‘‘ARAP BAHARINA’‘ BOP PENCERESİNDEN BAKMAK!..
Aldığımız duyumlara göre, Mısır’daki Askeri Konsey, bizim mevcut Anayasamızı isteyip Arapçaya tercüme ettirmiş, yapılan değişiklik ve düzenlemeleri ve AKP’nin tecrübelerini de dikkate alarak, yeni Mısır anayasasını hazırlama çalışmaları başlatılmıştır.[1] Yani Arap Baharı, BOP’un yeni bir aşamasıdır.
Bu arada bizdeki AKP hükümeti ve Cemaat gibi, şimdi Mısır’da da ‘‘İhvanı Müslümin’i-Müslüman Kardeşler’i’‘ ılımlaştırma ve Siyonist dünya düzeniyle uyumlaştırma çabaları yoğunlaşmıştır. Sözde ve zahirde, İsrail ve ABD’ye atıp tutan, ama özde ve fiilde İsrail’in çıkarlarına, Amerika’nın küresel ve bölgesel politikalarına uygun davranan bir ‘‘ılımlı ihvan’‘ hazırlıkları son aşamadadır. Muhammed Mursi’nin kazandığı seçim sonuçlarını, önce erteleme ve ‘‘istersek iptal ederiz’‘ tehdidiyle gözdağı verme, ardından ’‘unutma, seni halk seçti, ama cumhurbaşkanlığı makamına biz getirdik’‘ pozisyonlarına girme senaryoları, bu tezgâhın birer parçasıdır.
Muhammet Mursi, Cumhurbaşkanlığını kazandıktan sonra Tahrir Meydanında yaptığı konuşmada, İsrail ve ABD’yi ağzına bile alamamıştır. Hatta Askeri Konseyi bile açıkça eleştirmekten sakınmıştır. Mursi ‘‘Mısır’a yönelik saldırıların yanıtsız kalmayacağı ve hiçbir ülkenin taşeronluğunu yapmayacağı’‘ gibi imaen konuşmak zorunda kalmıştır. Üstelik Muhammet Musri, ne İsrail’le yapılan Camp David anlaşmasına ve ne de Gazze ablukasına bir kelime olsun değinmeyerek, halkını ve kendisine umut bağlayanları hayal kırıklığına uğratmıştır.[2]
Kürtçü ve AKP destekli ideolü Kemal Burkay’ın: ‘‘Suriye 1-Sünni bölgesi, 2- Nusayrı-Hıristiyan bölgesi, 3- Kürt bölgesi diye üçe ayrılacaktır’‘ itirafları üzerinde nedense hiç durulmamıştır.
Suriye’nin stratejik önemi ve tarihi mirası
‘‘Suriye, Ortadoğu bölgesinin en önemli stratejik konuma sahip bulunmaktadır. Suriye’ye hâkim olunmadıkça hiç kimse gerçek anlamda Ortadoğu’ya hâkim olamayacaktır. Tarih boyunca tüm büyük imparatorluklar, Suriye için savaşmışlardır. Örneğin dünyanın ilk yazılı antlaşması olan Kadeş antlaşmasının konusunu da Suriye oluşturmaktadır. Hitit ve Mısır’dan başlamış, Romalılar, İslam devletleri, Osmanlılar ardından Fransız ve İngilizler burası için mücadele yapmışlardır. Anadolu’nun güvenliği Suriye’den başladığı gibi Mısır’ın güvenliği de Suriye’den başlamaktadır. Suriye’ye egemen olan bir güç, bu iki bölgeyi de tehlikeye sokacaktır. Filistin bölgesinin ve Kudüs’ün güvenliği de Suriye’den başlamaktadır. Selahattin Eyyubi, Mısır ve Suriye’ye egemen olduktan sonra ancak Kudüs’ü haçlılardan kurtarmıştır. Bu iki bölgeye egemen olan güç Filistin’e egemen olur. Bugün Yahudilerin arzı me’ud yani vaad edilmiş topraklar kavramı aslında dini olmaktan çok stratejik bir durumu hatırlatır. Filistin’de kalıcı olmak isteyen bir devlet Fırat ve Nil arasındaki toprakları elinde bulundurmak zorundadır. Ya doğrudan veya dolaylı olarak bu bölgeyi egemenliğine almadığı sürece Filistin’de barınması imkânsızdır.
Haçlılar bile Kudüs’e sefer düzenlediklerinde önce Suriye bölgesinin stratejik noktalarını almış, ardından Kudüs’ü kuşatmışlardır. Hatta Urfa’nın Müslümanların eline geçmesi üzerine Kudüs tehlikeye düştü diyerek ll. Haçlı seferi yapılmıştır.
Günümüze gelindiğinde de durum aynıdır ve Suriye stratejik konumunu hala korumaktadır. Suriye İslam dünyasının Stratejik merkezi olmak yanında Arap ve İslam dünyası açısından dini, kültürel ve entelektüel merkezi konumundadır.
Suriye’nin komşularına baktığımızda da Suudi Arabistan, Irak, Mısır ve Türkiye arasında bir konumdadır. Suriye’yi kendi etki alanına çekebilen bir güç bölgede kendi konumunu güçlendirmiş olacaktır. Bütün bunlara rağmen Suriye’yi asıl etkin kılan İsrail ile olan konumundan kaynaklanır. Suriye’nin İsrail’e komşu olması, Ürdün ve Lübnan üzerindeki etkisi, Filistin’deki örgütler üzerindeki nüfuzu onu güçlü kılmaktadır. Suriye Siyonist devlete karşı en önemli cephe durumunadır. Bu durum, Suriye ile ilgili planların süreklilik arz etmesine de yol açmaktadır. Suriye ile Filistin halklarının kaderi geçmişte de olduğu gibi bu gün de ortaktır. Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin bölgesi büyük Suriye’yi veya diğer bir deyişle bilad-ı Şam’ı oluşturmaktadır. Emperyalist devletler, böylesine büyük bir Suriye’nin oluşmaması için her türlü çabayı harcamıştır. Bölünmüş bir Suriye onların nüfuz alanlarına girmesine neden olurken, büyük ve bağımsız Suriye, süper güçlerin bölgede etkinliklerini kıracaktır. Suriye’nin parçalanması, Filistin’de İsrail devletinin kurulması projesi ile birlikte ele alınmalıdır. Bu konuda Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve Birleşmiş Milletler ortak karar almıştır. Çünkü bu bölgede İsrail’in yaşaması için bu elzem sayılmıştır.
Batılı devletler, İsrail’e karşı Arap ülkelerine, sınırları ve etki alanları kendileri tarafından belirlenmiş silahlar satarak büyük paralar kazandırırken, Arapların yerli sanayi kurmasını da engellemiş olmaktaydı. Satılan silahların yedek parçaları, ekipmanları, uzmanları da batılılar tarafından karşılanarak yeni bir sömürgecilik uygulaması başlatılmıştı. Suriye’de İslam’a dayanan bir rejimin kurulmaması için Batılılar bütün güçleriyle seferber olacaklardır. Müslümanlar, bu oyundan ancak Hakkı esas alan ve halka dayanan gerçek idareciler eliyle kurtulabilecekleri gün gibi aşikârdır.
Suriye kendi kendine yeten bir ülke olup, dış borcu olmayan belki de dünyadaki tek devlet konumundadır. Bir ülkenin borcunun olmaması, onun Batılı devletler karşısında elinin rahat olmasını sağlamaktadır ve daha özgür politikalar göstermesine neden olmaktadır.’‘[3]
Suriyeli Kürt Liderin feryadı!
Kürt Ulusal İnisiyatifi’nin (KUİ) Suriye Halk Meclisi’ndeki milletvekili Ömer Ossi, Suriye’nin kantonlara ve federasyonlara bölünmek istendiğini, AKP’nin ise bu ‘‘yol haritası’‘nı uyguladığını hatırlatmıştı.
Rudaw isimli haber sitesinin sorularını yanıtlayan Ossi, ’‘Şu anda ülke içindeki veya dışındaki muhalefetin Kürt sorununa yaklaşımı geçmiş hükümetlerden daha yanlıştır. İstanbul merkezli Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) Suudi Arabistan ve NATO tarafından Suriye’ye askeri müdahale yapılması için kurulmuştur, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise yol haritasını uygulamaktadır. Muhaliflerin ve destekçilerinin tüm Suriyelileri hedef aldığını belirten Ossi, ‘‘Suriye’yi kantonlara ve küçük devletlere ayırmaya çalışıyorlar’‘ diyerek, Kürt siyasi partilerini muhaliflerden uzak durmaya çağırmıştır.
Siyonist Mofaz, Erdoğan ağzıyla konuşmaktaydı!
İsrail yönetimi Suriye konusunda Başbakan Tayyip Erdoğan gibi konuşmaktaydı. İsrail Başbakan Yardımcısı Şaul Mofaz, Batı’nın ABD liderliğinde Suriye’ye müdahale etme çağrısı yapmıştı.
AKP hükümeti gibi İsrail yönetimi de arka arkaya Suriye’ye müdahale açıklamaları yapmaya başlamıştı. İsrail Başbakan Yardımcısı Mofaz, Suriye’de devam eden olayları ‘‘soykırım’‘ olduğunu iddia ederek, Rusya’nın Suriye yönetimini ve Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı desteklemesine karşı çıkmıştı. İsrail Ordu Radyosu’na konuşan Mofaz, dünya güçlerinin Suriye yönetimine gerekli cevabı vermediğini ileri sürüp ‘‘Libya’daki gibi müdahale olmalı ve Esad yönetimi mutlaka ayrılmalıdır. ‘‘Ancak biz bu olaya bazı nedenlerle karışamayız. Fakat Batılı ülkeler ABD liderliğinde Suriye’ye müdahale etmeli’‘ ifadelerini kullanmıştı.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da daha önce bakanlar kurulu toplantısının açılışında yaptığı konuşmada, ‘‘Dünya şer eksenini iyi tanımalıdır: bunlar Suriye, İran, Hizbullah’tır’‘ demiş, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez ve Mofaz gibi Suriye’ye uluslararası müdahale talebini tekrarlamıştı. Netanyahu, ‘‘Suriye’deki katliamı Suriye hükümetinin tek başına yapmadığını, bunda İran ve Hizbullah’ın yardımı olduğunu’‘ vurgulamıştı.
Suriye’ye ‘‘kimyasal silah tertibi’‘ hazırlanmaktaydı!
Suriye’de örtülü operasyonları artıran CIA’nın çok tehlikeli bir provokasyona hazırlandığı ortaya çıkmıştı. CHP Milletvekili Refik Eryılmaz, İsrail’de yapılan yayınlara ve Rusya’nın uyarılarına dikkat çekerek:
BM’den istediği kararı çıkaramayan ABD’nin Suriye’de örtülü operasyonları bir ileri aşamaya çıkarmaya çalıştığını ve Irak işgaline ‘‘kimyasal silahları’‘ gerekçe gösteren ve 1.5 milyon Müslümanı öldüren zalim güçlerin ve müttefiklerinin, şimdi de Suriye’de ‘‘kimyasal silah provokasyonuna’‘ hazırlandıklarını hatırlatmıştı.
‘‘MİT’in hayalet konferansı’‘ ne amaçlıydı?
Milli İstihbarat Teşkilatı MİT, 4-5 Haziran tarihlerinde ‘‘İstihbarattan Karar Almaya: Politika Yapımı için İstihbarat Analizi’‘ başlıklı bir konferans hazırlamıştı. Nerede düzenlendiği ve kimlerin katıldığı bir sır gibi saklanan konferansa dair ilk bilgileri, kendisi de katılımcı olan Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi ORSAM Başkanı Hasan Kanbolat’ın yazdıklarından anlaşılmıştı.
9’u yabancı 21 istihbarat uzmanının katıldığı konferansa bakanlıklar, Genelkurmay ve Emniyet ile güvenlik bürokrasisinden ve savunma sanayi şirketlerinden üst düzey katılım sağlanmıştı. Konferansta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan birer konuşma yapmıştı.
Hakan Fidan’ın: ‘‘Türkiye, düzen kurucu roldedir’‘ sözleri kafa karıştırıcıydı. Kuşkusuz Fidan’ın sözleri, Davutoğlu’nun üç yıl önce tarif ettiği genel rolleriyle uyuşmaktaydı: ‘‘ABD ile ilişkilerimizde önümüzde altın bir işbirliği dönemi var. Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak.’‘ (AA, 21 Mart 2009)
Suriye’deki muhalifleri MİT mi silahlandırmıştı?
ABD adına ‘‘düzen kurma’‘ faaliyetlerinde rol aldığı anlaşılan MİT’in ‘‘Uludere’ye bombayı ertesi sabah duymuş’‘ olması şaşırtıcıydı. Zira Milli bir istihbarat teşkilatı, normalde öncesinden, hadi en azından ilk günden ABD’nin Türk Ordusu’nu tuzağa düşürme amaçlı istihbarat verdiğini saptamalıydı!
Ve çok daha tehlikeli bir durum, Independent gazetesinin dile getirdiği iddiadır. Justin Vela’nın haberine göre Suudi Arabistan ve Katar, Türkiye üzerinden rejim karşıtı ‘‘Özgür Suriye Ordusu’‘na silah temin etmekte ve teslimat MİT tarafından yapılmaktadır. Gazeteye konuşan Batılı bir diplomatın, silah yardımının yalnızca ABD güdümüne alınmış ve ılımlaştırılmış Suriyeli Müslüman Kardeşler grubuna yapıldığına dikkat çekmesi çarpıcıydı.
‘‘ABD’li senatörler John McCain ve J. Lieberman, Abdullah Gül’le görüştükten sonra Hatay’a gitti ve sınırı teftiş etti! İkili, Suriyeli muhaliflerle de içeriği açıklanmayan görüşmeler yaptı. İkilinin Türkiye ziyaretinden sonra Foreign Policy’de yer alan şu satırlar Ankara’da yalanlanmadı: ’Türk yetkililer, McCain ve Lieberman’a silahların sınırların ötesine akışına izin vermeye gönüllü olduklarını belirttiler.’‘[4]
‘Akil adamlar’ ve ‘bölünme anayasası’ aynı paketin parçaları
Oslo ittifakının önü Uludere ile mi açılmıştı?
Uludere’de 34 kişinin ölümü ile ilgili sonuçlanan olaydan sonra Türkiye’de birçok enteresan gelişme yaşanmıştı. Uludere olayı ile ilgili tartışmalar sürerken, TBMM Uludere Araştırma Komisyonu’na gönderilen dosyada MİT’in olaydan daha sonra haberdar olduğunu söylemesi şaşırtıcıydı. Dosyadaki bu açıklama ‘‘istihbarat milli kaynaklardan’‘ iddialarını çürütürken, TBMM’ye gönderilen dosyada bölgede ABD’nin silahlı insansız hava araçlarının dolaştığı da bir kez daha doğrulanmıştı.
Amerika’da yayınlanan bir gazetenin ’‘Uludere’de istihbaratı Amerika verdi’‘ açıklamasını Pentagon yetkilileri, ‘‘sızma’‘ olarak değerlendirirken, Uludere olayından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik saldırıların artması, olayın sorumluluğunun Türk Ordusuna yıkılmaya çalışılması tuzağın amacını da ortaya koymaktaydı.
Uludere olayından sonra yaşanan gelişmeleri yorumlayan siyasi gözlemciler ve bölge uzmanları ‘‘Uludere, akil adamlar ve bölünme anayasasının’‘ aynı paketin parçaları olduğunu vurgulamışlardı. ‘‘Akil adamların’‘, ‘‘Erdoğan-Kılıçdaroğlu ittifakının’‘ ve ‘‘Bölünme anayasasının’‘ taşlarının Uludere olayı ile döşenmeye başladığını hatırlatmışlardı. ‘‘Uludere olayı’‘ ile ‘‘Bölünme anayasası takviminin açıklanmasının’‘ aynı zamana denk gelmesi de dikkatlerden kaçmamıştı.
Bölge uzmanları ve siyasi gözlemcilerin değerlendirmelerine göre Uludere tuzağından sonra yaşanan gelişmeler şunlardı:
PKK ve BDP tecritten nasıl kurtulmuşlardı?
PKK ilk kez 2011 yılı kış aylarında kuvvetlerini Kandil’e geçirmeyerek Türkiye’de bıraktı. Güvenlik güçleri de bu durumu değerlendirerek her yıl baharda yapılan operasyonları erkene alarak kış aylarında geniş kapsamlı operasyonlara başladı. PKK zor durumda kalmıştı ki Uludere tuzağı hazırlandı. Hemen Türk ordusu suçlandı. Başta F tipi cemaat olmak üzere bütün Amerikancı çevreler bu olayı kullanarak saldırıya geçince tecrit durumundaki PKK ve BDP Uludere’den sonra rahatladı. Siyasilerin ‘‘Uludere turu’‘ başladı.
Uludere olayından sonra halkın ‘‘Bölünme anayasası’‘ olarak adlandırdığı yeni anayasa için çalışmalar hızlandırıldı. AKP de, CHP de, MHP de, BDP de ‘‘ellerini taşın altına koyduklarını belirterek, ‘‘masadan kalkmayacaklarını’‘ ısrarla açıklamıştı.
İslam coğrafyasındaki ve özellikle Ortadoğu’daki ‘‘Demokrasi havaları ve Arap Baharları’‘, maalesef BOP hedefinin jelatinli kılıflarıydı. Lütfen hatırlayalım ve hafızamızı zorlayalım:
Sadrettin Karaduman’ın tespitleri önemli ve anlamlıydı!
‘‘Cezayir’de Aralık 1991 yılında yapılan genel seçimlerin ilk turunu yüzde 55 oy oranıyla İslami Selamet Cephesi (FİS) kazanmıştı. İkinci turda oyların yüzde 80’ini alacağı konuşulmaktaydı. Seçimlere bir hafta kala Fransa’nın desteğiyle ordu yönetime el koymuş, seçimler iptal edilmiş, genel başkan Abbas Medeni ve parti yöneticileri tutuklanmış, bilahare parti kapatılmıştı. Oluşan kaos ortamında 300.000’den fazla insana kıyılmış ve ülke tam bir felakete ve sefaletin kucağına atılmıştı.
Bu kargaşadan sonra 5 Haziran 1997’de yapılan ilk seçimleri aslında Mahfuz Nahnah liderliğindeki Toplumsal Barış Partisi kazanmıştı. Kendi ifadelerine göre yüzde 69 oy almalarına rağmen Fransızlarla işbirliği yapan askeri rejim pazarlık sonucu hem farklı bir netice açıklamış, (yüzde 25) hem de, milletvekili sayısının yaklaşık üçte ikisini ellerinden almıştı. Ayrıca bu partiyi eli kanlı hükümete ortak olmaya zorlamıştı. Ülke barışı adına bu şartlara evet diyen Nahnah’ın partisi koalisyon ortaklığında yıpratılmış ve bir sonraki seçimi kazanamamıştı. Medeni’nin partisi rejimle uzlaşmadığı için yıpratılmış, Nahnah’ın partisi de rejimle uzlaştığı için karalanmıştı. Şimdi, Cezayir’de her iki partinin de esamesi okunmuyor artık.
Gelelim Mısır seçimlerine: Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek, Tahrir Meydanı’nda 18 gün süren gösterilerin ardından 11 Şubat 2011’de görevinden ayrılmış, ABD kırk yıllık kuklasını harcamıştı. Giderayak yetkilerini orduya devrettikten sonra gerçekleşen istifayla 30 yıllık korku rejimi de yıkılmıştı. Halk ayaklanmasından yaklaşık bir yıl sonra yapılan seçimi Müslüman Kardeşlerin Partisi kazanmıştı. Geçtiğimiz 14 Haziran günü Mısır Anayasa Mahkemesi aldığı bir kararla parlamentoyu dağıtmıştı. Ayrıca Cumhurbaşkanının neredeyse tüm yetkilerini elinden alan yeni bir Anayasa yayınlanmıştı.
Bu Anayasayla Cumhurbaşkanı’nın yetkileri Mübarek kalıntısı askeri konseye aktarılmıştı. Yeni anayasanın ilanı, oy verme işlemi bitip sandıkların kapanmasından 20 dakika sonra yapılmıştı. Halk yeniden Tahrir meydanına yığılmış ve bu haksız uygulamalara karşı çıkmıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimini Müslüman Kardeşlerin adayı Muhammed Mursi’nin kazanacağı belli olunca bu hareketlilik yaşanmıştı. Bu gelişmeler, Mısır’da yeni krizlerin kapıda olduğunun açık bir göstergesi sayılmalıydı.
Bizler aslında bu duruma yabancı değildik. 1992 yılında Cezayir’de yaşananlar, 1997’de ABD Yahudi Lobileri destekli derin devletin tezgâhladığı “28 Şubat” uygulamalarıyla Türkiye’de Erbakan iktidarına karşı yaşanmıştı.
Anlaşılıyor ki; “Arap Baharı”nın gelmesiyle açan özgürlük çiçekleri (!) çabuk solacaktı. “Demokrasi”, “halkın iradesi”, “seçim”… Bunların hepsi palavraydı: Önce Küresel Krallar karar alır, aldıkları karar gereği birilerini öne çıkarır, şayet halk öngörülenin dışında hareket eder ve kendi tercihini yaparsa, işte o zaman ortalık karışırdı. Önce, gücü elinde tutanlar çıkardıkları yasalarla yetkilerini artırır, her şeyi sil baştan yeniden dizayn eder ve yeni aktörleri devreye sokmak suretiyle halkın asıl partilerini devre dışı bırakırdı. Sonra da halk seçimi kendi özgür iradesiyle yaptığını zannedip oyalanırdı.
İşte farklı İslam ülkelerinden sonuçları aynı olan seçim manzaraları… Önce Cezayir, sonra Türkiye, Şimdi de Mısır… Sudan’da yaşananlar da farklı sayılmazdı. Senaryo aynıydı. Farklı olan, aktörler ve ülkelerdi.’‘
İsrail Ilımlı İhvan’la anlaşmaya hazırdı!
İsrail’in eski savunma bakanlarından ve Knesset üyesi Binyamin Ben-Eliezer, Ortadoğu’yu etkisine alan Arap Baharı’na atıfta bulunarak, ”Ilımlı ve barışçı Müslüman Kardeşler ile diyalogdan başka seçeneğimiz yok. İsrail’e nefretle bakan aşırılık yanlılarının ortasında kaldık” açıklaması oldukça anlamlıydı. Ben-Eliezer, İsrail’e, Ortadoğu’da yükselen İslami hareketlerle diyalog kurması çağrısında bulunmaktaydı. Mısır’ın devrik lideri Hüsnü Mübarek ile yakın ilişkileriyle tanınan Ben-Eliezer, İsrail radyosuna yaptığı açıklamada, Hürriyet ve Adalet Partisi adayı Muhammed Mursi’nin Mısır cumhurbaşkanı seçilmesini değerlendirirken de ’‘bazı endişeler taşıdıklarını, ama umutlu olduklarını’‘ vurgulaması enteresandı.
Ben-Eliezer, bununla beraber İsrail yönetiminin Mısır’ın yeni lideriyle ilgili tavrını belirlerken acele etmemesi gerektiğini hatırlatıp: ”Yeni cumhurbaşkanının ne yapacağını görmek için beklememiz gerekiyor” diyerek Mursi’nin, Mısır ordusunun İsrail ile güvenlik alanındaki işbirliğine devam etmesine izin vereceğini ve bununla ilgili olumlu bilgiler edindiklerini açıklamıştı.
”Müslüman Kardeşler ile diyalog başlatmak için bir yol bulmaktan başka seçeneğimiz yok. İsrail ile barışın devam etmesinin, en az bizim kadar Mısır’ın da çıkarına olduğunu anlaması konusunda Mursi’ye yardım etmemiz gerekiyor.” Sözleri ise yeni dönemle ilgili ipuçları taşımaktaydı.
Siyonist Brzezinski’nin İsrail kuşkuları!
Peki, eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Yahudi Zbigniew Brzezinski, Batı ülkelerini, Suriye’ye dış müdahalenin ‘‘ölümcül etkileri’‘ olabileceği yolunda neden uyarmaktaydı?
1976-80 yılları arasında Jimmy Carter’in güvenlik danışmanlığını yapan, Barack Obama’nın dış politikasının oluşumunda da katkıları bulunun Brzezinski, MSNBC televizyonunun ‘‘Morning Joe’‘ programında: ’‘Gelinen noktada, Suriyelilerin çoğunluğunun Beşar Esad yönetiminden desteğini çektiğini düşünmüyorum. Gerçekte ayaklanmanın sınırlı olmasını, durumun daha karmaşık olduğunun kanıtı olarak görüyorum. Yerel düzeyde zalimce tek tük yerel eylemlere tanık oluyoruz. Bu ülke çapında iç savaşla aynı şey değil’‘ diye uyarmıştı. Rusya’nın Batı’nın Suriye politikasına kararlı karşı duruşuna işaret eden Brzezinski, ‘‘Kanımca Ruslar bizimle daha çok işbirliği yapmak istiyor, ancak dayatmalar yapmamızı istemiyor’‘ görüşünü aktarmıştı.
Bölgesel dinamiklerin Suriye’ye dış müdahaleye engel oluşturduğunu ifade eden Brzezinski:
‘‘Öyle bir bölge ile karşı karşıyayız ki, bütün bu konular iç içe geçmiş vaziyette. Sırf duygularla hareket eder ve içi boş tehditlerle Rusları iyi çocuklar olmaya zorlarsak, bölgesel çapta çatışmalar üretiriz. Suriye sorunu, Suudi-Şii çelişmesiyle bağlantılı, İran’ın dahil olacağı, Irak’ın istikrarsızlaşacağı bir duruma dönüşür.’‘ diyerek Suriye’ye dış müdahalenin ABD’ye ‘‘çok ciddi’‘ yansımaları olacağı uyarısını yapan Brzezinski, ‘‘Elimizde, siyasi ve ekonomik sonuçları çok ciddi olan Uluslararası bir sorun buluruz’‘ diye konuşan Brzezinski İsrail’i sıkıntıya sokacak gelişmelerden endişe duymaktaydı.
Başbakan Erdoğan Yahudileri görünce: ‘‘Onları kardeşimiz olarak görüyoruz’‘ iltifatı!
Başbakan Erdoğan, Birleşmiş Milletler’in düzenlediği Rio 20 Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi‘nde yaptığı konuşmalar ve liderlerle ikili temaslarının yanı sıra Rio Centro’daki zirve alanında karşılaştığı insanlarla da fotoğraf çektiriyordu. Erdoğan, burada karşılaştığı iki Musevi kökenli Amerikan vatandaşıyla da kısa bir sohbet ediyordu. Erdoğan, kendisine yaklaşarak, ”Ülkenizde yaşayan bizim insanlarımızı iyi koruyun” diyen Yahudilere, ”Benim liderliğimde Türkiye’deki Yahudi topluluğu güvence altındadır, korumam altındadır. Biz onları kardeşimiz olarak görüyoruz” diyordu. İsrail’in de Filistinlilere iyi davranması gerektiğini belirten Erdoğan, ”Ortadoğu’daki sorunları çözmek için ortak bir yol bulmalıyız. İsrailliler, Filistinlilere daha iyi davranmalı” diye konuşuyordu. Böylece İsrail devleti denen terör çetesine, maalesef meşruiyet kazandırıyordu. İsrail halkı ve Yahudiler hakkında ne düşünüyorsunuz? diye soran Musevilere Başbakan Erdoğan; ”Bizim İsrail halkıyla hiçbir sorunumuz yok. Sorunumuz İsrail Hükümeti’nin saldırgan tavırlarına karşıdır” cevabını veriyordu. Başbakan Erdoğan’la fotoğraf çektirip tokalaşarak ayrılan kişilerin ABD’deki bir Yahudi kongresinin üyesi oldukları ortaya çıkıyordu.
Ve zaten, şu anda İsrail’in ve Siyonist Yahudi Lobilerinin, insanlığa ve bölge halkına: ’‘İsrail iyidir, gereklidir, korunması ve sahip çıkılması lazım gelir; ama sadece şu andaki yönetim bazı yanlış ve haksız işler peşindedir. Yoksa, ılımlı ve uyumlu bir hükümet kurulsa, İsrail’le barış ve huzur içinde yaşanabilir’‘ kanaatini yerleştirmeye çalıştığı ve maalesef başardığı gözleniyordu. Oysa asıl sorun İsrail’i kuran ve koruyan Siyonist zihniyetten kaynaklanıyordu.
[1] Bak: Mustafa Özcan, Milli Gazete, 23 Haziran 2012 ve Prof. Dr. Oya Akgönenç
[2] Bak. El Kuds El Arabi Gazetesi. 1 Temmuz 2012
[3] İbrahim Halil Er, Milli Gazete