmen kabul etmiş ve Başbakan Wim Kok liderliğindeki hükümet 2002 yılında bu nedenle istifaya mecbur kalmıştı. Şimdi Sn. Erdoğan’a şu sorulmalıydı: Bu vahşi katliamları yapan AB üyesi Hollanda ile her türlü ilişkileriniz yağlı ballı sürerken, Başkanlık yolunda pürüz çıkarınca mı bu cinayetleri hafızanızda canlanmıştı?

Türkiye Hollanda’yı ve Almanya’yı protesto için sokaklara çıkmıştı.

Hollanda ile yaşanan diplomasi krizi meyvelerini vermeye başlamış, tepki gösteren vatandaşlar bu ülkenin Ankara ve İstanbul’daki temsilcilikleri önünde protesto gösterisinde bulunmuşlardı. Bayraklarla temsilcilikler önünde toplanan kalabalıklar Hollanda’yı protesto eden sloganlar atmıştı. Hollanda’nın İstanbul Başkonsolosluğu önünde toplanan vatandaşlar, Hollanda’nın Türk bakanlara yönelik tutumunu protesto edip ayrılmışlardı. Bu tür milli girişim ve gayretler gerekli ve önemliydi, ama halkımızın duyarlılıkları kof sloganlarla boşa çıkarılmaktaydı…

Yüzde yüz yüce divanlıktı!

“Bu iktidar dış senaryolara göre kendini konumlamakta ve zamanın ruhunun üzerinde sörf yapmakta maharet kazanmıştı. AKP aslında 28 Şubat’ın çocuğu olmaktaydı. Siyonist sömürü çarkını tıkamaya başlayan Milli Görüş’ün artık devre dışı bırakılması lazımdı ve Batı’nın Ortadoğu müdahalesinde bir işbirlikçi model olarak ılımlı İslam’ı iktidar yapmanın zamanıydı. İşte AKP tam da bu süreçte yapılandırıldı ve kendisine biçilen role uyum sağladı. Batı’yla pek uyumlu ılımlı İslamcı AKP kendini memleketin Batı’ya en açık partisi olarak tanıttı. Bugün idam cezasının geri getirilmesini isteyen Erdoğan, AB’ye girmek amacıyla idam cezasını kaldırmak için koalisyon hükümetine destek olacaklarını açıklayan adamdı. Deliğe süpürmeyip kullanılmayı talep eden danışmanların her sözünü tutmaktaydı. Öyle ki, cemaatle koalisyonun kurulup yeni ılımlı İslam projesine direnecek olanların tasfiye edilip kumpas davalarla içeri atıldığı, bugün şikâyet edilen Batı medyasında sayfalarca Erdoğan ve AKP övgülerinin yer aldığı bir süreç yaşanmıştı. Türkiye Batı’yla uyumlu ve demokrasi içinde siyasal İslamcı bir model olacaktı. Ama bazı pürüzler ortaya çıkmıştı. Ardından gelen Arap Baharı, siyasal İslamcı iktidara yeniden bir model olma imkânı sağlamıştı. Artık zaten eğreti duran “liberal”, “Batıcı” kıyafete gerek de kalmamıştı. Yeni model, Müslüman Kardeşler’e ve İslam’ın Sünni cephesine ağabeylik etmeye dayanmaktaydı. Bu iktidar, toplumu ve devleti İslamcılaştırmanın önündeki engelleri cemaat koalisyonuyla yaptığı operasyonlarla iyiden iyiye kaldırmıştı. Zamanının AKP il başkanının artık liberallerle işbirliği yapmayacaklarını çünkü yeni hedeflerinde onlara yer olmadığını söylemesi bundandı. Arap Baharı, özellikle Mısır’da Mursi’nin yıkılması ve Suriye’de Esad’ın sarsılması iktidarın işini zorlaştırmıştı. Emevi Camii’nde namaz kılmaya odaklanmış bu stratejik derinlik fiyaskosu hem Türkiye’nin sınır güvenliğini ortadan kaldırmış, hem de açılımın terk edilmesiyle sonuçlanmıştı.

Dünyada Siyonizm’in, aşırı sağcı, popülist ve içe kapanmacı kanadı açığa çıkarılmıştı. Öyle ki hem Alexander Dugin hem de Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon, faşizmin fikir önderlerinden Julius Evola’dan övgüyle bahsetmeye başlamıştı. Yani özgürlük karşıtı (ve küresel odaklar bağımlısı) tek adam rejimlerinin hızla yayıldığı bir süreç yaşanmaktaydı. Şimdi Dışişleri Bakanının Avrupa’daki aşırı sağdan yakınmasına aldanmamalıydı. O aşırı sağ ile AKP aynı dalganın üzerinde sörf yapan kiralık figüranlardı. Yani bu anayasa referandumu biraz da dünyada yükselen sağa, AKP’nin de eklemlenmesinin oylanmasıydı. Dün AB’ciyken bugün Trump’a, Putin’e yakındı. Dün Ortadoğu’ya model olacakken bugün Macaristan’da Orban rejiminin övgüsünü alan bir anlayış vardı. Kendini dış şartların kalıplarına kıvrakça döken bu anlayışa “başkancı” rejim hediye etmek, bu güç dönemde memleketi dışarının belirleyeceği kalıplara uymaya zorlamak anlamındaydı. Unutulmasın ki bütün gücü elinde toplamış bir kişiyi “kandırmak” bütün bir devleti “kandırmak”tan daha kolaydı”[1] yorumları üzerinde kafa yorulmalıydı.

Türkiye rüzgârın önünde savrulmaktaydı!

“Asıl problemin Türkiye’nin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın 11 Mart akşamı Türkiye’nin Hollanda’nın Rotterdam şehrindeki –resmen Türk toprağı sayılan- Türkiye Başkonsolosluğuna alınmaması, 11 Mart sabaha karşı polis zoruyla Almanya sınırına bırakıldı sanılması yanıltıcıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Bakanının ilk defa “istenmeyen kişi” ilan edilip sadece Hollanda değil, Schengen vize sistemindeki Avrupa Birliği (AB) ülkelerine girişten yasaklanmasının da ötesinde bir sorun yaşanmaktadır. Evet maalesef Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na Hollanda’ya 15 Mart’taki seçimlerden önce iç siyaset amacıyla gelme uyarısının yapılmasının, gitmek istemesi üzerine de uçuş izninin kaldırılıp Hollanda’ya girişine engel olunmasının da ötesinde bir durumla karşı karşıyayız ve asıl hakarete uğrayan doğrudan Türkiye Cumhuriyeti olmaktadır ve giderek bu hakaret tavrı yayılmaktadır. Başbakan Binali Yıldırım’ın “Hollanda’ya misliyle karşılık verilecek” açıklamasını takiben Danimarka Başbakanı Lars Lokke Rassmussen, Yıldırım’dan Kopenhag’a yapacağı ziyareti ertelemesini hatırlatmış, bunu da kamuoyuna duyurmaktan sakınmamıştır. Gerekçesini ise Hollanda’yla dayanışmak olarak açıklayacak kadar küstahlaşmıştır. Hollanda hükümeti, Rotterdam’da yaşananlar ortadayken, -kendi toprakları sayılan- İstanbul’daki konsolosluk binasındaki bayrakları indirilip Türk bayrağı çekilmesinden sonra “Diplomatlarımızın can güvenliği Türkiye’nin sorumluluğundadır” uyarısı ise ayrı bir küstahlıktır. Yetmez, Avusturya elini çabuk tutarak, sadece Türkiye’nin değil, diğer bütün ülkelerin de Avusturya’da kendi iç siyasetlerine dair toplantı yapmalarını yasaklayan bir karar çıkartmıştır” tespitleri yapanlar niye halâ AB kapısında kuyruk olmamızı savunmaktaydı?

Türk vatandaşlarının yaşadığı Avrupa ülkelerinden Ankara’ya verilen mesaj açıktı ve bunlar referandum kampanyası için gelmeyin, uyarısıydı. Ve böylece dolaylı biçimde Erdoğan’a destek sağlanmaktaydı!..

“Aslında AKP hükümeti, 2008’de Türkiye’nin diplomatik temsilciliklerinde iç siyasete dair konuşmalar yapmaya sınırlandırma getirirken bu kapıyı aralamıştı. Bu tavır Türkiye’nin büyükelçilikleri, konsoloslukları siyasi görüşüne bakılmadan bütün vatandaşlarındır deme amaçlıydı” hatırlatmalarına niye kızılmaktaydı? Abdülkadir Selvi’ye göre başta Hollanda olmak üzere Avrupa’da yaşananların seçmen davranışları üzerinde iki etkisinin olacağı konuşulmaktaydı.

1- Avrupa’da sandığa gitme oranını arttıracaktı. Ama bu etki sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de seçimlere katılma oranı üzerinde olumlu etki yapacaktı.

2- 15 Temmuz’dan sonra milliyetçi duygularda bir yükseliş yaşanmıştı. Hollanda’da sergilenen Türkiye düşmanlığı, bu duyguların güçlü bir dalgaya dönüşmesine yol açmıştı. Evet oylarında Avrupa ile sınırlı kalmayacak ölçüde motivasyon sağlaması amaçlanmıştı. ‘Avrupa Avrupa duy sesimizi’ sloganları bunların sonuçlarıydı.

Hollanda’nın skandal kararına karşı Sn. Bahçeli’nin Twitter üzerinden verdiği mesajlar ne işe yarayacaktı?

“Atını nallayıp itini yalayarak vatandaşlarımızın üzerine salan ve saldıran Hollanda niye rahatsızdır? Bu vahşilik, bu vandallık niyedir?16 Nisan’dan sadece Hollanda mı çekinmektedir? Elbette hayır! Kral ve kraliçelerin elinde bulunan Avrupa ülkelerini korku sarmıştır” çıkışları tabanı rahatlatmak ve tavana yaranmak dışında hangi yaralarımızı saracaktı? Hatta bu referandumun ertelenebileceği konuşulmaktaydı!.. Çünkü Rakka konusunda, Menbiç üzerinden bir erteleme söz konusu olabileceği konusunda duyumlar vardı. Ve tabi referandumun umulanın dışında, sürpriz şekilde sonuçlanacağı kuşkuları da hesaba katılmalıydı.

Mevlüt Çavuşoğlu’nun çapanoğulları!

Almanya’nın ardından Hollanda’dan da Türkiye ile ipleri gerecek bir karar alınmış, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na iniş izni çıkmamıştı. Hollanda’dan “Güvenlik gerekçesiyle iniş iznini iptal ettik. Türkiye’nin yaptırım tehdidi çözümü imkânsız kıldı” açıklaması yapılmıştı. Oysa Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Rotterdam’a gideceğini hatırlatmıştı, ama Reuters Ajansı’na konuşan Rotterdam Belediye Başkanı referandum kampanyası yapmasına izin çıkmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine Mevlüt Çavuşoğlu ise: “Eğer Hollanda benim uçuş iznimi iptal ederse, ekonomik ve siyasi bakımdan bizim Hollanda’ya karşı yaptırımımız çok ağır olur” şeklinde kurusıkı tehditler savurmuşlardı. Bu Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “İbrani Halkı”ndan uyarlama İBRADİ KASABASI’yla (Antalya’ya bağlı, Akseki’ye yakın kazası) irtibatları ve Sabetayist bağlantıları araştırılmadan ve dikkate alınmadan, AKP’nin dış politika palavralarını çözmek imkânsızdı.

“Yahudi kanı” fıkrası!

Zengin bir Arap kalp ameliyatına alınacakmış. Doktorlar, ameliyat öncesi tedbir olarak bir miktar kan depolamak gereğini hatırlatmışlardı. Ama bu Arap’ın kanı çok nadir bulunan bir kandı. Bütün dünyayı arayıp taramışlar ve sonunda Kudüs’te yaşayan bir Yahudi’de bu kanın olduğu anlaşılmış, kan vermeye razı olmuş ve ameliyat da yapılmıştı. Ameliyattan sonra zengin Arap, kendisine kan veren Yahudi’ye teşekkürleri ile beraber çok pahalı bir otomobil ve bir milyon dolar para yollamıştı. Birkaç ay sonra Arap’ın bir kere daha ameliyat olması gerektiği anlaşılmıştı. Doktorlar yine Yahudi’yi aramışlar ve Yahudi de tekrar kan vermeye güle oynaya yanaşmıştı. Ancak zengin adam bu defa kendisine kan veren Yahudi’ye sadece bir teşekkür notu ile bir kutu Şam baklavası yollamıştı. Çok daha kıymetli hediyeler ve çekler bekleyen Yahudi hayal kırıklığına uğramıştı. Kan verdiği Arap zenginine bir telefon açıp neden bu kadar cimri davrandığını sormuşlardı. Zengin Arap kahkahalar atarak şu cevabı yapıştırmıştı: “Ya Habibi, kan kardeşim… Artık benim de damarlarımda Yahudi kanı dolaşıyor! Bu tavrımı en iyi sen anlamış olmalısın!”

Hatta katıldığı bir televizyon programında konuşan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, TRT’nin efsaneleşen ve dünyada büyük ilgi gören dizisi “Diriliş Ertuğrul”un bölümlerinin önceden kendisine ve yayına girmeden izleyip onayladığını açıklamışlardı. Yoksa bu Diriliş Dizisi de Kurtlar Vadisi gibi gizli ve sinsi mesajlara, kahramanlık kılıfı sarılmış versiyon olmasındı? Örneğin altın ayrıştırma ustası Pakradun (Yahudi asıllı) Ermeni HAÇATURYAN Usta’nın diliyle: “Osmanlının temelinde ve yükselmesinde, Yahudi ve Ermenilerin katkısı çok büyüktür!” mesajı ve dolasıyla Sabataist kadrolara muhabbet sevdası aşılanmaya mı çalışılmaktaydı? Malum Mevlüt Çavuşoğlu’nun bu yakın alakası ve Sn. Erdoğan’ın aile boyu bu dizinin müptelası olmaları acaba neyin yansımasıydı? Haçaturyan Diriliş Ertuğrul’da ise çok yetenekli bir ustaydı. Hayatında birçok dönüm noktası bulunan Haçaturyan Usta, tecrübesi ve yeteneği ile ön plana çıkmaktaydı. Ayrıca dizide Ertuğrul’un verdiği vazife gereği Karacahisar Kalesine bir dükkân açarak kalede olup biten ve gelen giden ile ilgili Ertuğrul’a bilgi vermekle görevli kılınmıştı. Ne de sempatik tavırları vardı!? Ve hele, Sn. Erdoğan’ların büyük üstadı ve koyu Atatürk ve Erbakan karşıtı Kadir Mısırlıoğlu’nun “Haçaturyan aslında Müslümandır. Gerçek adı Hacı Turan’dır. Avrupalılar ona Hacaturyan ismini takmıştır” yorumları kafamızı daha çok karıştırmıştı.

Bu dizide kuşkularımızı arttıran diğer bir durum da, başta KAYI ve diğer bütün Türkmen Beyliklerindeki ÇADIR KENTLERDEKİ toplum hayatında çok önemli manevi ve sosyal-siyasi merkezler olan ÇADIR MESCİT’lere hiç yer ayrılmamasıydı. Haçeturyan Ustaların öne çıkarıldığı bir dizide Mescitlerin unutulması bir tesadüf sayılamazdı. Kaldı ki Kayı’lar ilk fırsatta, halâ günümüze kadar ayakta kalan Kuyulu Mescidi’ni kurmuşlardı. Kayıların Söğüt’teki ilk eseri olan Kuyulu Mescid, 1268 senesinde, yani, Osmanlının kuruluşundan 35 sene önce Ertuğrul Gazi tarafından yaptırılmıştı. Mescide sonradan eklenen giriş bölümü ise 1902’li yıllarda Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın armağanıydı. Dolayısıyla bu Mescit Osmanlı’nın ilk ve son eserinin ikisi bir arada olduğu nadide bir mekânıydı.

Asıl adı “Ertuğrul Gazi Mescidi” olan Kuyulu Mescid’in çok ilginç bir hikâyesi vardı. Kayı Beyi Ertuğrul Gazi, Ahlat’ta dünyaya gelmiş, göçebe hayatını sonlandırmak üzere sonbahar aylarının kırağı çalan günlerinde dört yüz çadırla Söğüt’e taşınmıştı. Etrafındakilere “nerede çok duman çıkıyorsa oraya yerleşeceğiz” buyurmuşlardı. Söğüt düzlüğünün en kalabalık yerleşimi olan Rum mahallesine yakın çadırlar kurmuşlardı. Karşı mahalle Müslümanlarındı. Rumların kendilerine ait bir kiliseleri vardı. Müslüman göçmenler Ertuğrul Gazi’den topluca ibadet etmeleri için bir cami yaptırmasını arzulamış. Ertuğrul Gazi de bu isteğe olumlu bakmıştı. Caminin nerede inşa edileceği istişaresi yapılırken, herkes caminin karşıdaki Müslüman mahallesinde olması teklifini sunmuşlardı. Ertuğrul Gazi, aksine, caminin Rum mahallesinde yapılmasını, çünkü kendilerinden etkilenecek Rumların Müslüman olacağını hatırlatmıştı. Ertuğrul Gazi, caminin yapılacağı yeri kararlaştırmış ve arsasını o bölgenin sakini olan Rum sahibinden satın almıştı. Toplamda 50 kişinin birlikte namaz kılacağı elli dört metre karelik camii 8 ayda tamamlanmıştı. Gönül koyan ve caminin niçin Rum mahallesinde kurulduğuna kırılan Müslümanlar camiye uzak durmaktaydı. O yıllarda Müslümanlar su ihtiyacını Söğüt deresinden karşılamaktaydı. Ancak Rumlardan kötü niyetli bir grup, dereye insanı öldürmeyen ama midesini bozan ve ishal yapan bir zehir atmışlardı. Ertuğrul Gazi dâhil herkes bu durumdan rahatsızlık duymaya, başlamıştı ve dokunmasın diye sular kaynatılıp içilmek zorundaydı. O sırada rüyasında yaptırdığı caminin avlusunda tatlı ve şifalı su bulunan bir kuyu gören Ertuğrul Gazi, hemen o bölgeyi kazdırıp bir kuyu açmışlardı ve cami bu adla anılmaya başlanmıştı. Üstelik bütün Rum ahalinin de bu kuyudan yararlanması serbest bırakılmıştı. Tekrar hatırlatalım, bundan önce de ÇADIR MESCİT’ler bulunmaktaydı. İnşaallah bu uyarımız üzerine dizideki bu önemli noksanlık tamamlanır, Mescitlerin Diriliş ve kuruluş dönemindeki fonksiyonları topluma tanıtılırdı.

Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik, Hollanda ile yaşanan krizi değerlendirirken“Milli onurumuzu koruyacak adımlar atmamız lazım. Hollanda’nın yaptığına Hollanda gibi cevap verirsek, Türkiye Cumhuriyeti’ni alt lige düşürürüz” dedikten sonra; ‘Türkiye AB’yle sığınmacı anlaşmasındaki karadan geçişler konusunu tekrar değerlendirmelidir’ tehdidini savurmuşlardı. AB Bakanı Ömer Çelik, gazetelerin Ankara Temsilcilerinin sorularını yanıtlarken: “Avrupa’da aşırı sağla mücadele için, aşırı sağ söylemi kullanırsanız, sonuç olarak aşırı sağ yükselir, bundan kaçınmalıdır” diyerek oynanan senaryoları ağzından kaçırmıştı.

Hatırlayacaksınız İsrail; Hakan Fidan MİT Başkanı olarak atandığında, açıkça onu hedef almıştı. Ve aslında bu onu koruma ve kahramanlaştırma amaçlıydı!

“Davos krizi ile başlayan ve Mavi Marmara yardım gemisine yapılan baskında 9 Türk vatandaşının İsrail askerleri tarafından öldürülmesi sonucunda İsrail düşmanlığının zirveye çıktığı ülkemizde, İsrail’in açıktan düşman ilan edip hedef haline getirdiği kişi kamuoyunda doğal olarak bir kahraman ve vatansever olarak algılanacaktı. İsrail’in düşman ilan ettiği kişinin derinden İsrail’le örtülü işbirliği içerisinde hareket edebileceğini hiç kimse düşünüp anlamazdı. Aksini savunan birileri çıksa bile “Hakan Fidan’dan en çok rahatsız olan ülke İsrail” şeklinde kamuoyunda genel kabul görmüş kanaat nedeniyle kendisi “İsrail ajanı” suçlaması ile karşı karşıya kalmaktan kurtulamazdı. Kamuoyunda Hakan Fidan’ı eleştirdiği için İsrail ajanı damgası yemek istemeyen entelektüel kesimler bu yöntemle mahalle baskısı altına alınarak itibarsızlaştırılıp susturulmaktaydı. Kısacası İsrail, Hakan Fidan’ın MİT’in başına atanmasına gösterdiği sert tepki ile gerçekte dokunulmazlık zırhı sağlayarak onu her türlü eleştiri ve muhalefetten korumuş olmaktaydı. Hakan Fidan da İsrail’in kendisine sağladığı bu büyük desteğin bedelini, Ankara’daki Büyükelçiler konferansında fazlasıyla ödemekten sakınmamıştı. Yine hatırlayacaksınız, Hakan Fidan, Ankara’daki 5. Büyükelçiler konferansına katılarak PKK ile ilgili bir rapor sunmuşlardı. Fidan’ın toplantıda PKK’ya silah bıraktırma konusuna değinerek “PKK, Öcalan’ın kurup yönettiği PKK olmaktan uzaklaştı. Örgüt içindeki yabancılar, önemli bir sayı ve güce ulaştı. Avrupa’da da örgütün düzenli maaş ödediği elemanları vardı. Yapılan son değerlendirme ve istihbari bilgilere göre, PKK terör örgütünde halen bin 600 civarında yabancı uyruklu militan bulunmaktaydı. Kandil başta olmak üzere çeşitli PKK kampları ile yurt içinde, Suriye, Irak, İran ve bazı Avrupa ülkelerinin vatandaşları vardı” dediği medyaya sızmıştı.

