ABD’NİN İRAN AŞKI VE ERDOĞAN’IN ŞAŞKINLIĞI
Yıllardır, defalarca yazdık ve hatırlattık: Batı (ABD, İsrail ve AB) gerekirse İran’a da yanaşır ve anlaşır, ama hiçbir zaman Türkiye’ye dost gözüyle bakmazlardı. Batının İran’ı “baş düşman ve en tehlikeli nizam” diye tanıtmaları, onları öne çıkarmaya ve Müslüman halklar nazarında kahramanlaştırmaya yönelik kasıtlı ve hesaplı bir tavırdı. Üstelik çok sinsi ve gizli bir şekilde Şiilerle Ehli Sünneti birbirine kışkırtıp kapıştırma planları da yapılmaktaydı.
Batının hesaplarını çok iyi bilen Mustafa Kemal SADABAD Paktı’nı kurup İran’la birlikte, Şiilerin yoğunlukta olduğu Afganistan ve Pakistan’la olumlu ilişkiler kurmaya çalışmıştı. Daha sonra Erbakan Hoca tarihi D-8’ler oluşumuna, öncelikle ve özellikle İran ve Pakistan’ı da katmışlardı. Erbakan Hoca ayrıca, İran’a özel ziyaretler yaparak, Şiilik taassubundan uzak, İslami ve insani prensip ve projeleri önemseyen Milli bir yapılanma oluşturmalarına katkı sağlamıştı. Hatta kendi çok özel gayreti ve gözetiminde hazırlanan teknoloji harikası proje ve şifrelerin bir kısmına İranlı yetkililere aktarmış ve bunlarla Amerika’nın insansız hava araçlarını -vurup düşürmek değil- olduğu gibi yere indirmeyi ve incelemeyi başarmış ve tüm dünyayı şaşkınlığa uğratmışlardı.
Şimdi aynı Amerika, tekrar İran’ı öne çıkarmaya başlamıştı!
Ruhani’den Ankara’ya işbirliği çağrısı, bunun ilk aşamasıydı. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Türkiye’ye, bölgesel krizlerin çözümü amacıyla işbirliğini artırma çağrısında bulunmuşlardı. Ruhani’nin Tahran’a resmi bir ziyarette bulunan TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i kabulünde Fars Haber Ajansı’na göre, “Tahran ve Ankara’nın bölgesel krizlerin çözümünde daha güçlü bir işbirliği yapmalarını” hatırlatmıştı. Ruhani’nin: “Tahran ve Ankara, daha yakın bir işbirliği ve etkileşim yoluyla, başta bölgesel krizlerin çözümü olmak üzere, bölgede daha etkin bir rol oynamalı” sözleri bazılarını şaşırtmıştı.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin, “ülkesinin nükleer programı konusunda muhataplarıyla 3-6 ay içinde anlaşmaya varmak istediğini” söylemesi de çarpıcıydı. Ruhani, Amerikan Washington Post gazetesine açıklamasında, bu meselenin çözümünün ABD-İran ilişkilerindeki yumuşama sürecinin başlangıç noktası olacağını aktarmıştı. Ruhani, bu konuda müzakere yürütmesi için dini lider Ayetullah Hamaney’den tam yetki aldığını vurgulamıştı. İran, uranyum zenginleştirme programı konusunda P5+1 olarak bilinen ülkelerle görüşmeler yapacaktı. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif New York’ta ABD’li meslektaşı John Kerry’nin yanı sıra, Çin, Rusya, Almanya İngiltere ve Fransa’dan temsilcileriyle buluşacaktı. Zarif-Kerry görüşmesi, İran ve ABD arasında 1979’dan bu yana yapılan en üst düzey görüşmelerden biri olacaktı.
İran’ın sırıtan Çarkı!
