ADİL DÜZEN:
MİLLİ RESTORASYON VE YENİ BİR DÜZEN İHTİYACI[1]
Hak ile Bâtıl’ın birbirine karşı üstünlük kavgasının süreci; iyilerle kötülerin çekişmesi, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin hesaplaşma serüveni ve kısaca farklı medeniyetlerin hâkimiyet mücadelesi insanlık tarihi boyunca devam edegelmektedir.
“…İşte Biz, (galibiyet ve hâkimiyet) günlerini (ve dönemlerini) insanlar (Hakkı tutan veya bâtıla uyan toplumlar) arasında (imtihan gereği ve gayretlerine göre) böyle çevirip-devredip dururuz…”[2] ayeti de bu gerçeği haber vermektedir.
Bu sürekli evrim ve değişim; sadece farklı medeniyetler, rakip ve güçlü ülkeler arasında değil, köklü devletlerin bizatihi iç kurum ve oluşumlarında da kendini göstermekte, hükümetler, sistemler ve rejimler değiştiği halde “milli derin devlet” diyebileceğimiz ve büyük devletlerin “gen”leri olarak tarif edebileceğimiz bir “çekirdek, öz”, gelişen ve değişen yeni şartlara ve standartlara uygun, yeni filizler, fikirler ve şekiller üretebilmektedir.
Bu tarihi ve tabii gerçeğe dayanarak diyoruz ki: Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin ve Türk-İslam Medeniyeti’nin, çağdaş ihtiyaçlara ve şartlara uygun “aşı”larla gelişmiş ve gençleşmiş yeni bir filizi ve meyvesidir!..
İşte aşağıdaki tespitler de bu yöndedir ve oldukça önemlidir:[3] (Ancak bu alıntı; üzerinde gerekli düzeltme ve eklemeler yapılan, hem tenkit hem tebrik mahiyetindedir.)
“Anadolu’nun dirlik ve düzen tarihi, devrimlerin değil restorasyonların silsilesidir… Toplumsal ilişki ve çelişkilerin değil, devletin yeniden tanziminin bir sürecidir. Savaşlar ve göçlerle dolu bu coğrafyada temel siyasal hedef ve sorun, daima; “denetim ve disiplinin nasıl korunacağı?” olagelmiştir. Dirlik ve düzen, en iyi denetimin sağlanması olarak algılanmış ve bu amaçla toplumların zihniyet dünyasında kutsal olan ve somut yaşamlarında otoriter davranan “devlet örgütlenmeleri” vücut bulabilmiştir. Bu kutsi ve yarı askeri devlet örgütlenmeleri, esas itibarıyla “göçebeliğin denetimi ve savunma sisteminin sürekliliği” üzerine kurulan askeri-tarım düzenini oturtmayı ifade etmiştir: Mülkün ve halkın denetimi, din ve inanç istismarının denetimi, aşiretlerin ve azınlıkların denetimi, hatta anonim bütünler içinde erimiş halde var olan bireysel kimliklerin ve geleceğin denetimi… Düzen; işte bu denetimle elde edilen hâkimiyet ve hegemonyanın adıdır. Tarih boyunca süren büyük çaplı göçlerin ve afetlerin yıkıcı etkileri, ya da savaşların büyük yenilgi ve zafer gibi sonuçları ise; dirlik ve düzenin yeniden kurulmasının, ya da yenilenmesinin kapısını açmıştır.
Roma İmparatorluğu; tarihi boyunca İran-Roma savaşlarının yorgunluk dönemlerini, Hristiyanlığın kabulünü, Kuzey ve Doğu’dan gelen göç ve istila dalgalarını, ikonoklast (Hristiyanlıkta İsa-Meryem resimlerine ve heykellerine tapınmayı putperestlik sayan dini görüş) akım gibi, yeni sosyo-politik dinamiklerin harekete geçmesini ve yine göç ve savaş temelli yeni sosyolojik faktörlerin ürünü olan mezhep ayrışmaları gibi nedenlerle ortaya çıkan bozulma dönemlerini, restorasyon anlamına gelen yeni politikalar ve reformlarla aşmıştır.