Hakan Fidan’ın hazırlayıp Büyükelçilere sunduğu raporun içeriğine dikkatli gözle bakıldığı zaman tam bir İsrail kurnazlığı ile davrandığı kolaylıkla anlaşılacaktı. Öncelikle Fidan’ın PKK’ya destek olan ülkeler olarak zikrettiklerine baktığınızda tamamı İslam ülkesi; Suriye, Irak, İran’dı. PKK’ya gerçek anlamda destek sağlayan batılı ülkelerin isimlerini ise söylemeyip “Bazı Avrupa ülkeleri” şeklinde lastik gibi nereye çekilirse oraya gidecek bir tanımlama ile üstünü örtüp geçiştirmeye çalışmıştı. Raporun en dikkat çekici yönü ise PKK’nın arkasındaki gerçek irade, güç ve patron olan İsrail’den tek bir kelime dahi bahsedilmemiş olmasıydı. Oysa İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, 08.08.2012 tarihinde medyaya yaptığı açıklamada yakalanan ya da ölü ele geçirilen PKK’lıların bir kısmının yabancı uyruklu olduğunu vurgulayıp operasyonlarda yakalanan teröristlerin yarısının İran, Suriye, Irak, Ermenistan ve İsrail kimliği taşıdığını açıklamıştı. Yeni Şafak yazarı Tamer Korkmaz da, 10.11.2012 tarihli yazısında “2012’de öldürülen PKK’lıların 4’te 3’ünün Türkiye vatandaşı olmayan kişilerden oluştuğunu, Öldürülen PKK’lılardan 23’ünün İsrail vatandaşı olduğunu” yazmıştı. Öldürülen PKK’lıların, İsrail vatandaşı olmuş kimi Kürtlerden değil özellikle İsrail devletinin, PKK’lı olarak istihdam ettiği ‘yerleştirilmiş’ İsrailli PKK mensubu olduğunun altını çizen yazar, ayrıca diğer ölen PKK’lıların büyük bir çoğunluğunun Suriye, Irak ve Ermenistan vatandaşı olduğunu hatırlatmıştı. Gazeteci Alper Tan ise 18.10.2012 tarihli köşesinde “ABD elçisi ne anlatıyor?” başlıklı yazısında konuyla ilgili şunları aktarmıştı:

“PKK’nın Türkiye ile çarpışan kanadının başında Fehman Hüseyin var. Fehman Hüseyin hem Suriye diktatörü Beşşar Esad’dan hem de İsrail’den destek alıyor. İsrail, istihbarat, eğitim ve taktik veriyor. PKK içinde Türkiye’ye karşı savaşan İsrail vatandaşları bile var. Bu sene içinde öldürülen PKK’lıların dörtte üçü Türkiye vatandaşı olmayanlardan oluşuyor. PKK’lı olarak öldürülenlerin 23’ü İsrail vatandaşı çıktı. Ve İsrail öldürülen bu adamların cesetlerine sahip çıktı ve kendi ülkesine taşıdı.”

İşte bu doğru saptamalardan sonra:

“Evet kamuoyuna yansımış bu gerçeklere rağmen MİT Başkanı Hakan Fidan PKK’ya yapılan operasyonlarda ele geçirilen yabancı teröristlerin arasında İsrail vatandaşları olduğu gerçeğini nedense Büyükelçilere verilen brifingde büyük bir ustalıkla saklamıştı… MİT Müsteşarı İsrail/PKK irtibatını saklaya dursun, PKK terörünü bitirmeye yönelik yeniden başlatılan müzakere sürecini sabote etmek için İsrail çoktan harekete başlamıştı” gibi saptırma ve çarpıtmalar yapılmıştı.

10 Ocak 2013 tarihli Yeni Şafak gazetesinin haberine göre İsrail’in PKK’ya Kuzey Irak’ta en büyük lojistik desteği veren isimlerden İsrail-Kürt Dostluk Derneği Başkanı Davud Dağıstani’yi İmralı görüşmelerine yönelik bilgi toplama nedeniyle Tel Aviv’e ‘acil’ koduyla çağırdığı yazılıydı. Oysa Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığına getirilmesine en şiddetli tepki İsrail’den çıkmıştı. Kamuoyunda Hakan Fidan’ı hedef alan haberlerin arkasında İsrail gizli servisi MOSSAD’ın parmağı vardı. Normal şartlarda Fidan’ın İsrail’in PKK’ya verdiği destekle ilgili gerçekleri açıklamak hususunda son derece iştahlı, hırslı ve cesur davranması lazımdı. Halbuki, Hakan Fidan sözde kendisinin en büyük düşmanı ve karşıtı olan İsrail’in PKK’ya verdiği desteği gizlemekle ne yapmaya çalışmıştı? Yapmaya çalıştığı şey çok açıktı. Amacı Büyükelçiler nezdinde İsrail’i korumak ve aklamaktı” yorumlarından sonra çok farklı ve aykırı yaklaşımlar savunulmaya başlansa da bunlar doğru bir mantıktı. İşte şimdi Avrupa ile yaşanan sözde referandum kapışmasını da işte böyle okumak lazımdı.

Ucuz ve uyuz kahramanlıklar yerine, Avrupa’ya onurlu ve şuurlu bir tavır takınılmalıydı!

Bunun ilk adımı olarak 21 yıldır ülkemizi açıkça sömürüp duran ve on milyarlarca dolar zarara uğratan GÜMRÜK BİRLİĞİ’nden hemen çıkmamız lazımdı!

İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO), Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) tam üyelik sürecinde Eylül ayında yarım yüzyılı geride bırakmaya yaklaştığını, üye ülkelerle Türkiye arasındaki Gümrük Birliği sonrası gerçekleşen dış ticaret açığının toplamda 221 milyar doları aştığını açıklamıştı. 2013’teki İSMMMO’nun “Türkiye-AB: Bitmeyen Senfonide 50 Yıl” adlı raporuna göre, AB yolunda en heyecan verici gelişme olarak görülen Gümrük Birliği ile dış ticarette verilen açık son beş yılda 100 milyar dolara yaklaşmış, toplamda ise 221 milyar doları aşmıştı. Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye kapitalizminin yarım asırlık hedefi yapılmıştı. 12 Eylül darbesi sonrasında tüm iktidarların paylaştığı neoliberal politikalar, 1996 yılında Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesiyle sonuçlandı. Türkiye’de sadece rahmetli Erbakan “Onlar ortak biz pazar” diyerek bu politikaya karşı çıkmış ve bazı solcular da buna sahip çıkmıştı. İSMMMO’nun raporuna göre Türkiye, Gümrük Birliği’nin imzalandığı 1996 yılını izleyen dönemde AB’ye ihracatta patlama yaşanacağını sanmış, ancak açıklanan verilerde tam tersi bir görüntüyle karşılaşmıştı. Türkiye, AB ülkeleri arasındaki ticari ilişkide sürekli eksi bakiye verip durmaktaydı. Dış ticaretteki negatif denge, son beş yılda hızla artmaktaydı. 1996-2009 arasında yıllık ortalama 10 milyar dolar seviyesinde açık verilirken, 2010 yılında bu açık 19,5 milyar dolar, 2011 yılında 28,8 milyar dolar, 2012 yılında da 28,2 milyar dolar olmaktaydı. Son beş yılın toplam açığı 100 milyar dolara yaklaşırken 2013 yılının ilk 5 aylık döneminde açık 12 milyar doları bulmuş, 1996 yılından 2013’ün Mayıs sonuna kadar verilen açık ise 221 milyar dolara ulaşmıştı. Bugün ise bu rakam tahminen 300 milyar dolar civarındaydı. Rapora göre Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişkilerin çarpıcı bir göstergesi de hem ithalatta hem de ihracatta, AB ülkelerinin payının göreceli olarak azalmasıydı. Türkiye, Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzalarken AB ile ticaretin artacağı ve taraflar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin en üst düzeye çıkacağı varsayılmıştı. Oysa veriler Türkiye’nin karşılıklı bağımlılığından ve zararından başka sonuç ortaya koymamaktaydı.

Gümrük Birliği ihanetinin sonuçları:

Avrupa Birliği, bugüne kadar kendi üyeleri dışında dört ülkeyle Gümrük Birliği anlaşması imzalamıştı: Andorra, Monako, San Marino ve Türkiye. Türkiye dışındaki üç ülkenin çok küçük ekonomiye ve nüfusa sahip olmaları, anlamlı bir üyelik dışı Gümrük Birliği anlaşmasının yalnızca Türkiye ile yapıldığını ortaya koymaktaydı. Türkiye dışındaki hiçbir AB adayı ülkenin böyle bir anlaşmaya yanaşmamasının nedeni, tek taraflı olarak AB’nin gümrük politikalarına tabi olunması ve bu nedenle ticaret hacminde büyük açık oluşmasıydı. Türkiye’nin 1959’da başlayan üyelik sürecinin başından beri gündemde olan Gümrük Birliği’nin AB’ye üyelikten önce başlatılması, Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP hükümetinin kararıyla alınmıştı. Dönemin hükümeti, Gümrük Birliği’nin ardından tam üyelik sürecinin yakınlaşacağı mesajı vererek kamuoyunda asılsız beklentilere yol açmıştı. Sonuçta kamuoyunda “Gümrük Birliği Kararı” olarak bilinen ve 6 Mart 1995 tarihinde kabul edilen Ortaklık Konseyi Kararı’nın altına, DYP-SHP koalisyon hükümeti imza atmıştı. Türkiye’nin AB ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmasının maliyetinin önümüzdeki dönemde daha da artması kaçınılmazdı. Özellikle AB ile ABD arasında görüşmeleri sürdürülen Serbest Ticaret Anlaşması’nın hayata geçmesi durumunda, Türkiye’nin ticaret açığında büyük bir artış olacaktı. Bütün bu tek taraflı korkunç kayıplara rağmen, AKP iktidarının 15 yıldır, bu konuda yararlı ve yapıcı bir adım atmaması, ucuz kahramanlığın daniskasıydı.

Peki halâ bu Gümrük Birliğinin olumsuz sonuçları niçin tartışılmazdı?