Hasan Ruhani göreve gelir gelmez işe hızlı başlamıştı. Önceden belirlenen gündemi olduğu anlaşılan Batı ile yumuşama politikası izlemeye çalışmaktaydı. Batı ile yeniden köprü kurmak için galiba bir günah keçisine ihtiyacı vardı, bu da Nejad dönemi olmaktaydı. Zarif ve Ruhani ikilisi Holokost (Yahudi soykırımı) meselesinden dolayı Nejad’ı suçluyorlardı. Evet, Ahmedinejad, İslam dünyasının gönlünü kazanmak için popülist bir dil kullanmıştı. Şimdi yeni İran ise Batı’nın gönlüne ve zihnine girmeye çalışıyorlar, hatta o kadar mübalağa ediyorlar ki, ‘İran’da Holokost’u inkâr eden tek bir kişi var. O da Nejad’dan başkası değil’ diyorlardı.
Türkiye’nin en çok başını ağrıtan konu olan Suriye krizi, dünyanın da en önemli problemi sayılırdı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Gül de BM konuşmasının üçte ikisini buna ayırmıştı. Krizin Türkiye, bölge ve dünya için taşıdığı riskleri ve çözüm önerilerini anlatmıştı. Mülteci sayısı 500 bine çıkmış, harcamaları 2 milyar doları aşmıştı. Sadece mülteci sorunu değil, sınır güvenliği kalmamıştı. Krizin en büyük mağduru olarak kendini sayan, bir şey yapmadığı için BM’yi suçlayan Türkiye’nin sesine başta ABD ve AB ülkeleri kulak tıkamıştı. Zira üstlendiği külfet nedeniyle takdir bekleyen Türkiye, Suriye’deki terör gruplarını desteklemekle, sınırdan geçişine izin vermekle suçlamıştı.
Birçok gazeteci bu suçlama ve algının vahametini New York’a gelmeden önce anlamamıştı. Medya röportajlarında ve düşünce kuruluşlarındaki konuşmaların soru cevap kısmında Gül’ü en çok sıkıştıran sorular bu konulardı. Amerikalı bir gazeteci şöyle sormuştu: “Binlerce yabancı cihatçı sınırınızdan Suriye’ye geçiyor. Önlemek için ne yapıyorsunuz?” İnsan Hakları İzleme Örgütü yetkilisi de muhalefetin yaptığı bir katliamın raporunu yayınlayacaklarını söyledikten sonra, “Sınırdan rahatlıkla girip çıkan bu radikal gruplar için ne gibi önlemler aldınız?” diye sormuşlardı. Washington Post röportajında gazeteci döne döne Gül’ü bu konuda sıkıştırmıştı, CNN röportajı da farksızdı. İşte kahpe Amerika böyle davranırdı. El Kaide’yi Suriye’ye kendisi taşır ve silahlandırır, sonra da bütün sorumluluğu suç ortaklarının sırtına yıkardı.
“Baas’ın uçak ve füzelerle on binlerce insanı öldürdüğü, kimyasal silah kullandığı unutulmuş; El Kaide bağlantılı ve diğer aşırı gruplar ile Türkiye’nin bunlarla ilişkisi ana konu olmuştu. Cumhuriyet Muhafızları, Kudüs Birlikleri ve Hizbullah ile savaşta açıktan yer alan İran, yeni cumhurbaşkanı Ruhani sayesinde yapıcı, sempatik bir aktör gibi görülürken, Türkiye’ye Sünni terör gruplarının sponsoru ve geçiş güzergâhı gibi bakılması şaşırtıcıydı. Türkiye algısı, Afgan savaşındaki rolüyle Pakistan’a benzemeye başlamıştı.” Diyen Zaman yazarı ve Fetullah Gülen yalakası Abdülhamit Bilici, işbirlikçi kukla zihniyetlerin, dış güdümlü hükümet ve cemaatlerin, Milli ve haysiyetli politikalar üretip türetemeyeceklerinin farkına varamamıştı!
..
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ…