AKP Genel Başkanının sözleri
KOYU BİLGİSİZLİK YANSIMASI MIYDI
YOKSA
MASONLARA ŞİRİNLİK MESAJI MIYDI?
AKP Genel Başkanı Sn. Erdoğan; başörtü serbestliği uygulamasının iptalini isteyen CHP’lileri kınarken, Fransa’daki olayları da yorumlamıştı.
“Paris başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin sokakları karışmış durumda. Bizim polisimizle alay edenler, zulmettiğini söyleyenler, kendi polisleri şimdi neler yapıyor. Bizim polisimiz insaflı. Her türlü düşünce ve talep demokrasi içinde dile getirilebilir. Avrupa sokaklarındaki görüntüleri endişe ile takip ediyoruz. Umarım Paris sokaklarındaki duvarlarda “Zulüm 1789’da başladı” yazılarını da görmeyiz. Avrupa demokrasi dersinden, insan hakları dersinden sınıfta kalmıştır. Üzerine çok titredikleri güvenlik ve refah duvarları bizzat kendi vatandaşlarınca sarsılmaya başlanmıştır.” Gezi provokasyonlarında da: “Zulüm 1453’te başladı” sloganları atılmakta ve yazılmaktaydı ifadelerini kullanmışlardı.
Önce Sn. Erdoğan, 1789 Fransız ihtilaliyle, 1453’teki İstanbul’un Fethini aynı değerde ve kategoride görmesi hem büyük bir yanlıştı hem de milletimizi yaralayıcıydı. Çünkü İstanbul’un Fethi, Peygamber Efendimizce müjdelendiği gibi, Hak’kın Batıl’a, Hak’kın Haç’a galebesiydi. Bizzat Konstantin halkına ve çok farklı din mensuplarına da huzur ve hürriyet kazandırmıştı. 1789 Fransız ihtilali ise Siyonist odakların ve masonların, her türlü dini, manevi ve ahlaki değeri yıkma, yasaklama ve demokrasi kılıflı bir küfür despotizmini meşrulaştırma atılımıydı.
Fransız Devrimi’nde masonların oynadığı büyük rolü herkes bilmektedir. Aydınlanma filozoflarının çok büyük bir bölümü, özellikle de din aleyhtarı görüşleri en keskin olanlar, masonlardan meydana gelmiştir. Fransız Devrimi’ni hazırlayan ve ona öncülük eden Jakobenler de yine locaların üyeleridir.
Devrimin içinde masonların oynadığı rol, Comte Cagliostro adlı bir “ajan-provokatör” tarafından henüz o yıllarda itiraf edilmişti. Cagliostro 1789’da Engizisyon tarafından tutuklanmış ve sorgu sırasında önemli itiraflarda bulunmuş birisiydi. Anlattıklarının başında, masonların tüm Avrupa’da zincirleme bir devrim yapma planları gelmekteydi. Masonların asıl amacının ise, Papalığı etkisizleştirmek ya da Papalığı ele geçirmek olduğu belirlenmişti. Cagliostro’nun itirafları arasında, uluslararası Yahudi bankerlerin tüm bu devrimci faaliyetleri finansal yönden desteklediği, Fransız Devrimi’nde de yine Yahudi kaynaklı paraların sarf edildiği bilgileri önemliydi. Nitekim Fransız Devrimi, tam anlamıyla bir “din karşıtı hareket” niteliğindedir. Devrimciler aristokrasinin yanında din adamlarına karşı da büyük bir tasfiyeye girişmiştir. Çok sayıda din adamı öldürülmüş, dini kurumlar ortadan kaldırılmış, ibadethaneler tahrip edilmiştir. Hatta Jakobenler, Hristiyanlığı tamamen ortadan kaldırmak ve yerine “akıl dini” adını verdikleri pagan bir inanç yerleştirmek için yoğun gayret içine girmişlerdir. Ancak bir zaman sonra devrim onların da kontrolünden çıkarak Fransa tam bir kaosa sürüklenmiştir.
Masonluğun bu ülkedeki misyonu devrimle birlikte bitmemiştir. Devrimin ardından doğan karmaşa, sonunda Napolyon’un iktidarı ele geçirmesiyle sakinleşmiştir. Ancak bu dönem de uzun sürmemiş, Napolyon’un tüm Avrupa’ya hükmetme hırsı, iktidarının sonunu getirmiştir. Bundan sonra da Fransa’da istikrar ve monarşi yanlıları ile devrimciler arasındaki çatışma sürüp gitmiştir. 1830’da, 1848’de ve 1871’de üç ayrı devrim daha gerçekleşmiş, 1848’de “İkinci Cumhuriyet”e, 1871’de ise “Üçüncü Cumhuriyet”e geçilmiştir. Bu çalkantılı dönemin içinde masonlar her zaman son derece aktif rol üstlenmiştir. En büyük hedefleri ise kiliseyi ve dini inançları zayıflatıp, dini değer ve kuralların toplum üzerindeki etkisini yok etmek, dini eğitimi ortadan silmektir. Masonluk, “antiklerikelizm” (kilise düşmanlığı) olarak bilinen sosyal ve siyasi hareketin karargâhı gibi hareket etmiştir.
The Catholic Encyclopedia, “Grand Orient” olarak bilinen Fransız masonluğunun bu din karşıtı misyonu hakkında önemli bilgiler vermektedir: Grand Orient‘in resmi bülten ve el kitabında bulunan Fransız masonluğunun resmi dokümanları, Fransız Parlamentosu’nca ele geçirilmiş, Kilise karşıtı tüm kanunların Mason localarınca önceden hazırlandığını ve Grand Orient’in yönetimi altında uygulandığını göstermiştir. Ki burada açıkça ifade edilen amaç, Fransa’daki her şeyi kontrol altına almak ve ülkeyi yönetmektir.
1903 Kongresi’nde resmi konuşmacı olan vekil Massé, 1898 Kongresi’nde şunları anlatıyordu:
”Masonluğun en önemli görevi politik ve laik mücadelelere her gün daha fazla müdahale etmektir… Kilise karşıtı mücadeledeki başarı büyük ölçüde masonluk sayesindedir. Masonluğun ruhu, programları, yöntemleri galip gelmiştir. Eğer (Kilise karşıtı) blok kurulduysa, bu masonluk ve localarda öğretilen disiplinin neticesidir… Eğer işimizi bitirmek istiyorsak, ki henüz bitmemiştir, tetikte olmalıyız ve karşılıklı güvene sahip olmalıyız. Bu iş, yani kiliseye karşı mücadele, biliyorsunuz ki halen sürmektedir. Cumhuriyet, kendisini dini kurumlardan kurtarmalı ve bunun için onları güçlü bir darbeyle süpürmelidir. Yarım yaptırımlar her yerde tehlikelidir, karşımızdakiler tek bir darbeyle ezilmelidir.”
The Catholic Encyclopedia, Fransız masonluğunun dine karşı verdiği savaşı anlatmayı şöyle sürdürmektedir: Gerçekte 1877’den itibaren Fransa’da uygulamaya konan; eğitimin dinden soyutlanması, özel Hristiyan okullarına ve hayır derneklerine karşı yaptırımlar, dini kurumların kapatılması, Kilisenin mallarına el konulması gibi “Din karşıtı” tüm Masonik reformlar, sadece Fransa’da değil, tüm dünyada insan toplumlarının anti-Hristiyan ve din dışı bir şekilde yeniden organize edilmesi hedefine yöneliktir. Dolayısıyla Fransız masonluğu, masonluğun tümünün öncüsü olarak, evrensel bir Masonik Cumhuriyetin kurulacağı bir çağın başlangıcını kutlamak eğilimindedir.
Grand Orient’in Büyük Üstadı Senator Delpech, 20 Eylül 1902’deki konuşmasında şöyle diyordu:
“Celileli’nin zaferi 20 yüzyıl sürdü, ama şimdi ölüm zamanı gelmiştir… Masonik Birliğin kurulduğu günden, Celileli efsanesinin üzerine kurulmuş olan Roma Kilisesi’nin erimesi de zaten başlamış gibidir.” Söz konusu masonun, “Celileli” derken kast ettiği kişi Hz. İsa’dır. Çünkü Hz. İsa, İncil’e göre Filistin’in Celile (Galile) kentinde doğmuştur ve yine İncil’de Hz. İsa’ya “Celileli İsa” diye seslenildiği bildirilir. Dolayısıyla masonların Kilise nefreti, Hz. İsa’ya ve onun şahsında tüm İlahi dinlere duydukları nefretin bir ifadesidir. 19. yüzyılda inşa ettikleri materyalist, Darwinist ve hümanist kültürle, kendilerince, İlahi dinleri öldürdüklerini ve Hristiyanlık öncesinde olduğu gibi Avrupa’yı tekrar pagan yaptıklarını düşünmüşlerdir.
Bu sözlerin söylendiği 1902 yılında, Fransa’da çıkarılan bir seri kanun, din karşıtlığını çok ileri boyutlara taşımıştır. Tam 3000 dini okul kapatılmış, okullarda herhangi bir dini eğitim verilmesi yasaklanmıştır. Pek çok din adamı hapsedilmiş, bazıları ülkeden sürgün edilmiş, dindarlar adeta ikinci sınıf insan uygulaması görmeye başlamıştır. Bu nedenle 1904 yılında Vatikan, Fransa ile olan tüm diplomatik ilişkilerini kesmiş, ama Fransa’nın tavrında bir değişiklik olmamıştır. Fransız Devrimi’nden başlayarak 20. yüzyıla kadar süren din karşıtı savaş, The Catholic Encyclopedia’nın belirttiği gibi, “önceden mason localarında geçmiş olan kanunların meclise onaylatılması” ile yürümüş, yani temelde Fransız masonluğunun (Grand Orient’in) bir operasyonu olarak devam etmiştir.
20. Yüzyıl Masonluğu: Sessiz ve Derinden Devam Ediyordu.
İşte Fransa, Almanya, İtalya, Rusya gibi ülkelerdeki masonik faaliyetler, masonluğun amacının bir “düzen değişikliği” olduğunu açıkça göstermektedir. Masonluk, dini kurumların, dini inançların ortadan kaldırıldığı bir “yeni düzen” kurmayı hedeflemiş, bu amaçla da bu ülkelerdeki milli yönetimleri yıkmaya yönelmiştir. Pek çok Avrupa ülkesinde masonluk, din karşıtlarının buluşma yeri olmuş, bu buluşma yeri çok kez darbe, ayaklanma, suikast gibi kararların alındığı merkezler haline gelmiştir. 1789’daki Büyük Fransız Devrimi’nden 20. yüzyıla kadar uzanan süreç içinde irili ufaklı pek çok devrim, darbe girişimi, ayaklanma, siyasi komplo veya din karşıtı siyasetin ardında masonluğun etkisi görülmektedir.
“Aydınlanma”yı Fransız Devrimi Doğuruyordu.
Mel’un Masonluk Tarikatına ve küresel Siyonizm’in şeytan şeriatına (kapitalist ve komünist nizama) intisap edenler, kendilerini “karanlıklardan kurtulup aydınlığa kavuşmuş” saymaktadır. Yani “AYDINLANMACILIK” Masonluğa intisabın ve İslam düşmanlığının parolasıdır. “Aydınlanma”cılık Yahudi-Siyonist ideolojisinin ve “Deist”liğin, yani “Allah var, ama hiçbir işimize karışmaz ve ahiret yoktur, cennet bu dünya hayatından ibarettir” düşüncesinin yaldızlı kılıfıdır!
Politik, sosyal ve ekonomik yönden, Batı’yı yeniden şekillendirmek isteyen Yahudi ideolojisinin ve Masonik işbirlikçilerinin; kendilerine düşman saydıkları dini otoriteden halkı koparmaları gerekliydi. İşte Sn. Erdoğan’ın saygıyla sahip çıktığı 1789 Fransız Devrimi bu şeytani maksatla tertiplenmişti. İnsanların zihnine dini otoriteyi güçlü kılan düşünceler yerine, kabalacıların ve mason uşaklarının kendi dünya anlayışı yerleştirilmeliydi. Vatikan Papalık Kutsal Kitap Enstitüsü’nde profesör olan Malachi Martin de bu noktaya dikkat çekerek, “Kabalacı hümanistlerin amacı her zaman sosyopolitik değişim olmuştur” demekteydi. “Kabalacı hümanistler”in ve masonların oluşturduğu Şeytani İttifak’ın, önce Protestanlık sonra da Aydınlanma hareketleri ile “Avrupa’nın dinden kopmasının öncülüğünü yaptığını, dini otoriteyi ve monarşileri politik yönden zayıflattığını” tarafsız tarihçiler kabul etmektedir. İşte Fransız devrimi bu şeytani ittifakın eseridir. Ancak bu kanlı devrim yalnızca politik bir değişim yapmakla yetinmemiş, toplumu ve bireyleri de değiştirmiştir. Dini otoriteyi zayıflatırken, insanlara da yeni kimlikler vermeye girişmiştir. Aydınlanma ile birlikte, insanlar bir dini cemaatin mensubu olmaktan çıkıp, birer “masonizmin demokrat kölesi yurttaş” haline getirilmiştir. (“Yurttaş” tanımı, zamanla yeni bir ideolojik düzenlemeyle “yoldaş”a da dönüşecektir.)
Fransız Devrimine masonların katkısını, hatta kışkırtmasını bazı dürüst batılı yazarlar da kabul ediyordu.
Masonluk, farklı meslek grubundan ve farklı din ve düşünce mensuplarından insanları özel metotlarla ve cazip fırsatlarla kendi bünyesinde toplayıp, bir gizlilik perdesinin arkasından da olsa, evrensel amaçlı bir yapı organize etmiş durumdadır. Masonluğun Fransız devrimi üzerinde çok önemli etkisi olduğu açıktır. Bu da Devrim’den önce değil, 1793’te doruğa varan ‘toplumu Hristiyanlıktan ve her türlü ahlaki ve ailevi bağlılıktan temizleme’ akımının yerine konmak için aranan sloganlara gerek duyulunca ortaya çıkmıştır. 1789-1795 arasında bireysel olarak masonlar bizzat rol oynamışlardır.
Oysa Fransa’daki “Sarı Yelekliler”in talepleri gayet insani ve gerekli şeylerdi.
Sarı Yelekliler, 29 Kasım Perşembe günü, aralarından 30 bin kişinin katılımıyla düzenledikleri anketlere dayanarak saptadıkları 42 temel talebi milletvekillerine ve medyaya gönderdi. Fransa ana-akım medyasının görmezden gelmeye gayret ettiği, çeşitli alternatif mecralarda “Sarı Yelekliler’in Siyasal Programı” başlığıyla yer alan 42 talebi, ifade biçimlerine tamamen sadık kalarak naklediyoruz.
1- Sıfır evsiz: (Herkese ev projesi) ACİL.
2- Gelir vergisi daha kademeli olsun.
3- Asgari ücret net 1300 avro olsun. [Halihazırda net asgari ücret yaklaşık 1150 avro.]
4- Köylerde ve şehir merkezlerinde küçük esnaf korunsun. (Şehir merkezlerinin etrafında küçük ölçekli ticareti yok eden dev alışveriş merkezi inşaatlarına son verilsin) + şehir merkezlerinde bedava otoparklar kurulsun.
5- Konutlar için büyük bir ısı yalıtımı projesi (vatandaşa da tasarruf yaptıran bir ekoloji uygulaması).
6- BÜYÜKLER (McDonalds, Google, Amazon, Carrefour) BÜYÜK vergi ödesin, küçükler (zanaatkârlar, küçük ve orta ölçekli işletmeler) düşük vergi ödesin.
7- Herkes için aynı sosyal güvenlik sistemi (zanaatkârlar ve bireysel girişimciler de dahil). Serbest çalışanlar için ayrı sosyal güvenliğe (Bağ-Kur benzeri) son verilsin.
8- Emeklilik sistemi dayanışmacı ve sosyal adalete uygun kalsın. (Puanlı emeklilik hesabına hayır.)
9- Akaryakıt zammına son verilsin.
10- 1200 avronun altında emeklilik maaşı olmasın.
11- Tüm seçilmişlerin maaşı ülkenin ortalama maaşıyla eşit olsun. Seyahat ve ulaşım harcamaları denetlensin, ancak zorunlu olanlar karşılansın. Yemek ve tatil kuponu hakları olsun.
12- Tüm Fransızların maaşları, aynı zamanda emeklilik maaşları ve sosyal yardımlar enflasyona endekslensin.
13- Fransa’nın milli sanayii muhafaza edilsin; üretimin ülke dışına kaydırılmasına son verilsin. Sanayimizi korumak uzmanlığımızı ve işlerimizi korumak demektir.
14- Ülke dışı çalışanlar sistemine (AB üyesi ülke vatandaşlarının bir başka ülkede çalışmaya gönderilmesi – posted workers) son verilsin. Fransa topraklarında çalışan kimselerin aynı maaş düzenine ve haklara sahip olmaması kabul edilemez. Fransa sınırları içinde çalışma hakkı olan herkes Fransız vatandaşlarıyla eşit olmalı ve o kişinin işvereni Fransız işverenlerle aynı vergileri ödemeli.
15- İş güvenliği hakkında: büyük şirketlerin sözleşmeli işçi çalıştırma hakkı sınırlandırılsın. Kadrolu çalışma hakkı istiyoruz.
16- Rekabet ve İstihdam İçin Vergi Kredisi [CICE – Büyük şirketler için vergi indirimi] kaldırılsın. Buradan elde edilecek kaynak (elektrikle çalışan arabaların aksine gerçekten ekolojik olan) hidrojenle çalışan araba üretimi için Fransa sanayiine aktarılsın.
17- Kemer sıkma politikalarına son verilsin. Hiçbir meşruiyeti olmayan borç faizlerinin ödemesi durdurulsun. Ödenmesi gereken borçlara kaynak olarak en fakir ve az varlıklı kesimin parasını almak yerine, 80 milyarlık vergi kaçakçılığının peşine düşülsün.
18- Zorunlu göç hareketlerinin sebeplerine çözüm üretilsin.
19- Sığınmacılara iyi davranılsın. Onlara barınak, güvenlik, temel gıda ve çocuklarına eğitim sağlamak bizim sorumluluğumuz. Dünyanın birçok ülkesinde, sığınma talebine yanıt bekleyen kişiler için ağırlama kampları kurulması adına Birleşmiş Milletler’le iş birliği halinde çalışılsın.
20- Sığınma talebi reddedilenler ülkelerine gönderilsin.
21- Hakiki bir entegrasyon politikası uygulansın. Fransa’da yaşamak Fransız olmayı gerektirir (tamamlayana sertifika verilmek üzere Fransızca dil, Fransa tarihi ve vatandaşlık bilgisi dersleri verilsin).
22- Azami (en yüksek) ücret ayda 15 000 avro olsun.
23- İşsizler için iş alanları açılsın.
24- Engellilere verilen mali ödeme artırılsın.
25- Kiralara sınırlama getirilsin. Daha çok sayıda makul ücretli kiralık konut yapılsın (özellikle öğrenciler ve güvencesiz koşullarda çalışanlar için).
26- Fransa’ya ait mülklerin (baraj, havalimanı vb.) yabancılara satışa çıkarılması yasaklansın.
27- Yargı, polis, jandarma ve orduya daha kapsamlı imkânlar sunulsun. Güvenlik güçlerine fazla mesai için ödeme yapılsın veya bunun karşılığı tatile çevrilebilsin.
28- Ücretli otoyollardan toplanan paranın tamamı Fransa’da otoyol ve yolların yapımına, bakımına ve güvenliğine yatırılsın.
29- Gaz ve elektrik ücretleri özelleştirmeler sonrasında artış gösterdi. Tekrar kamusallaştırılsın ve fiyatlar aşağı çekilsin.
30- Küçük yerleşimlerdeki demiryolu hatlarının, postane şubelerinin ve ilkokul ve anaokullarının kapatılmasına son verilsin.
31- Yaşlı nüfusun hayat seviyesi yükseltilsin. Yaşlılar üzerinden para kazanılması yasaklansın. Gri altın [yaşlıların biriktirdiği para] devri kapandı. Gri refah çağı başlıyor.
32- Anaokulundan lise sona kadar hiçbir sınıfta öğrenci sayısı 25’i geçmesin.
33- Psikiyatrik desteğin yaygınlaşması için imkânlar sunulsun.
34- Halk oylaması anayasaya girsin. Her bireyin yasa teklifini sunabileceği, bağımsız bir teşkilatın denetiminde kolay anlaşılır ve etkili bir site kurulsun. Eğer söz konusu yasa teklifi 700 binin üzerinde imza toplarsa, Meclis bunu tartışıp, düzeltip, tasarı haline getirerek tüm Fransızların katılacağı bir halk oylamasına sunmakla yükümlü olsun.
35- Cumhurbaşkanlığı görev süresi yeniden 7 yıla çıkarılsın. [Cumhurbaşkanının görev süresi, milletvekili görev süresine tekabül etmesi ve bu sayede yasama ve yürütmenin farklı siyasi görüşler tarafından kutuplaşmasını engellemek gerekçesiyle 2000 yılında 7 yıldan 5 yıla indirilmişti.] (Cumhurbaşkanının seçiminden iki yıl sonra milletvekili seçimlerinin düzenlenmesi Cumhurbaşkanının yürüttüğü siyasete bir memnuniyet veya memnuniyetsizlik mesajı verilmesini sağlıyordu. Bu da halkın sesini duyurmasına katkıda bulunuyordu.)
36- Emeklilik yaşı 60 olsun. Fizikî zorluk içeren mesleklerde (inşaat işçiliği, mezbaha işçiliği gibi) çalışan herkes için ise 55 olarak belirlensin.
37- 6 yaşındaki bir çocuk tek başına kendi bakımını üstlenemeyeceğinden, çocuklar 10 yaşına girene kadar geçerli olmak üzere çocuk bakımı için parasal destek sistemi geri getirilsin.
38- Ticari malların dolaşımı demir yollarıyla sağlansın.
39- Vergilerde stopaj sistemine son verilsin.
40- Eski Cumhurbaşkanlarına ömür boyu ödenek uygulamasına son verilsin.
41- Banka kartıyla ödeme yapıldığında esnafa ek vergi uygulanmasın.
42- Gemi yakıtlarına ve Kerosen’e vergi getirilsin.[1]
Fransız İhtilaliyle, ahlak ve maneviyatı tahrip eden Siyonist merkezler, şimdi tüm beyinleri kontrol etme sürecini hazırlıyordu!
İsrailli Yuval Noah Harari: “Teknolojik elitlerin yeni hedefi beynimizdir” demişti. Noah Harari, 2018 Davos Zirvesi kapsamında yaptığı konuşmasında yakın gelecekte yaşayacağımız veri merkezli bir distopyaya[2] dikkat çekmişti.
Sapiens ve Homo Deus adlı kitaplarıyla son döneme damgasını vuran Tarihçi / Yazar Yuval Noah Harari, 2018 Davos Zirvesi kapsamında yaptığı konuşmayla bir kere daha gündeme gelmişti. Biyoloji ve verinin bugünkü bilişim kapasitesiyle bir araya geldiğinde, yakın gelecekte doğurabileceği benzersiz gelişmelere dikkat çeken Harari’nin konuşmasının özeti şunlardı: Bundan sonra bütün insanları Siyonist Yahudi elitler yönetecekti. Bunu da beyinlere hükmetmek suretiyle gerçekleştireceklerdi.
• Muhtemelen Homo Sapiens türünün (bugünkü insan neslinin) son örnekleriyiz. Önümüzdeki dönemde bedenimizi ve zihnimizi yeniden inşa etmenin yollarını bulabileceğiz. Dolayısıyla veri 21. yüzyılın ekonomisinde yeni bir ürüne dönüşecek. Tekstil, otomobiller ya da silahlar değil; bedenler ve zihinler geliştireceğiz.
• Artık yaşamın neye dönüşeceğini veriyi yönetenler belirleyecek. Veriyi kontrol edenler sadece insanlığın değil, yaşamın geleceğini yönlendirecek.
• “Veri” dünyanın en önemli varlığı haline gelecek. Geçmişte bunun karşılığı araziydi. Ancak bu çok küçük, kısıtlı bir zümreye aitti. Endüstri çağında makinelerin önemi arazinin değerini geride bıraktı. Çok sayıda makinanın az sayıda insanın hizmetine girmesi insanlar arasında sınıfları doğurdu. Sermaye ve işçi sınıfı böyle doğdu. Bugün ise veri, makinaların yerini alıyor. Ve aynı şekilde verinin kontrolü az sayıda insanın eline geçerse insanlık sınıflara değil, farklı türlere ayrışıverecek.
• Veri önemli çünkü bugün sadece bilgisayarlara değil, organizmalara müdahale edebiliyor, onları bir anlamda ‘hack’ ediyoruz. İnsanı hack etmek için güçlü sistemlere ve bol miktarda veriye ihtiyacımız var. Bedenin nasıl çalıştığına dair bilgilere sahip olmamız gerek.
• Bugüne kadar kimse insanı hack etmek için ihtiyaç duyulan veriye ve cihaza sahip değildi. Vatandaşların her adımını, her detayını istihbarat ağlarıyla takip eden devletler dahi bu verileri işlemek ve anlamlandırmak için gereken güçten mahrumdu. Bugün bu değişiyor. İki paralel evrim bunu mümkün kılıyor. Makine öğrenimi ve yapay zekâ ile biyoloji ve beyin bilimi konusundaki gelişmeler insanı çözmemizi sağlıyor. 150 yıllık çalışmalarımızın sonucunda organizmaların aslında bir algoritmadan ibaret olduğunu öğrendik. Ve artık bu algoritmaların şifresini çözme yeteneğine kavuştuk. Biyokimyasal verileri elektronik sinyallere çevirerek, bilgisayarların analiz edebilmesini sağladık. Yeterince veri ve bilişim gücüyle bizi bizden daha iyi tanıyan yapılar ortaya koyabileceğiz.
• Bu gücün ve bilginin yaygınlaşmasıyla birlikte kendimizi Amazon’dan, Alibaba’dan ya da istihbarat servislerinden saklamamız zorlaşacak. İnternette dolaşırken, sosyal medyada vakit harcarken ya da video izlerken algoritmalar göz hareketlerimizi, kalp atışlarımızı, zihin aktivitelerimizi takip ederek bizi profilleyebilecek. Reklamlar, bize ürünlerini pazarlarken cinsel eğilimlerimizi dahi bilerek kişiselleştirme yapacaklar. Biz bunun farkında olmayacağız, ancak onlar olacaklar. Bizim tutkularımızı okuyup, ona göre teklifler sunabilecekler.
• Bu çağ bir ‘dijital diktatörlük’ yaratabilir. Demokrasi, bilgiyi farklı kurumlara dağıtarak karar mekanizmaları yaratır. Diktatörlüklerse, bütün bilgi ve gücü tek noktada yoğunlaşarak işleri yürütür. 21. yüzyıldaki yapay zekâ ve makine öğreniminin ortaya çıkardığı güç, demokrasinin üstünlüğünden yana duran ibreyi diktatörlüklere doğru savurabilir. Demokrasi; merkezi veri işlemeyi mümkün kılan yapılara uyum sağlayamazsa, insanlar dijital diktatörlüklerin boyunduruğu altına girebilir. Bugün dahi teknolojileri kullanan demokratik görünümlü (ABD, İsrail gibi) ülkelerin bu tip yapılar kurmak için çalıştığını gözlemliyoruz.
• Verinin kontrolü seçkin bir elit grubun dijital diktatörlüklerden daha radikal yapılar ortaya çıkarmasına yol açabilir. Bu elitler insan bedenine hükmetme yeteneğiyle, yaşamın geleceğine karar vermeye yönelebilir.
• Bilim, doğal evrim süreçlerini akıllı tasarıma aktarma görevini üstleniyor. Bu tasarım, bulutlardaki Tanrı’nın değil; bulut sistemlerini kullanan IBM, Microsoft gibi şirketlerin aklını temel alıyor.
• Bilim, bizi organik sınırlarımızdan, inorganik sınırlara taşıyacak. 4 milyar yıllık organik yaşamdan akıllı tasarımın şekillendireceği inorganik yaşama sürükleniyoruz. Verinin kimin elinde bulunduğu bu yüzden her zamankinden daha önemli.
• Arazinin ya da makinaların sahipliği ve kullanımına yönelik düzenlemeler konusunda bilgi ve tecrübeye sahibiyiz ancak verinin düzenlemesine yönelik bilgilerimiz yetersiz. Bu zor, zira arazi ve makinaların aksine bilgi birçok yerde dağılmış halde ve kolayca kopyalanabiliyor. Sahiplikten söz etmek çok zor.
• Bu sorun önümüzdeki birkaç 10 yıl içinde gündemimize gelecek. 200 yıl sonra zaten bugünkü anlamda insanların kalacağını sanmıyorum. Bambaşka bir tür ortaya çıkacaktır.
• Bugün insanların çoğu veri denince, ne satın aldığını ve hangi linke tıkladığını düşünüyor, ancak esas önemli olan biyolojik veriler. Hack edilecek tek şeyin bilgisayarlar olduğunu sanıyorlar, ancak beden çok daha büyük bir hedef. Asıl hedef beyindir.
• Ülkem İsrail, Batı Şeria’da dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir takip sistemi inşa ediyor. İnsanların her anlamda, her adımını kontrol etmeye çalışıyor. Çin, Kuzey Kore ve ABD de öyle. Ancak bugün bu takip hâlâ geleneksel sistemler üzerinde yürüyor. Yarın bir akıllı bileklik takmaya mecbur kalacağımız yapılarda işler daha da değişecek. Sokakta liderinizin posterini gördüğünüzde, ne hissettiğinizi merkeze rapor edecek tarzda sistemlerden söz ediyorum.
• Eğer iyi niyetli bir küresel mutabakat olmazsa, hiçbir devlet böyle bir yarışta geride kalmak istemeyecektir. Bu sorunun çözümü birçok farklı grubun ortak çalışmasını gerektiriyor.
• En büyük çelişkileri sağlık alanında yaşayacağız. Mahremiyet ile iyi hizmet arasında tercihler yapmamız gerekecek. Daha iyi bir teşhis ve tedavi için bedenimizde ve beynimizde olan bitene yönelik yetkiler vereceğiz. Sanıyorum sağlık tercihi kazanacak ve insanlar daha iyi sağlık için mahremiyetlerinden vazgeçecektir. Hatta bazı ülke ve durumlarda bu mecburi olacak. Daha iyi şartlarda bir sigorta istiyorsanız, bu verileri vermeniz gerekebilecektir.[3]
İsrailli Siyonist ve sinsi Yahudi Prof. Harari’nin, 2018 Davos “Dünya Ekonomik Forumu” toplantısında söylediklerinin özeti şuydu:
“Tarihte ilk kez, ekonomik eşitsizliği biyolojik eşitsizliğe dönüştürmek mümkün hale sokulacaktır. Zenginler herkesten çok zeki, yaratıcı ve disiplinli olacaktır. Böylece ekonomiyi ve politik sistemi daha da fazla kontrol altına alacaklardır. Kendilerini daha fazla geliştirmek için, daha fazla kaynağa sahip olacaklardır. Kısa süre içinde ‘süper-elitler’ ile çoğunluğu oluşturacak ‘sıradanlar’ arasında kapanmaz bir uçurum ortaya çıkacaktır. Artık küresel bir kimlik yaratmalı, tüm dini ve milli bağları koparmalı ve insanları, kendi halklarına ek olarak insanlığa ve dünya gezegenine sadık olmaya alıştırmalıyız!
Bunun imkânsız bir görev olduğunu düşünmüyorum. Her şeye rağmen, insanlığa ve Dünya gezegenine sadık kalmak, hiç tanımadığım milyonlarca yabancıdan ve daha önce hiç ziyaret etmediğim pek çok coğrafyadan oluşan bir ülkeye sadık hissetmekten daha zor olmayacaktır.
Bu yeni düzende; liderler (Siyonist elitler ve işbirlikçileri) alçakgönüllülüklerini ve merhametlerini geliştirmek zorunda kalacaklardır. Yapay zekâ ve biyo-mühendislik, bize yaratılış ve yıkımın kutsal güçlerini vermiş olacaktır. Geleneksel olarak tanrılara ait olduğu düşünülen yetenekleri kazanacağız. Özellikle yaşamı yaratma ve imar etme becerilerimizi geliştirmiş olacağız. 21. Yüzyılda, biz insanlar da tıpkı İncil’de Tanrı’nın yaptığı gibi hayvanları, bitkileri ve insanları kendi istediğimiz şekilde tasarlayıp, üretmeyi başaracağız… Yeni tür organik varlıklar yaratmak için genetik mühendisliği kullanacağız; siborg (organik parçaları inorganik parçalar ile birleştirilmiş varlıklar) oluşturmak için doğrudan beyin-bilgisayar ara yüzlerini kullanacağız. Dahası, tamamen inorganik varlıklar yaratmakta bile başarılar sağlayacağız. 21. yüzyıl ekonomisinin ana ürünleri tekstil, araçlar ve silahlar değil; bedenler, beyinler ve zihinler olacaktır. Evet, bir Tanrının rolünü oynamak kolay olmayacaktır. Yapay zekâ ve Biyomühendislik güçleri ile ne yapacağına karar verenler alçakgönüllülük ve şefkatten yoksun kalırlarsa, son derece sorumsuz tanrılara dönüşme potansiyeli taşımaktadır.”
Aynı Toplantıya Katılan Cüneyd Zapsu’nun İtirafları.
Davos’taki 48. Dünya Ekonomi Forumu toplantılarından birinde Forum’un kıdemli danışmanı Cüneyd Zapsu da vardı. Forum “Ayrışmış Bir Dünya” sloganıyla başlamıştı. Fransa’dan, Kanada’dan, Çin’den, tüm dünyadan liderler buradaydı. En son Trump’ın da gelmesi ve kapanış oturumunu yapacağı konuşulmaktaydı.
Zapsu şunları aktarmıştı: “Bundan sonra artık bu Biyoteknolojinin sahipleri bizi yönlendirecekler. Yani ne yiyeceksin, ne içeceksin, ne düşüneceksin, onlar belirleyecekler. Bakınız; Harari, kendisi Kudüs’te Hebrew üniversitesinde. Enteresan bir konu daha söyledi. Dedi ki: Şu anda, konuştuğumuz anda İsrail Hükümeti Batı Şeria’da her canlıyı, yani sadece insan da değil, hepsini, dünya tarihinde görülmedik bir şekilde 24 saat 365 gün kontrol altına alıyor.”
Cüneyd Zapsu, Tayyip Erdoğan İrtibatı!
Hatırlayınız, bir ara R. Tayyip Bey “K. Irak’a gireriz haa!” şantajıyla İsrail’e hava atıyor gibi davranırken; Başdanışmanı Cüneyd Zapsu, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’a öğle yemeği yediriyordu. Zapsu, İsrail Büyükelçilik yetkilileri ve Almanya Büyükelçisi ile de bir araya gelip talimat ve tavsiyelerini dinliyordu. Sınır ötesi operasyon tartışmalarının ve Ortadoğu krizinin tırmanmasının gündeme oturduğu bir dönemde Cüneyd Zapsu, acaba bu kritik temaslara niye ihtiyaç duyuyordu? Aynı zamanda AKP MKYK üyesi olan Zapsu, Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Dr. Eckart Kuntz ile de bir görüşme gerçekleştiriyordu. Daha sonra AKP Genel merkezinde, İsrail Büyükelçiliği birinci müsteşarı Emmanuel Moshon ve İsrail Büyükelçiliği müsteşarı Sharon ile bir araya gelen Cüneyd Zapsu, ardından son günlerde Ankara’da eleştirilerin odağındaki diplomat olan ABD’nin Ankara büyükelçisini ziyaret edip, herhalde Tayyip Bey’in çıkışlarının, “tabana ve topluma yönelik olduğunu ve anlayışla karşılanacağının umulduğunu ve stratejik patronlarına bağlılık çizgisinin korunduğunu” vurguluyordu!?
Peki, bu Cüneyd Zapsu kim olmaktaydı?
Hasan Cüneyd Zapsu, 1956 yılında İstanbul’da doğmuşlardı. Alman Lisesi‘ni ve İstanbul Üniversitesi’ni tamamlamıştı. Münih Üniversitesi’nde İş İdaresi eğitimi almıştı. Babası Pertev Zapsu 1980 yılında öldü. Annesi Gaye Zapsu hâlâ yaşıyordu ve aile ilişkilerinde çok önemli bir rolü vardı. Uzel Makine’nin sahibi İbrahim Uzel’in kızıydı. Ailenin büyük oğlu Aziz Zapsu, BİM’in Yönetim Kurulu Başkanıydı… BİM‘in, Yasin El Kadı, Mehmet Fatih Saraç ve Mohammed Omer A. Zubair‘in ortak olduğu, kuruluş sözleşmesini Yasin El Kadı adına Tayyip Erdoğan’ın da avukatı olan Faik Işık’ın imzaladığı, Caravan Dış Ticaret ve İnşaat Limited Şirketi’ne para yatırdığı ortaya çıkmıştı.
BİM’in büyük ortağı ise Amerika merkezli Yahudi sermayesinin başarılı finans şirketlerinden Merrill Lynch olmaktaydı. BİM’in yönetim kurulunda AKP’lilerin ağabeyi Korkut Özal, Cüneyd Zapsu, terörist Yasin El Kadı, George Bitar, M. P. Kassamali Merali, Ekrem Pakdemirli ve Tayyip Erdoğan’a kızının kına gecesini evinde yapacak kadar yakın olan Nakşibendi Tarikatı’nın önemli isimlerinden Mustafa Latif Topbaş yer almışlardı.
Kadı ile ilişkiler gündeme geldiğinde, BİM’deki bazı ortaklar gözden kaçırılmıştı. Bunlar; 2000 yılında ortak olan Bank of Amerika, International Investment Corparation, 1999 yılında ortak olan Merrill Lynch Global Emerging Marketing Partuens, World Wide Limited…
Moldova Cumhuriyeti kökenli İnter RAO şirketi yönetici ve hissedarlarından Karina Tsurkan’ın, Romanya gizli servisiyle iş birliği yaparak Rusya’ya ait devlet sırrı sayılan bilgileri sızdırdığı iddia edilerek hapse atıldı. Türkiye’de Rusya tarafından inşa edilmeye başlanan ilk nükleer santral Akkuyu yönetiminde de yer almıştı. Rosatom yanı sıra İnter RAO şirketi de ileride santralde üretilecek elektriğin satıcısı olarak ortaklardan biri olduğu için, Akkuyu yönetimine bu şirketten de temsilci atanmıştı. Böylece Karina Tsurkan 2017 yılına kadar Akkuyu yönetim kurulunda görev yapmış oldu. 2017 Şubat ayında Tsurkan’ın yerini Türkiye’den Hasan Cüneyd Zapsu aldı.[4]
Akkuyu nükleer santralleri resmi internet sitesinde şu bilgiler yazılıydı!
Hasan Cüneyd Zapsu, Yönetim Kurulu Üyesi
Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İşletme ve Münih Ludwig Maximillian Üniversitesi’nde İktisat okuyarak tamamladı. İş hayatına 1977 yılında aile şirketi Azizler Holding’in çeşitli firmalarında yönetici olarak ve Yönetim Kurullarında görev alarak başladı. 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. 2008 yılına kadar AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliğini üstlenen Zapsu, 2008’de Uluslararası Yatırım ve Yönetim Danışmanlığı hizmetini veren Cüneyd Zapsu Danışmanlık A.Ş. şirketini kurdu. Bunun yanında, İstanbul Fındık ve Mamulleri İhracatçılar Birliği Başkanlığı, YASED üyeliği, TESEV Yüksek Danışma Kurulu Üyeliği, FTG ve Dünya Fındık Konseyi-New Jersey Kurucu Eş Başkanlığı, Uluslararası Kabuklu Yemiş ve Kuru Meyve Konseyi (INC)’de Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini yapmış, halen INC İcra Kurulu Üyesidir. 1986 yılından bu yana Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) üyesi, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nda (DEİK) Yönetim Kurulu Üyesi, Türk-Alman İş Konseyi’nde Yürütme Kurulu Üyesi ve Türk-Amerikan İş Konseyi Başkan Yardımcısıdır. İstanbul Üniversitesi Mezunlar Derneği Danışma Kurulu, Uluslararası Antalya Üniversitesi Denetleme Kurulu, Alman Lisesi Yönetim Derneği Yönetim Kurulu Üyeliği’nde olduğu gibi, Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Derneği (PODEM) Başkan Yardımcısı, Genç Hayat Vakfı (GHV) Kurucu ve Denetim Kurulu Üyesi, Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) Kıdemli Danışmanlığı gibi bazı Sivil Toplum Kuruluşlarında da görev almaktadır.[5]
Zapsu’ların bağlı oldukları Bedirhan aşiretinden çok sayıda ünlü isim, günümüz Türkiye’sinde siyasi, akademik, sanat, sanayi ve ticaret ortamında yerini almıştır. Prof. Emre Gönensay ile birlikte Cüneyd Zapsu ilk akla gelen isimler olmaktaydı. Gönensay, Tansu Çiller’in Başkanlığında Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştı. Cüneyd Zapsu ise bir zamanlar Recep T. Erdoğan’ın “aklımın yarısı” olarak lanse ettiği baş danışmanıydı.
Gazeteci Çiğdem Toker, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan‘a herkesin içinde bir soru sormuştu: “Cüneyd Zapsu ile Yasin El Kadı arasındaki kara para trafiğini belgeleyen MASAK raporunu sümen altı ettiğiniz ve işleme koymadığınız söyleniyor. Bu konuda ne yaptınız?”
Unakıtan bu soru üzerine şaşırmış, kızmış, bozarmış -ki bu pişkin adamın 80 yıllık fabrikalarımızı satarken neler söylediğini göz önünde bulundurun- ve şu yanıtı vermişti: “O raporu savcılığa gönderdik. Şimdi savcılıkta.”
Ertesi gün Zapsu yazılı bir açıklama yapmıştı: “Benim böyle bir savcılık soruşturmasından bugüne kadar bilgim olmadı. Böyle bir şeyin olduğunu da zannetmiyorum.” Ardından gazetelerde bir haber yer almıştı. Başbakanlık, CHP Adana Milletvekili Kemal Sağ’ın soru önergesini yazılı yanıtlamıştı: “Cüneyd Zapsu adında bir personelin Başbakanlık Danışmanı olmadığı kayıtlarımızdan anlaşılmıştır.”
Adam Başbakan adına dünyayı geziyor, ABD yönetimiyle bile toplantılara katılıyor ve hâlâ Başbakanlık, kendisinin Başbakan Danışmanı olmadığını söylüyordu!?
Esma Gündoğdu’nun, Aktüel dergisinin 25 Ekim 2005 tarihli sayısında yer alan yazısına göre; “Eski Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar, Tarihçi yazar Cemal Kutay, eski Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Tevfik Ali Çınar, senarist Ayşe Şaşa -Şaşa eski Marksist sonra dinci-, İbrahim Alaattin Gövsa, Menderes dönemi Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu, Ürdün Kralı Hüseyin’in amcaoğlu Rakan Haşimi gibi isimler de Bedirhan Aşiretinin mensuplarıydı.”
20 Eylül 1992′de, Diyarbakır’da faili meçhul bir siyasi cinayete kurban giden Kürtçü Musa Anter Zapsu, Cüneyd Zapsu’nun eniştesiydi. Musa Anter öldürüldüğünde, Abdullah Öcalan başsağlığı mesajı yayınlamıştı. Musa Anter’in İsveç’te yaşayan oğlu Dicle Anter’in, Vatan Gazetesi’nin Kürt asıllı yazarı Ahmet Tulgar’a 30 Ekim 2005 tarihinde verdiği röportajdan öğreniyoruz ki, Musa Anter 49′lar davası sırasında, 1959 yılında Kürtçe şiir yazmıştı. Evet aile efradı ve akrabalarının çoğu Güneydoğudan fazla Amerika’da yaşayan Cüneyd Zapsu, Siyonist odaklarla irtibatlı karanlık bir adamdı.
Abdurrahman Dilipak da, Siyonist Gelecek Tarih Kurgucusu Noah Harari ve Cüneyd Zapsu’nunkine benzer kuşkular pompalıyordu:
“Sanki bir meteor kuşağı dünyaya doğru ilerliyormuş gibi. Dünya o meteor kuşağının içinden geçecek olursa, çok insanın canı yanacak. Biz ahir zaman Peygamberinin ümmetiyiz. O diyor ki, “Bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz.”… Sahi Fransa’da neler oluyor? Macron’a yönelik suikast ihbarlarının arkasında ne vardı? İngiltere’de hani şu Rothschild malikânesinin üzerinde çarpışan bir uçakla bir helikopter vardı. Kim öldü ya da öldürüldü. Biz Veliahd Prens, Hariri, Dahlan derken; Arap yarımadasında birtakım prensler, zengin işadamları ortadan kayboluyordu. Ortadan kaybolan sadece Kaşıkçı değildi.
Da Vinci, The Economist dergisinin kapak konusu ile bir kez daha gündemde. Vinci’nin ölümünün 500. Yılında yenidünya düzeni tartışılıyor. Öte yandan; Türkiye gündeminde tartışılmasa da 2019 ile yeni bir süreç başlıyor. 2019 yılında digital devrim gerçekleşecek. Eskisine hiç benzemeyen yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. Avatarlar ve Siborglarla çok farklı bir dünya. Bilim, sanat, siyaset, ticaret, sanayi, eğitim, sağlık, tarım, para her şey siber devrimle yeniden tanımlanacak. Bilgi bombardımanına tabi tutulacağız ama agnostik hale de gelebiliriz. Yenidünya düzeninin öncüleri önlerindeki engelleri kaldırmak için dünyayı cehenneme çevirebilirler. Hiçbir şey ihtimal dışı değil.”[6]
Acaba bütün bunlar sadece rastlantı mıydı, yoksa aynı malum ve mel’un merkezlerce planlanan “Beyin yıkama ve insanları küresel güçlere teslime mecbur bırakma” operasyonlarının irtibatlı bir parçası mıydı? Ve soruyoruz… Sn. Dilipak; Sn. Erdoğan’ın, Paris sokaklarına yazılmasından korktukları, “Zulüm 1789’da başladı!” sloganlarıyla, “Zulüm 1453’te başladı!” yazılarını, aynı ayarda görmelerini nasıl yorumlamaktaydı?
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
[1] 03.12.2018 / https://www.birartibir.org/siyaset/194-42-talep
[2] Her şeyin olabildiğinden daha kötü olduğu yer, ya da her şeyin olağandan daha kötü olduğu durum olarak nitelendirilebilir.
[3] M. Serdar Kuzuloglu / https://www.dunyahalleri.com/yuval-noah-harari-teknolojik-elitlerin-yeni-hedefi-beynimiz/
[4] Nerdun Hacıoğlu / Moskova – 21.06.2018 – Hürriyet.com
[5] http://www.akkunpp.com/yonetim-kurulu
[6] 26 Kasım 2018 – Yeni Akit – Meteor Kuşağı