Osmanlı da aynı şekilde, Timur İstilası, İstanbul’un Fethi’yle Bizans’ın yıkılması ve Viyana Kuşatması sonrasında büyük restorasyonlar ve yeniden yapılanmalar yaşamıştır. 17. yüzyıldan itibaren yeni dünyanın keşfi ile birlikte, Avrupa’da başlayan modernleşme sürecinin sonuçlarından biri olarak: Ticaret yollarının değişmesi, sömürgecilik siyasetleri ve Anadolu’da baş gösteren kıtlık dönemleri arka arkaya dirlik ve düzeni bozmuş; 3. Selim’le başlayan yenilenme çabalarına yol açmıştır. Tanzimat, kapsamlı bir restorasyon süreci olarak gösterilmiş olsa da, aslında ekonomiden kültüre, siyasetten diplomasiye kadar her alanda Osmanlı’yı içten kuşatma hareketidir ve 2. Abdülhamit’in temsil ettiği direnç politikasına rağmen 1. Dünya Savaşı sonunda, düzen tamamen çökmekten kurtulamamıştır. Cumhuriyet, Osmanlı’nın yıkıntıları arasından; dış güçlerin ve Siyonist merkezlerin bazı hesaplarını kendi Milli planları doğrultusunda kullanan Mustafa Kemal’in dehasıyla kurtarılabilen Anadolu’nun restorasyonu olarak şekillenmiş bulunmaktadır. 2. Dünya Savaşı sonrası demokratik düzen deneyimi ise, daha küçük çaplı bir restorasyon hamlesi olarak sahneye çıkmış ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte tekrar bir restorasyon ihtiyacı ve talebi yoğunlaşmıştır.
Bu tarihi serüven kesintisiz sürmekte ve her yeni durum karşısındaki tıkanma ve bozulmayı yeni bir restorasyon hamlesi izlemektedir. Jeopolitiğin tarihsel gerçeği ve cilvesi olarak, yaşadığımız coğrafya, göçler ve savaşlarla işleyen ve çöken bir düzene sahiptir. Dinler ve kültürler, bu düzenlerin prizmalarına yansıyan yüzleriyle toplumu mayalamakta ve ayarlamakta oldukça etkilidir.
Restorasyon; kuruluş temellerine, direklerine ve dinamiklerine sadık kalarak, düzenin yeniden yapılanması ya da yeni bir düzen kurulmasıdır. Devrimlerden farkı, devlet içinde veya devlet kademelerinde etkinlik kazanmasıdır. Yani esas itibarıyla; hegemonya çeperindeki inisiyatif ve eylemlerle yeni bir irade beyanıdır. Başka bir ifadeyle: Hiçbir toplumsal dinamik, devlet içi desteği ve derin beyin projesi olmadan başarıya ulaşamayacaktır. Bunun gibi, Avrupa’daki sınıfsal çatışmalar ya da Amerika’daki iç savaşlar türünden-örgütlü halk müdahalesi olmadan, bütün çelişki ve çatışmaların sadece “devlet bağlamında” sahneye çıkıp çözülmesi de imkânsızdır. Yani restorasyon, seçkinler öncülüğünde yeni tanzimin yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşme olayıdır. Restorasyonlar, sonuçları itibarıyla “pasif devrimler” olarak nitelenebilecek köklü değişimlere yol açtığı gibi, bazen de var olan statükonun korunması ve ömrünün uzatılmasını sağlayacak tedbirler düzeyinde de olmaktadır. Tarihin kırılma anları bu yöntemle ve daha az sakıncalı biçimde ortaya çıkmaktadır.
Yine tıpkı devrimlerdeki gibi her restorasyon süreci, başlangıcında ya da sonucunda; yeni elitlerin sahneye çıkmasını sağlamaktadır. Bizans’ın fethi sonrasındaki Osmanlı’da beylikler koalisyonu görünümündeki “devletlü sınıfların” yerini, bu sefer “devşirme elitler” almış, Tanzimat sonrası kurulan modern okullarda yetişen aydın-bürokrat kadrolar ise, Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in yeni elitleri olarak sahneye çıkmışlardır. Elit dönüşümü, düzenin yenilenmesinin vazgeçilmez kuralıdır. Yeni ve milli bir değişim yaşanacak -ki bu kaçınılmazdır- o takdirde bu yeni dönem ve düzene uygun kadrolara kapı açılacaktır.
Restorasyonlar, doğanın sürekli kendini yenilemesi gibi; toplumların ve düzenlerin de mecburi yenilenme dönemleri ve gereksinimleri olduğunu ve bu yeteneği olmayanların tasfiye edildiğini göstermektedir. Bu değişim ve yenilenme, adeta tarihin çarkını döndüren bir dinamo etkisine sahiptir. Şüphesiz her yeni iyi, her eski de kötü sonuçlar doğuracak değildir. Ama değişim, her tür sonucuyla birlikte tarihin değişmez yasası ve tabii sürecidir.
Bizatihi kendisi, Osmanlı’nın çöküşünün restorasyonu anlamını taşıyan Cumhuriyet dönemine baktığımızda, kurulan yeni düzenin de sürekli yenilenme ihtiyacı duyduğu ve bu yönde kritik dönemeçler yaşandığı görülmektedir.
1930’lu ve İsmet İnönü’lü yıllarda Avrupacı, 1950’li ve Adnan Menderes’li yıllarda Amerikancı doğrultuda iki önemli Batılılaşma deneyimi yaşanmıştır. Her iki dönemde de dünya konjonktürüne ve ABD öncülüğündeki Siyonist sermaye hâkimiyetine paralel özelliklere sahip yenilikler başlatılmıştır. İlkinde Sovyet, Alman ve İtalyan totalitarizminin bir karması üretilmiş, ikincisinde ise kapitalist Batı modelleri taklide çalışılmıştır. Üçüncü restorasyon deneyimi ise; 1980’li yıllarda Özal’la başlayan ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte yeni durumun belirsizliği nedeniyle yarım kalan ve Özal’ın ölümüyle birlikte rafa kaldırılan 2. Tanzimatçılık uygulamalarıdır.
28 Şubat süreci ise, 1940’lı yılların despotik dinamiklerine yaslanarak; Erbakan’ın milli, ilmi ve tarihi restorasyonunun kapılarını kapatmaya çalışmış, ancak tam tersine Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alan derin bir çelişkinin alevlenmesi ile sonuçlanmıştır.
İçinde yaşadığımız süreçte, Türkiye’nin yeni bir yön çizerek siyasetten, yağma ve talan düzenine kadar bütün sosyo-ekonomik ve politik statükoyu elden geçirip yeni bir düzen inşa etmesi kaçınılmazdır. Bu süreçte birbiriyle çatışan ve Türkiye’nin geleceğini ipoteğe almaya çalışan, “iki ana restoratör taraf” göze çarpmaktadır: 1- Statükocu odaklar ve 2- Tanzimatçılardır.
Son elli yıllık geçmişe baktığımızda: “Karşılıklı olarak birbirini besleyerek çatışan bu bağdaşmaz taraflar arasındaki derin çatlak” Türkiye’yi yeni ve daha kritik sorunlarla yüz yüze bırakmıştır. Statükocu güçler, Kemalizm’e sığınarak sahnede tutunma savaşı ve telaşındadır. Artık Kemalizm, koflaşmış ve milletten kopuklaşmış güçlerin iktidarda kalma tarzının paravanı yapılmıştır. Bu kesimlerin ‘İlla da biz yöneteceğiz!’ iddiası dışında hiçbir ciddi tez ya da projeleri bulunmamaktadır. Ulusalcılık olarak tanımladıkları Batı şovenizmini ve sosyalist kapitalizmini, Siyonist ve emperyalist küreselleşmecilikle çatışmaya sokarak, buradan güç ve meşruiyet devşirmeye çalışmaktadırlar. Laik ve despotik vasıfları, bürokratik üslup ve yöntemlerle savunma alışkanlıkları yüzünden, milletle de çatışan bu kesimlerin nihai amacı: Oluşacak yeni düzeni, kendilerinin de içinde olacağı bir denge ve koalisyon tarzında gerçekleşmeye zorlamaktır. Bu amaçla kendi varlıklarını ve güçlerini abartarak pazarlık şanslarını yükseltmeye çalışmaktadırlar.
İkinci taraf ise; ideolojik hedefleri, dış müttefikleri ve söylemleri itibarıyla Tanzimatçılığı çağrıştıran, yenilikçi bürokratlardan, tekelci sermayedardan ve aydınlardan oluşan, biraz da İslamcılık sosu karıştırılan daha organize kesimlerin, küreselleşmeci takımıdır. İsrail güdümlü, İngiliz siyasetini taklit ve tatbik eden bir çerçevede reformist ve revizyonist politikaları savunan bu kesimlerin talep ettikleri restorasyon, esas itibarıyla söylemin büyüsüne yaslanarak, geniş toplumsal kesimler nezdinde cazibe oluşturma şansını yakalamıştır. Statüko ile çatışmanın haklılığından beslenen değişim taleplerini, Menderes ve özellikle Özal dönemini referans gösterip, Milli Görüş’ü ve mağduriyet psikolojisini istismar eden AKP iktidara taşınmıştır. 2. Tanzimatçıların; Kürt ve İslamcı muhalif güçleri yanına yedek ve destek olarak alma ve gelenekçi güçleri yalnızlaştırma stratejisi ise, AB’ye giriş heves ve hayalleri üzerinden gündem oluşturmaktadır.
Statükocu güçler, maalesef her tür değişim talebine karşı saplantılı bir reddedişin dilini kullanmakta, sahiplendikleri düzenin bittiğini görmelerine rağmen, hem çağdaşlaşma hedefini, hem de bu çağdaşlaşma sürecini frenleyen şeyleri aynı anda korumaya çalışmaktadır. Kendilerine özgü bir projenin olmamasından dolayı, daima tekrarlanan demode sloganlarla ve uyarlanma eksikliğinden ötürü keskinleşen çağdışı politikalarla devleti ve toplumu cendereye almışlardır.
2. Tanzimatçı ve din istismarcısı çevreler ise; küreselleşme ve değişim söyleminin büyüsüne, iştahla ve tarih ötesi bir edayla sahip çıkmaktadırlar. Devleti, hükümet etme işinden uzaklaştıran ve tekniği politik ideolojinin yerine koymaya çalışan “yeni tip hegemonya” biçimini kurtuluş sanmaktadırlar. Dünyaya hâkim güçlerin ve Siyonist sermayenin güdümüne girmeyi “gerçekçilik ve dünya ile birliktelik” olarak sunan bu çevreler, kendi teklif ve taleplerinin, teorik düzeyde dahi zamana ve mekâna giydirilip test edilmesine fırsat verilmeden kabullenilmesini dayatan örtülü bir faşizanlığı, yöntem olarak kullanmaktadırlar. Yine sorgulanmaya ve yanlışlarının hatırlatılmasına karşı, pervasız ve suçlayıcı reflekslerle tepki veren özellikleriyle bu kesimler, karşı çıktıkları totaliter güçlerle, esasta aynı sistemi, yani küresel güçlere teslimiyetçiliği paylaşmaktadırlar.
(Bu bağlamda, Ergenekon davası üzerinden sürdürülen hâkimiyet kapışması da; “Milli”lerle “Gayri Milli”lerin çatışması değil, “küreselci unsurlarla, masonik ulusalcıların” boğuşması şeklinde okunmalıdır. Daha doğrusu, Siyonist sermaye imparatorluğunun, gizli dominyon olarak gördükleri Türkiye’deki sömürü arabalarının “at”larını değiştirme olayıdır. Bir taraf Kemalizm ve Devrim sahtekârlığı, bir taraf ise Din ve Değişim istismarcılığı yapmaktadır. Ergenekon kumpaslarını dış talimat ve tertibatlarla birlikte uydurup uygulayan Cemaat’le AKP Hükümetinin daha sonra kapışmaları ise; din ve devlet gayretiyle değil, makam ve menfaat çekişmesiyle alâkalıdır.)
Sonuçta “zincirleme özdeşleşme” diyebileceğimiz türden, birbirinden beslenerek var olan ve giderek benzeşip aynılaşan Batı kaynaklı iki farklı tarafın çatışmasına hapsolma tehlikesi ile karşı karşıya kalınmaktadır.
Arka planında ABD/AB ve Asyatik güçlerin rekabeti, iç politika seyrinde ise; iktidar ve rant paylaşımından etnik hegemonya çekişmesine kadar, bir dizi yanal ve sanal çelişkinin de dahil olduğu bu kaotik sürecin tek eksiği “milli bir seçeneğin” oyuna dahil olmamasıdır ve artık olmalıdır!
Millilik Nedir?
Önce bazı kavramların anlamı üzerinde durmamız gerekiyor. Herkesin kendi durduğu yere ve keyfine göre anlam yükleyip, olumlu ya da olumsuz kıldığı bu kavramlar konusunda netleşmek; bütün tanımların altüst olduğu bir dönemde, yeni ve gerçekçi tanımlar ve anlamlandırmalar geliştirmek şarttır. Bilindiği gibi: “milli” kavramı, “national”ın karşılığı olarak icat edilen “Ulus” kavramının alternatifidir, yani aynısı değil, karşıtıdır. Bu ikisini birbirinin yerine kullananlar olmakla birlikte, bizatihi ulus kavramını icat edenlerin niyet ve maksatlarının da gösterdiği gibi; milli olan: Millete ait özellikleri ve gayeleri taşırken; ulus ise: Devlete ve devletlü seçkinlerin devleti algılama biçimine dair bir kavramsallaştırmadır. Milli ile negatif milliyetçilik yani kavmiyetçilik kavramı da farklıdır. Zira negatif milliyetçilik ve kafatasçı kavmiyetçilik; yani ötekini dışlayıcı, tek tipçi, daraltıcı ve etnik temelli ırkçılık, milli kavramındaki gibi kucaklayıcı ve kurtarıcı bir oluşu ve duruşu değil, Batı’dan kopya edilip türetilmiş bir misyonu ve dejenerasyonu amaçlamaktadır.
Bu kullanımların hepsi Soğuk Savaş koşullarının ürünü olan ideolojik maksatlı tanımlardır. Bu nedenle “Milli” kavramının tekrar düzeltilmeye ihtiyaç duyduğu açıktır ve bu kavramın 20. yüzyıl başlarındaki asıl anlamına uygun yorumlanması lazımdır. Bu anlam ise özetle şudur: Milli, millete ait olandır ve milletin amaçlarına ve ihtiyaçlarına uygun planlardır ki; milletin tarihini, coğrafyasını, varlık ve bekâ çabasını anlatır. Millet ise; ortak tarihi ve kültürel bağa sahip bulunan, inanç ve kader birliği oluşan, Anadolu’yu anavatan sayan, ama Anadolu’dan daha geniş bir coğrafyada yaşayan, bütün farklılıklarına rağmen kendini ortak millet ruhu ile tanımlayan topluluğun adıdır. Temel dokusu Müslümanlık olmakla birlikte; farklı din ve inançlardan mensupları olan, temel ve resmi dili Türkçe olmakla birlikte, farklı dillerin de konuşulduğu bu milletin varlığını ve bekâsını savunup sahiplenmek, gelişmesini ve güçlenmesini istemek, temel ve ortak inanç, değer ve taleplerini her şeyin üstünde belirleyici olarak görmek, milliliğin icabıdır. Bu tanım çerçevesinde, milliliğin zıddı yani gayrı millilik, millete dayanmamak ve milletin şu ya da bu özelliğine karşı çıkmaktır. Bu anlamda ulusçuluk dahi, milletin dini inanç ve ahlâki değerlerini dışladığı ölçüde gayrı milli bir ideoloji konumundadır. Yine millilik, millete dayanmayı temel aldığı için, milleti dışlayan her tür siyasi projeyle, örneğin arkasına askeri almaya çalışan masonik vesayet rejimlerini, bütün totaliter sistemleri ve oligarşik yönetimleri gayrı milli saymak lazımdır. Öte yandan negatif (ırkçı) milliyetçilik ve kavmiyetçilik de özünde gayrı milli bir düşünce akımıdır. Zira milleti dar ölçülerle ayırmayı, ötekiler üzerinde hegemonya kurmayı ve milli ve manevi değerleri, ırkçı amaçları için kullanma dışında, bunları bir kenara atmayı amaçlamıştır. Negatif milliyetçilik akımı genelde Beyaz Türklerin, öteki addettikleri, milletin parçası olan etnik unsurları kışkırtıp kullanmayı hedefledikleri masonik seçkinlerin ideolojisi haline gelmiş bulunmaktadır. İşte bu yüzden millici pozitif milliyetçiler kendilerini ve yollarını onlardan ayırmışlardır.
Milliliğin bir diğer özelliği ise; doğal olarak yabancı güçlere karşı her türlü bağımsızlığı savunmaktır. Fakat bu bağımsızlık, milli değerleri ve dinamikleri dışlayan bazı ulusalcıların bağımsızlık anlayışından farklıdır. Bu ulusçular kültürel olarak gayrı milli, yani Batıcı oldukları ve manevi değerlere yabancı bulundukları için, bağımsızlığı; milletin dünya milletleri arasında kendi varlığı ve amaçları ile onurlu bir yer sahibi olması şeklinde anlamazlar, sadece bir şekilde gasp ettikleri iktidarın, ellerinde kalması ve kimsenin onlara karışmaması olarak anlarlar. Yani ulusçu bağımsızlıkçılık; bir ideolojik zümrenin keyfi hegemonyasını korumayı ifade eder, gerçek bağımsızlığı değil. Bu nedenledir ki, ülkemiz onların hegemonyaları altında maalesef Avrupa’nın eyaleti, Amerika’nın sömürgesi ya da ulusçu zümrelerin keyfi hegemonya çiftliği olma seçenekleri arasında sıkışıp kalmıştır.
Başka bir husus ise millilikle enternasyonalizmi zıt görme yanlışlığıdır. Evrensellik ve “nizam-ı âlem” amacı taşıyorsa, ya da başka tip kapsayıcı ve kuşatıcı sistemler; eğer farklı köken ve kültürden, ayrı din ve düşünceden bütün ülkelerin birlikte ve barış içerisinde yaşamasını, imkânlarını ve kazanımlarını paylaşmasını içeriyorsa, bu yaklaşım bizatihi milliliğin zıddı olmayacaktır. Ancak yukarıda tarif edilen millilik vasıflarını kaybedince, gayrı milli bir zemine kayacaktır. Siyonist ve emperyalist dünya hâkimiyetini ve kendileri dışındaki bütün halkları köleleştirmeyi hedefleyen “Küreselcilik” elbette şeytanlıktır ve şer güçlerin bir amacı ve aracıdır.
Millilik konusunun en kritik noktası, milleti temel almakla birlikte bir tür millet fetişizmine kayma riskini taşımasıdır. Yani millicilik; kendi içerisinde giderek bütün evrensel ve yerel değerleri dışlayan, çarpıtan ya da keyfine göre kullanan, kendi ırkına mahsus despotik bir ideolojiye yol açabilme olanağıdır. Bu nedenle milliliğin, ancak ve sadece milletin mayası olan İslami değerlerin sürekli tasdikine ve denetimine açık bir siyasal etiğe (tam demokrasiye) ve milletin farklı kesimlerinin temsil edildiği bir devlet felsefesine dayandırılması şarttır. Bu da dürüst seçimleri, referandum geleneğini ve sivil yerel inisiyatiflerin etkinliğini ve çoğulculuğa dayalı bir siyasi-sosyal düzeni gerekli kılmaktadır.
Özetle: Milli olan millete dayanandır, İslam’la barışık olandır, milletin özgürleşmesine çalışandır, milleti global bir gerçek haline getirme amacıdır, milletin tek tek her ferdine değer vermek ve her koşulda milletin mensuplarını korumaya, yüceltmeye, güçlendirmeye çalışmaktır. Milli olan; Türk’tür, Kürt’tür, Kafkas’tır, Balkan’dır, Ortadoğu’dur, Avrasya’dır, Batı’dır, Akdeniz’dir, Karadeniz’dir, Selçuklu’dur, Osmanlı’dır, Cumhuriyet’tir, Sünni’dir, Alevi’dir, İslamcı’dır, Solcu’dur, Ülkücü’dür; milli olan, milletin davasıdır, sevdasıdır, millete saygı duyan, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkandır. Milli olan; gayrı milli güçlere karşı durandır, oligarşik despotizmi ve arkasındaki Batılı emperyalistlerin ‘gizli görevlendirmelerini’ tanımayandır. Millet fetişizmine kaymadan, işte bu millilik tanımı çerçevesinde yeniden safları düzenlemek ve sorunlara bakış açısını düzeltmek, yaşadığımız sürecin, en önemli ve öncelikli fikri ve fiili (teorik ve pratik) çabası olmalıdır. Bütün ideolojik akımların budandığı bir dönemde, tüm namuslu kafaların kendi ideolojik tercihlerini korumak kaydıyla, önce bu milli duruş ve algılama noktasında saflaşmaları ve kucaklaşmaları hayati önem taşımaktadır. İslamcıların, solcuların, ülkücülerin, liberallerin: İçlerine sızan gayrı milli unsurları tespit ve tasfiye edebildiği ölçüde; bu ülkenin İslamcılığı mü’minlere, solculuğu emekçilere ve ülkücülüğü ise memlekete ve devlete hizmet eden; ve birbirleriyle ülke sorunları konusunda paslaşabilecek ve paylaşabilecek olgunluğa erişen, gerçek fikri akımlar olacaktır. İşte o zaman liberallik ya da sosyal demokratlık, bu akımların alt kanatları olarak gerçek yerini bulacak ve var olan güdümlü demokrasicilik oyunu yerine, sahiden milletin kendi kendini yönetmesi geleneği başlayacaktır!
Milli Restorasyon: İmkânlar ve Bakış Açıları!
Türkiye’nin geleceği üzerinde iddia sahibi olan, ama milli düşünceye yabancı bulunan, solcu-sağcı, ulusalcı-İslamcı gibi tarafların çatışması; ihtimal ki, küresel dengelerin emperyalist hesaplar doğrultusunda yerine oturmasına, özellikle Avrasya’nın paylaşımının tamamlanmasına kadar devam edecektir. İçerideki çatışma ise kesintisiz sürecektir. Hatta bunların sonunda muhtemelen iki ana partili ve masonik merkezli bir parlamenter düzenin ikamesi hedeflenmektedir (ve maalesef sonunda bu kanala girilmiştir). Hatta daha da ileri gidip, bütün yetkilerin, (Yasama, Yürütme ve Yargı gibi) bütün erklerin bir kişinin güdümüne verileceği… Böylece “dış güçler” dediğimiz malum ve mel’un merkezlerce ülkemizin daha kolay yönlendirileceği bir BAŞKANLIK sistemine doğru gidilmektedir… Ve bunun ne denli tehlikeli ve tahrip edici olduğu özenle gizlenmektedir. Doğru uygulansa, demokratik unsurlara dayansa, Kur’an’ın ısrarla vurguladığı istişare (danışma, dayanışma ve ortak akılla karar alma) kuralı esas alınsa, etkin ve yetkin bir Meclis (Parlamento) denetimi sağlansa, ancak o şartlarda yararlı olacak Başkanlık Sistemi bu haliyle; “Dolaylı Sömürgeciliğin ve bir kişi üzerinden toplumu yönetip sömürü çarkını sürdürmenin” bir aleti ve demokratik despotizmin yürütülmesidir. Öyle anlaşılmaktadır ki her iki taraf için de: TSK’nın siyasi ve ekonomik vesayetini törpülemek bahanesiyle orduyu etkisizleştirmek; ılımlı ve dış mihraklara bağımlı dış politika eğilimini güçlendirmek, bu sürecin en temel iki çatışma eksenidir.
İşte Milli bir restorasyon perspektifi, tüm bu realiteler ve hıyanet girişimleri bağlamında daha çok önem kazanmaktadır. Bu Milli bakış açısının temel çerçevesini ana hatlarıyla özetlemek gerekirse;
1- Milletin tümünü; her kökeni, her görüşü temsil ve ifade eden bir Devlet aklı inşa edilmelidir; kutsal devlet yerine sosyal devlet hedeflenmelidir.
2- Devlet çeperini işgal eden Batı destekli oligarşik güçlerin imtiyaz, tazyik ve manipülasyonlarına direnecek dinamikler tekrar harekete geçirilmeli ve Anadolu insanının devlette görev alıp güçlenmesini içeren yeni bir “elit dönüşümü ve kadro değişimi” gerçekleştirilmelidir.
3- Düvel-i Muazzama’nın (büyük devletlerin ve küresel organizelerin kendi) iç çelişkilerini kullanmaya ve yerli kartlarımızı güçlendirmeye ayarlı proaktif ve çok taraflı bir dış politika doktrini geliştirilmeli ve en az 50 yıllık bir stratejik vizyon belirlenmelidir.
4- Dış güçler ve oligarşik işbirlikçiler adına milletin elini kolunu bağlayan, güçsüzleştiren ve mülksüzleştiren politikalar; bütün uygulayıcıları ve sonuçlarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Milleti güçlendirecek siyasi, ekonomik ve sosyal reformlar uygulamaya konmalı, temel hak ve özgürlükleri sağlayacak tam demokratik ve hukuk temelli yeni bir düzen getirilmelidir. Parlamenter sistem, kademeli bir geçişle Yarı Başkanlık Sistemi’ne dönüştürülmelidir.
5- CHP gibi statükocu güçlerin bağımsızlık gevelemeleri ile, AKP gibi 2. Tanzimatçıların değişim söylemleri, milli bir potada ve rotada sentezlenmeli, bu tarafların tahrip edici çelişkileri, modern, demokrat ve kalkınmış, bağımsız Türkiye projesiyle giderilmelidir.
6- Batılılaşma ve Avrupalılaşma politikaları terk edilmeli ve milli bir modernleşme perspektifi geliştirilmelidir. Dünyaya açık, modern değerleri içeren ve küresel trende dâhil olabilen bir millilik anlayışı yürütülmelidir.
7- Laiklik, cumhuriyet, demokrasi ve etnik talepler gibi güncel sorunlar milli meşruiyet ölçüsü ile değerlendirilmeli ve çözülmelidir. Milli meşruiyet; milletin tek karar verici konuma getirilmesini ve demokratik mekanizmalarla bunun sürekli teyit edilmesini gerekli görmektedir.
8- Devlet açısından dirlik ve düzenin, artık baskıcı ve dayatıcı bir denetim ve kontrol yoluyla değil, bilinçli ve hür iradeli bir katılım demokrasisi ve toplam kalite artışını kolaylaştıracak tam bir hukuk düzeni sayesinde sağlanacağı gerçeğine uygun bir konsept değişikliği yapılmalı ve yerleştirilmelidir. Ve işte Adil Düzen bunun en güzel örneğidir.
Bu perspektifler çerçevesinde uzlaşılarak gerçekleştirilecek bir milli restorasyon, herhangi bir ‘taraf’ın değil, bütün Türkiye’nin çağ değiştirmesi demektir. Çünkü, artık düzen çürümüş ve çökmüş, dirlik birlik bozulup çözülmüş, hem statüko hem de sözde anti statüko görünümlü Batıcılık, en ciddi sorun haline gelmiştir. Geç kalmanın ve ağırdan almanın çok tehlikeli sonuçlar doğuracağı kritik bir süreçten geçilmektedir. Çünkü tarihin ve coğrafyanın tanıdığı zaman ve imkânlar hızla tükenmektedir. Artık yeter, suni ve sentetik çelişkiler üzerinden; terör ve mafyavari çeteler eliyle, ölecek ve öldürecek insanımıza yazıktır, imkânlarımız ve elemanlarımız boşa harcanmaktadır.
Milli demokratik bir restorasyon: Sahte seçim oyunlarını, particiliğe dayalı basit ve çağdaş kabile kavgalarını, medya denilen manipülasyon tezgâhlarını ve komprador rantiyeci sermaye sınıfını da terbiye edecek şekilde; milli iradenin tecellisi olacaktır!
Türkiye; yaşadığı bu toz duman ortamını, ancak ve önce: Adil, asil ve asri yeni bir düzen kurucu ruha sahip, milli ve cesaretli bir hamle yaparak aşabilecektir ve aşmalıdır.
Bu bakımdan Adil Düzen bütünüyle Milli özellikler taşımakta ve evrensel projeler ortaya koymaktadır.
Çünkü Adil Düzen:
• Hem Milli,
• Hem İlmi,
• Hem İslami,
• Hem de insani esaslar yanında; tabii ve tarihi yasalara dayanmaktadır.
Ve tarihi her zaman kötüler değil, bu sefer de iyiler ve Milli’ler yazacaktır. Tahminimiz ve temennimiz odur ki; bu kutlu ve mutlu değişim de oldukça yakındır!
[1] Bu yazı, hem tebrik hem de tenkit için buraya alınmış; doğru yaklaşım ve yorumlar aynen kalmış, yanlış saptamalar ve bazı saptırmalar ise düzeltilerek ve gerekli bilgiler eklenerek aktarılmıştır.
[2] Âl-i İmrân: 140
[3] Ahmet Özcan, Ağustos 2002, Yarın Dergisi
KAYNAK: https://www.millicozum.com/mc/duyurular/adil-duzen-milli-restorasyon-ve-yeni-bir-duzen-ihtiyaci-dp3