Oysa 1996’dan başlayarak Türkiye’nin AB ile dış ticaret açığı hızla büyümeye başlamıştı. Son yılların ortalaması yıllık 10 milyar dolara ulaşmıştı. Türk pazarı birdenbire AB’nin dünyadaki 6. büyük pazarı olup çıkmıştı. Türkiye imalat sanayiinin krizi de büyük ölçüde buna bağlıydı. Buna karşılık Türkiye’nin AB’ye ihracatı hiç artmamaktaydı. Zaten AB’ye ihracatımızın %65’ini tekstil sektörü oluşturmaktaydı. 1995’de anlaşma yapılırken, Türk tekstil sektörünün AB’ye ihracatında patlama bekleyenler yanılmıştı. Çünkü AB tekstili yeni tam üye yapacağı eski Doğu Avrupa ülkelerinden ve özel ilişki kurduğu Çin, Hindistan gibi ülkelerden yapmaktaydı. Dünya Ticaret Örgütü Antlaşmalarına göre 2005’te AB imalat sanayisinde bütün ülkelere karşı kotalarını kaldırmıştı. Bunun da Türk tekstilinin AB’ye ihracatını olumsuz etkilemesi kaçınılmazdı. Ayrıca yatırım için AB’den sermaye gelmemiş, hatta azalmıştı. Türkiye AB’ye bütün kapılarını açınca AB firmaları Türkiye’de fabrika kurmak yerine mallarını Türkiye’ye göndermeye başlamıştı. Hatta üçüncü ülkelere fason olarak ucuza yaptırdıkları malları da Türkiye’ye sokuyorlardı. Bu nedenle gelmekte olan yatırımlar 1996’dan itibaren azalmıştı. Yabancı sermaye daha çok gümrük duvarı var iken duvarı aşmak için o ülkeye yatırım yapardı. Son 15 yıl içinde Çin’de yapılan yabancı yatırım 125 milyar dolar gibi çok büyük bir rakama çıkmıştı. Bu sermaye gümrük duvarı olduğu için Çin’e kaçmıştı.

Üstelik AB bazı Kuzey Afrika ülkeleri ile (Tunus gibi) 1998’de serbest ticaret antlaşması yapmış; ancak Türkiye bu antlaşmadan otomatik olarak yararlanamamıştı. Türkiye AB içinde olmadığı için, Türkiye’nin de o ülke ile AB sistemine uygun ikili antlaşma yapması lazımdı. Bunun üzerine Türkiye Tunus’a başvurmakta; ama Türkiye’nin 1995’de AB ile yaptığı anlaşma Tunus’u bağlamadığından, Tunus Ankara’ya sıcak bakmamıştı. İşin daha da kötüsü Fransa, Tunus’a bu antlaşmaya yanaşmaması için baskı yapmıştı. Fransa rakip olduğu Türk mallarının gümrüksüz Tunus’a girmesine karşıydı. 1995 belgesinin tek yanlılığı her alanda Türkiye’nin aleyhine çalışmaktaydı. Başka bir örnek de 1998’de Türkiye Makedonya ile ikili imtiyazlı ticaret anlaşması yapmak istediğinde, Brüksel kendisinin henüz o ülke ile böyle bir antlaşması olmadığı için buna karşı çıkmıştı.

Ve yine Türkiye’nin 1995 belgesi ile yalnız AB çıkışlı imalat sanayi ürünlerini gümrüksüz ithali, buna karşılık AB dışı ülkelere AB’nin kendi tercihlerine göre koyduğu gümrüğü uygulamak zorunda kalması Türkiye’nin dış ticaretinde yapay bir sapmaya yol açmıştı. Aynı mal Japonya’da %10 daha ucuz, ancak %20 vergi koymak zorunda kaldığımız için gerçekte daha pahalı olan AB malı, vergi almadığımız için ucuz görünmekte, Türkiye döviz kaybına uğramaktaydı. AB’den ithal edilen gıda sanayii ürünlerinin Türk tarımını çok olumsuz etkilediği açıktı. AB kendi içinde Ortak Tarım Politikası ile tarımına yılda 50 milyar dolar sübvansiyon yaparken, bizde tarım giderek zayıflamaktaydı.

Bazı yandaş yazarlar bile: “Bitsin artık bu Avrupa hayali” demeye başlamıştı.

“Orada her gün sizin aleyhinize bir şeyler uyduracaklar… Ne kadar düşmanınız varsa onlarla işbirliği yapacaklar. Söz verecek, ama hiçbirini tutmayacaklar… Sürekli olarak sizi istemediklerine dair mesajlar verip duracaklar… Arkanızdan kuyunuzu kazmaya çalışacaklar… Zaman zaman da böyle küstahlaşacaklar… Ama siz halâ onlarla birlikte olmak için kendinizi paralayacaksınız. Ne yaparlarsa yapsınlar, sineye çekip oturacaksınız. Böyle bir ilişki elbette olmazdı… Yani, AB ile ilişkilerin yürümesi imkânsızdı. Üstelik, onlar da biz de durumun farkındayız. Buna rağmen, itiş-kakış, kavga-dövüş, yalan-dolan bir ilişkiyi uzatıp duruyoruz. Olmayacak bir işi oldurmaya çalışıyoruz. İmkânsızı mümkün hale getirmeye uğraşıyoruz. Bakın bugün halkoylaması öncesi “Evet mi yoksa hayır mı önde?” diye tartışıyoruz. Oysa biz bunu AB ile ilişkiler için yapsaydık… Vatandaşın önüne bir sandık koyup, “Tamam mı yoksa devam mı?” diye sorsaydık…[2] (Daha iyi ve daha demokratik olmaz mıydı?)

Bu arada PYD ABD desteği ile Münbiç’te “Sivil Yönetim” kurmuşlardı!

Türkiye Avrupa ile horoz dövüşü yaparken terör örgütü, PKK’ın, Suriye kolu PYD, ülkenin kuzeyinde bulunan Münbiç ilçesinin idaresini üstleneceğini iddia ettiği bir sözde “sivil yönetim” oluşturmuşlardı. Münbiç’teki gelişmeler ilk olarak, Suriye-Türkiye sınırındaki Kobani (Ayn el-Arab) ilçesinde terör örgütü PYD/PKK’nın sözde sorumlusu Ewwas Eli’nin, Rus basınına yaptığı açıklamayla ortaya çıkmıştı. Eli, Münbiç’te örgütün “özerk yönetim kuracağı”nı açıklamıştı. Ardından, terör örgütünün paravan kuruluşlarından Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından Münbiç’te tertiplenen organizasyonda, günlük hizmetleri sağlayıp yönetimi üstleneceği iddiasıyla sözde sivil yönetim kurulduğu vurgulanmıştı. Açıklama, örgütün sosyal medya hesaplarından yazılı olarak yapılmıştı. Türkiye’ye yönelik karalayıcı konuşmaların yapıldığı toplantıda, ABD’ye teşekkür yağdırılmıştı.

ABD ile PYD/PKK, terör örgütü mensuplarının ilçedeki varlığını Türkiye’nin tepkileri nedeniyle “SDG” ve “Münbiç Askeri Meclisi” gibi isimler ardına saklamaya çalışmaktaydı. Örgüte askeri yardımları devam eden ancak bunu inkâr eden ABD’nin özel kuvvetleri, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Özgür Suriye Ordusu’nun Münbiç’e yönelmesinden endişe ederek ilçenin kuzeyinde set oluşturmaya başlamıştı. ABD ile koordineli hareket eden Rusya da örgüt ve Beşşar Esed rejimine arabuluculuk yaparak, Münbiç’in batısındaki Fırat Kalkanı güçlerinin önünde rejim güçlerinin set kuracaklarını duyurmuşlardı. Böylece Münbiç’teki terör örgütü varlığı, Fırat Kalkanı’na karşı ABD, Rusya ve Esed rejiminin korumasına alınmıştı.

Irak’ta Anbar’a da iki bin işgalci taşınmıştı.

ABD işgali altındaki Irak’ın batısında bulunan Anbar şehrine iki bin ABD askerinin yerleştiği anlaşılmıştı. Gereken silah ve askeri malzemenin gelmesinin ardından askeri harekâtın çok yakın zamanda başlayacağı açıklanmıştı. Irak ordusuna mensup adı açıklanmayan bir albay, işgalci ABD askerlerinin uluslararası koalisyon güçlerine katılmak üzere, Anbar vilayetinin merkezindeki Ramadi’nin “AynelEsed” üssüne geldiğini aktarmıştı. Bu kuvvetlerin, bölge ve Anbar’ın batı kesimini Suriye sınırına kadar DEAŞ’tan temizlemek bahanesiyle yapılacak operasyonlara katkıda bulunacağı anlatılmıştı. Gereken silah ve askeri malzemenin gelmesinin ardından askeri harekâtın çok yakın zamanda başlayacağı vurgulanmıştı.

Bir günde 11 bin kişi evini terk etmek zorunda kalmıştı.

Bir taraftan Irak askerlerinin evlerini bombalaması, diğer taraftan koalisyon güçlerine ait uçakların havadan bombalamasıyla iki ateş arasında kalan Musul halkı, ölüm tehlikesi altındaki şehirden kaçmaya başlamıştı. Bir gün içinde evlerini terk edip Irak ordusuna sığınan mültecilerin sayısı 11 bini aşmıştı. Irak Göç ve Göç Ettirilenler Bakanlığı, Musul’un batı kısmındaki mültecilerin sayısının yüz bini aştığını, mültecilerin Tikrit’in kuzeyinde Selahaddin şehrindeki çadır kentlerde barındırıldığını açıklamıştı. Çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan mülteciler Musul’un batı kısmındaki Hamam Alil’de toplanmıştı. Yani böylece Barzani amacına ulaşmıştı!

“Petrol mücadelesi Kerkük’ü yangın yerine çevirir” uyarıları yapılmıştı.

Irak Türkmen Cephesi (ITC) Başkanı Erşet Salihi, Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne (KYB) bağlı Peşmerge güçlerinin Kerkük petrol kuyularındaki işgalinin sürdüğünü belirterek, “Bu yakın gelecekte Kerkük için idari, ekonomik, siyasi bir tehlike ve savaş sinyali demektir” uyarısında bulunmuşlardı. Salihi, siyasi parti ve koalisyonların KYB’nin petrol kuyularını işgaline sessiz kaldığına dikkati çekerek “Bağdat yönetimi ve Başbakan Haydar el-İbadi, Kerkük petrollerinin İran üzerinden ihraç edilmesi için KYB ile işbirliği yapıyor” ifadelerini kullanmıştı. Yandaş başı Dilipak’ın halâ: “ABD kazdığı çukura düşecek” avutması ise boşunaydı!

ABD Suriye ve Irak’ı işgal edip, Kürdistan’ı resmileştirmeye çalışırken, AKP yandaşları kendi halkını avutma ve aldatma telaşındaydı. “Söylüyorum, ABD kazdığı çukura düşecek. Irak’a niçin girdi, PKK ile hangi gaye ile ortaklık kurdu ise, işte onu kaybedecek, dahası bu iş ona tahmininden daha pahalıya patlayacak… ABD’nin FETÖ projesi de çöktü, PKK projesi de… Ve bundan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… ABD Irak’ı işgal ettiği günlerde, bölgedeki ajanları vasıtası ile seçilmiş kişilerden olan on binlerce Peşmergeyi ABD’ye götürmüştü… Aslında bunların arasında Ezidiler, Hristiyanlar ve eski ABD yandaşları da vardı. O gün doğan çocuklar bugün 20 yaşlarında ve artık onlar Amerikan vatandaşıydı” diyen Dilipak gerçekleri gizleyip günü kurtarma edebiyatı yapmaktaydı.


[1] Özgür Mumcu: “Kandırmak” Cumhuriyet’ten düzeltme ve özetle

[2] Emin Pazarcı – Akşam – 12 03 2017

https://www.millicozum.com/mc/mayis-2017/2017-04-26-13-05-04

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi