ATATÜRK GERÇEĞİNİ, NİÇİN VE NASIL ARAŞTIRMAYA BAŞLADIK?
Aile çevremiz ve büyüklerimiz (Elazığ Alişam’lı âlim Ömer Efendi ve Mürşidi Kamil Bekir Efendi ki; bu şahsiyetlerin her ikisi de Harputlu meşhur Beyzade Hz.lerinin halifeleriydi) gibi zatların, civardaki genel kanaatinin aksine, Mustafa Kemal’e hüsnü zan ve hürmet duymalarına ve Onun kaderi ilahinin yönlendirmesiyle Milli Mücadeleyi başarıp Cumhuriyeti kurduğuna inanmalarına rağmen daha sonraki ilk gençlik yıllarımızdaki fikri yapımız: “Atatürk’ü kâfir sayan ve Onu Deccali Süfyan olarak tanımlayan” ortamlarda şekillenmeye başladı. Bu kesimlerde “Atatürk’e düşmanlık, imanın şartı gibi” algılanırdı. Eski öğretmen okulu yıllarımız ise, gelenek ve taklit sonucu oluşan, imani, İslami, tarihi ve siyasi her türlü düşünceyi sorgulama ve araştırıp tartışma fırsatı sağlamıştı. Devamlı okuma, öğrendiklerim üzerinde kafa yorma, her konudaki bilginin kökenine ve gerçeğine ulaşmaya çalışma merakı ve çabası, bir Üniversiteyi bitirme arzularımı bile köreltip, bunu gereksiz ve yetersiz bulma noktasına taşımıştı. Medrese tarzı Kur’an-ı Kerim’i, temel dini kaideleri ve genel ilmihâl bilgilerini küçük yaştan itibaren öğrenmiş olmamız, Osmanlıca eserleri okuyup yazma imkânımız; sürekli araştırma yapmamız da bize önemli bir kolaylıktı. Mustafa Kemal’le ilgili, böylesine karmaşık ve pek çok yönleri karanlık ham bilgi yığınlarını ve ithama dayalı basmakalıp yargıları, bir vicdan ölçeğine göre hikmet süzgecinden geçirme, bu konuda doğru ve doyurucu bir kanaate erişme gayemiz ve gayretimiz ise otuz yaşından sonraydı. Buna da özellikle Erbakan Hocamızın tavrı ve 12 Eylül askeri savcılarının iddiaları yol açmıştı.
Bir bilim adamına ve gerçekleri araştıranlara yakışan: a) Bir konuda lehte ve aleyhte yazılan her bilgiye ulaşmak, b) Bunları akli ve nakli terazilerde tartıp genel bir tarama yapmak, c) İlmi ve vicdani kanaatine göre vardığı sonuçları her tarafta tartışmak ve olgunlaştırmak, d) Nihayet kendisinde oluşan “doğru yargıları”, asla kınanma ve dışlanma korkusuna kapılmadan savunmak ve sahip çıkmaktır.
1970’lerden itibaren fikren ve fiilen, Erbakan Hocamızın başlattığı Milli Görüş hareketine ilgi göstermeye ve destek vermeye çalışmıştık. Ardından öğretmenlikten ayrılıp davanın gençlik yapılanmasında görev almış, artık Hocamızın konferans, seminer ve mitinglerini kaçırmamaya uğraşmış, biz de bu yöndeki sohbet, seminer ve konferanslarımızı yoğunlaştırmıştık. Gençlerimizin bozuk ve Batıl düşünce akımlarına kapılmaması, Milli ve manevi değerlerle eğitilip donatılması ve sağ-sol gibi yıkıcı ve yozlaştırıcı kamplaşmaların ve kapışmaların dışında tutulması için çabalayıp çırpınırken 12 Eylül 1980 askeri darbesi yaşanmıştı.
Daha önce 12 Mart askeri müdahalesiyle Milli Nizam Partisi (MNP) kapatılmış, yerine kurulan Milli Selamet Partisi (MSP) de 12 Eylül darbesiyle kapatılmıştı. Erbakan Hoca ile 33 arkadaşı “Partiyi paravan olarak kullanıp ülkeye şeriat düzeni getirmeye çalışmak” iddiasıyla askeri mahkemelerde yargılanmaya başlanmıştı. Ankara Mamak’taki askeri kışla içinde özel hazırlanan binalarda görülen ve 4.5 yıldan fazla süren ve yaklaşık 1 yıl kadarı hapiste geçirilen; bazen haftada iki defa, bazen ayda üç dört defa devam eden bu mahkemelerin, bir iki tanesi hariç, hemen hemen tamamına katılmıştık. Hak bir dava uğruna ve tamamen haksız ve dayanaksız itham ve iddialarla yargılanan Hocamızı ve arkadaşlarını, böyle bir süreçte yalnız bırakmak, inancımıza da vicdanımıza da aykırıydı. Elbette hukuki ve resmi bir yardımımız dokunamazdı, ama hiç değilse, mahkeme salonunu her defasında doldurmak üzere davamızın ve Aziz Hocamızın sahipsiz olmadığını göstermek ve psikolojik bir moral desteği verebilmek gayretiyle ve 800 km’lik mesafeden ve kar-kış demeden her hafta yetişmek suretiyle, böyle bir hizmeti lütfeden Cenab-ı Hakk’ın inayeti bu çileli yolculukları bize kolaylaştırmıştı.
..
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ…