AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI?
Milli Görüş gibi Hak bir davaya ve Erbakan Hoca’ya hıyanete kalkışmış, bu yüzden hidayetleri kararıp basiretleri bağlanmış, dış projelere işbirlikçilik karşılığı taşındıkları geçici makamlarla gururlanıp enaniyetleri kabarmış kadroların, bu millete ve ülkeye kalıcı ve kapsayıcı hizmetler yapacaklarına inanmak, benim imanıma, Kur’an’ıma, aklıma ve vicdanıma uymamaktadır. Onbeş yıllık iktidarları boyunca, icraatlarının çoğu da, hem İslami kurallara hem de Milli çıkarlarımıza aykırıdır. Zaten AKP iktidarının yaptığı en büyük iki tahribat:
1- Müsned (sarih Ayet ve sahih Hadis senetli-destekli) İslamiyeti laçkalaştırıp yozlaştırmak, Ulvi dinimizi siyasi istismar aracı yapmaktır. Kur’ani prensipleri Batı Demokrasisinin bir aksesuarı gibi kullanmaktır.
2- Müsbet Milliyetçiliği ise ırkçılık ve ayrımcılık gibi yorumlayıp, Milli birlik ve dirlik bağlarımızı koparacak derecede, köken ve kültür farkını kışkırtmaktır. Oysa aziz Milletimizin manevi mayası İSLAMİYET, tarihi kimyası müspet milliyetçilik olmaktadır.
Ama kaderin, bunları kullanarak ve “Hayrül Makirin” sıfatına uygun olarak bazı büyük inkılaplara zemin hazırlayıcı adımlar attırması ve müstehak oldukları kuyularını kendilerine kazdırıp, intikamını işledikleri suçun cinsinden alması bir sünnetullahtır.
Başbakan Binali Yıldırım’ın, “Dünyada (Türkiye gibi) aynı anda bu kadar terör örgütüyle mücadele eden başka hiçbir ülke bulunmamaktadır. Bunun sebebi ise; emperyal hayallerin ülkemizin civarındaki komşularımız üzerindeki hesaplarıdır. Suriye’de, Irak’ta son 5-6 yıl içerisinde yaşanan istikrarsızlık, otorite boşluğu terör örgütleri için mükemmel bir ortam oluşturmuştur. Burada en büyük zararı gören ülke de Türkiye olmuştur. Şimdi dünya, DEAŞ ile yatıyor, DEAŞ ile kalkıyor… Onlar DEAŞ ile yalandan mücadele ediyor, sadece lafını yapıyor. Asıl mücadeleyi yapan, sadece Türki’yedir… Amerika’nın da bir halt ettiği yok, diğerlerinin de bir şey yaptığı yok. Laftan başka bir şey yok. YPG’ye PYD’ye açıkça silâh veriyorlar, ‘Türkiye’de daha fazla anarşi olsun, daha fazla terör olsun’ diye bunları yapıyorlar. Bu dostluğa sığmaz. Yeni yönetimden beklentimiz artık bu kepazeliğe bir son vermesidir. Biz yeni yönetimi sorumlu tutmuyoruz bundan. Çünkü bu Obama yönetiminin marifetidir. Terör örgütünü kullanarak terörle mücadele etmek, mafyayı kullanarak mafyayı alt etmek gibi bir şeydir” (Yani ABD bir mafya devletidir ve bunlara nasıl güvenilecektir?) Şimdi bunlara soruyoruz: Siz “Türkiye ile mi bir olacaksınız, yoksa bu alçak terör örgütlerine kucak mı açacaksınız?” çıkışları haklıydı, ama hem çok geç kalınmıştı hem de bunların gereği halâ yapılmamaktaydı.
Ayrıca Başbakan Binali Yıldırım, “Irak’ta otorite olmazsa, Suriye’de otorite olmazsa, (buralarda) devlet kalmazsa herhalde biz güvende olamayız. Onun için (biz bu ülkelerle) ilişkilerimizi düzeltmekle başladık.” Sözleriyle tarihi bir itirafta bulunmuşlardı.
Sn. Binali Yıldırım bu çıkışlarıyla:
1- ABD, AB ve İsrail’in, Irak ve Suriye’de otorite boşluğu oluşturup terör örgütlerine zemin hazırladıklarını,
2- Suriye ve Irak’ın, emperyalist Siyonist hesaplar için karıştırılıp parçalandığını ve AKP Türkiye’sini de bu işgallerde taşeron olarak kullandıklarını,
3- Bu sinsi ve şeytani odakların asıl nihai hesaplarını ise; Türkiye’yi kuşatıp karıştırmak ve parçalamak üzerine kurguladıklarını,
4- Ve sonunda açıkça terör örgütlerine arka çıkıp Türkiye’yi yalnız bıraktıklarını ve arkadan vurduklarını,
5- Böylece Milli Çözüm Dergimizin ve diğer duyarlı çevrelerin yıllardır uyardıkları gerçeklerin farkına yeni vardıklarını itiraf etmiş olmaktalardı.
Ama halâ Amerika’nın, hem FETO kalkışmasında, hem DEAŞ-PYD kışkırtmasında merkez karargâh olarak kullandığı İNCİRLİK Üssü’nün bu hainlere kapatılmaması ve Türkiye’nin aynı mahfillerce telefon talimatıyla yönetilmesinin yolunu açacak “BAŞKANLIK” sisteminin savunulması, yapılan itirafların bile sonuçsuz kalacağı kuşkusunu uyandırmaktaydı.
Rahmetli Mahir Kaynak 2006 sonlarında çıktığı İskele Sancak isimli bir açıkoturum programında garip iddialar dile getirmişti. Eski istihbaratçı Prof. Mahir Kaynak, yürüyen süreçle ilgili şunları söylemişti. “Türkiye’de Sn. Erdoğan, ülkeye başbakan olarak getirilirken eşi yeni tesettüre girmişti. Türkiye’de bu iktidar iyice ehlileştirilince bundan sonraki süreçte AKP iktidarı başörtüsü sorununu da çözecektir. Çünkü Türkiye’de başörtü sorunu sunidir” anlamında laflar etmişti.
Ardından Mahir Kaynak:
“Türkiye’de iktidarı halk seçer, halk getirir halk götürür” sanılması bir yanılgıdır. ABD dahil hiçbir ülkede iktidarlar kendi iç dinamikleri ile o makama taşınmamaktadır. Burada ya hükümeti istifaya zorlayacaklar ya da başka şeyler yaşanacak ve iktidar gizli dayatmalara razı olacaktır” yorumlarını dile getirmişti.
28 Şubat Sırları ve Recep Tayyib Bey’in “Sırçalanması”
Bu anlatacaklarımız 04 Aralık 2006 tarihli Milli Çözüm Dergimizde de yazılmıştı ve önemli bir rapordan alıntı yapılmıştı:
Sizlere şimdi aktaracağım olayları bana nakleden, uzun yıllar Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev üstlenmiş ve görev yaptığı her kademede, statü ve rol’ünün bütün gereklerini fazlasıyla yerine getirmiş seçkin bir Türk Subayıdır. Benim de, ender arkadaşlarımdan birisi konumundadır. İşte onun iki anısı:
“27 Şubat günüydü, çok değer verdiğim bir büyüğüm bana telefon ile ulaşmış ve “Komutanım, fakirhanemize gelebilir misiniz; Hoca Efendinin (Necmettin ERBAKAN’ı kastederek) bir müşkülü var” ricasında bulunmuşlardı. Ben saat 17:30 civarında arkadaşımın bürosundaydım. Büroda Erbakan’ın çok güvendiği milletvekillerinden biri de vardı. Selamlama ve hâl hatır sormadan sonra konuya giriş yapıldı. 28 Şubat günü yapılacak MGK toplantısı öncesi Erbakan’a ulaşan bazı bilgiler ortaya konuldu ve değerlendirmem soruldu.
Kendilerine kısaca değerlendirmemi yaptıktan sonra, ana hatları ile şunları aktardım:
Org. Çevik BİR bu olayın beyni değildir, esas beyin Ahmet ÇÖREKÇİ’dir. Çevik BİR, mükemmel bir maşa yerindedir. Bedeli mukabilinde ‘her şeyi’ yapan bir tıynettedir. Sizleri yıkmak için aleyhinizde kullanılan malzemenin kaynakları iki çok değerli(!) milletvekilinizdir. Birincisi A.G; ikincisi A.L.Ş. Bu gelişmelerin asıl sebebi; ‘Laik’ düzenin korunması değildir. İstanbul Dükalığı’nın Anadolu Kaplanları karşısında zorlanması ve gerilemesidir. İkinci sebebi; kurmuş olduğunuz ‘havuz sistemi’, ‘rantiye’yi’ rahatsız etmiştir. Rantiye sülüklerinin yaşaması için, devletin onlara borçlanması gerekmektedir. Türkiye’nin baronları, bu borçlanmalar yolu ile İLLUMİNATİ’ye yıllık olarak 75 milyar dolar aktarıvermektedir, Erbakan Hoca’nın Havuz sistemi bu işi engellemektedir.
Üçüncü sebebi; gündeme getirilen ‘kesintisiz eğitim’ sistemi; aslında Türkiye’nin orta tabakası ile fakir kesiminin, yükseköğrenim yapmasını engellemenin bir girişimidir. Bu oyuna gelmeyin. Bunun için, konuyu dayatan Türk Silahlı Kuvvetleri üst yönetiminin malum kesiminden bir şeyler isteyin… Bu nedenlerle, hemen bu gece bir ‘Basın Toplantısı’ metni hazırlayın. Bu metinde, hükümetin TSK’nın bazı unsurları tarafından ‘tehdit’ edildiğini beyan ederek, hem HÜKÜMET’ten hem de MİLLETVEKİLLİĞİ’nden İSTAFA’nızı açıklayın. Ayrıca yarınki MGK’da, TSK’daki cuntanın dayatmaları gündeme gelirse siz de şu teklifi yapın: “Hükümetimiz, kesintisiz eğitim için, MEB bütçesine bütçede verilen ödenek kadar bir ek ödenek ayıracaktır, bu konuda TSK’nın duyarlılığı da dikkate alınarak Savunma Sanayi Fonu’ndan % 20 kesinti yapılarak, bu kesinti MEB bütçesine aktarılacaktır!”
Ve yine son günlerde, ’emir-komuta’ zinciri dışına kayarak; TSK çok başlıymış gibi algılanan, ‘demokrasi’ dışına çıkan, haddini aşan, yasa tanımaz bazı generaller hakkında Yüksek Askeri Şura’nın yarın toplanarak haklarında gerekli işlemi yapması sağlanmalıdır. Eğer bu teklifleriniz onaylanırsa yola devam kararı alın, HAYIR denilirse, MGK toplantısına bir sonraki gün devam edilmesi kararını verip çıkın ve Basın Toplantısı yaparak, daha önceden hazırladığınız metinle hükümetin İSTİFA’sını açıklayın. Yok eğer MGK’da dümen suyuna girerseniz, sonunuz olacaktır ve sizin yerinize onların emirlerini yapacak birileri bulunacaktır. Direnir ve istifa ederseniz, ileride tek başınıza iktidar şansı yakalanacaktı. Ama bu dediklerimin aksi yapıldı, bu olaylar onların sonunu hazırladı. Türkiye için de en büyük felaketin yolu açıldı.”
Bu deneyimli ve milli gayretli emekli subayımızın tespit ve tavsiyeleri, zahiren ve milli bir hükümeti kurtarma penceresinden çok doğru ve değerli görüşleriydi. Ama evrensel siyaset ve yüksek strateji açısından yanlış ve tehlikeliydi. Ve Erbakan Hoca, geçici ve küçük parti hesaplarını değil, kalıcı ve büyük ülke çıkarlarını tercih etmişti. Çünkü malum ve mel’un merkezlerin; REFAH-YOL’un iktidardan uzaklaştırılmaması durumunda, “Bünyesindeki Milli ekiple, kirli cepheyi çatıştırmak suretiyle ordumuzu yıpratma ve Türkiye’nin yıkılışını kolaylaştırma hıyanetlerini” sezmiş hükümetini ve partisini feda ederek, ülkeyi ve geleceğimizi koruma feraset ve faziletini göstermişti.
Diğer olay da, Sn. Recep T. Erdoğan’la alakalıydı.
“O süreçte Sn. Erdoğan hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesini devreye sokmuşlardı. Yine aynı arkadaşım beni bürosuna çağırmış ve sonra AKP milletvekili olan RTE’nin avukatı ile tanıştırmıştı. Avukat bana, “Erdoğan’ı nasıl kurtarabiliriz?” diye sormuşlardı. Ben de araştırmam gerektiğini söyleyip ayrıldım. Kısa bir araştırmadan sonra Sn. Erdoğan’ın mahkûm olması için Kürt Baron’un 1 trilyon 250 milyar TL, yardımcısı ve Ermeni dönmesi bir Büyükşehir Belediye Başkan’ının da 750 milyar TL’lik bütçe oluşturduklarını saptadım. Aslında bütün bunlar Sn. Erdoğan’ı sıkıştırma ve hizaya sokma hazırlıklarıydı. İki gün sonra, malum avukatla aynı büroda buluştuk ve kendilerine şunu aktardım: “2 trilyon 100 milyara bu iş kapanır. Parayı bulun ve dediğim kişilerle temasa kurun, Sn. Erdoğan’a hiçbir şey olmayacaktır, bu tezgâhlar ehlileştirme operasyonlarıdır!.”
Bu sözlerim üzerine malum avukat boynuma sarıldı ve akla gelmeyecek dualarla bana teşekkürler yağdırdı. Aradan 10 gün geçmişti ki, arkadaşım beni yine bürosuna çağırdı ve; “Komutanım hiç ses çıkmadı, neler oluyor sizce?” diye sızlandı. Avukat arkadaşını aramasını söyledim, o da dediğimi yaptı. Yaptığı konuşmasını bana dinlettirecek şekilde telefonu ayarladı. Karşısına çıkan avukat arkadaşıma şunları açıklamıştı: “Artık vazgeçtik, Allah’ın takdirine sığınıyoruz. Böylesi daha iyi olacaktır!”
Arkadaşım bana şaşkın ifadelerle bakarken ben olayı çakmıştım. Şaşıran arkadaşıma şunları hatırlattım: “Demek oluyor ki dış güçler, AKP’yi ve Recep Beyi tek başına iktidara getirmeye kararı almışlardı. Milletvekili olmak istiyorsan tam zamanıdır. Sıralamaya bakmadan aday ol ve yerini sağlamlaştır!”
Arkadaşım, bana: “Haydi canım, bu kanaate nerden vardın?” deyince, ‘Milletvekili Genel Seçimleri’nden sonra görüşürüz’, deyip oradan ayrıldım. Sonrasında hiç görüşemedik, çünkü dediğimi yapmış ve milletvekili olarak TBMM’ye kapağı atmıştı!” Evet işte sizlere 28 ŞUBAT gerçeğinin perde arkası ve AKP’nin iktidar macerası!
Bu arada şu gizli gerçeği de hatırlatmış olalım: Yenilikçi takımının Milli Görüşten ayrılma sürecinde, güya Erbakan’a bağlılık rolüyle, Tayyip bey ve yoldaşlarına zahiren çok sert davranıp kışkırtan ve partiden kopmalarına bahane hazırlayan ise Oğuzhan Asiltürk ve Şevket Kazan olmaktaydı… Ama şimdi aynı Oğuzhan ve Recai Kutan sıklıkla Sn. Erdoğan’la buluşmakta, önemli tayin, terfi ve ihale işlerinde aracılık yapmaktalardı.
Bir hayal aleminde küresel çetenin reisine Dünyayı nasıl yönettiklerini merak ettiğimi hatırlattım. Basit bir soruya cevap veren bir insanın edasıyla konuşmaya başladı:
Aslında yöntemimiz çok basit ve kolaydır. Saat yönünde dönen bir dişliyi düşünün anlayacaksınız. Eğer siz hareketin bu yönde olmasını istemiyorsanız, dişliyi ters yöne zorlarsınız. Oysa biz bu dişlinin yanına uygun başka bir dişli koyarız ve hareketi saatin ters yönüne çevirmeyi sağlarız. Yani var olan gücü değiştirmek yerine, onun potansiyelini kendi istediğimiz yöne çevirir ve kullanırız. Milliyetçiden ülkesi aleyhine yararlanmak, dindara inançlarının yasakladığı şeyleri yaptırmak, sosyalisti kapitalizmin en uç çizgisinde kullanmak mümkündür ve işte biz bunu yaparız. Biz bu dişlileri belirler ve onları devreye sokarız. İşimiz bir mühendisinkine benzer ve bu nedenle bizim toplum mühendisliği yaptığımız sıkça gündeme taşınır. Bizim için insanların bir şeye inanması yeterlidir ve bu inancın niteliğinin bize bir engeli bulunmamaktadır. Uygun dişliler aracılığıyla hareketi istediğimiz yöne çevirmeyi başarırız. Mesela siz PKK ile mücadele ettiniz, büyük bedeller ödediniz ama sonunda bizim önceden planladığımız Kürt oluşumuna razı olacak duruma gelip dayandınız. 1980’de dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri idiniz ama şimdi daha fazla bağımsızlık isteyenlerin gayretleri ile global dünyanın bir parçası olup çıktınız. Şu anda İslam dünyasında bazı gruplar inançları için mücadele ettiğini sanmaktadır, ama bu inancın bir şiddet ve nefret kültürüne dönüşmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Dünya üzerindeki sol hareketi, onu bir düşünce akımı olmaktan çıkarıp şiddet kullanan solcular eliyle bitirdiğimizin halâ farkına varılamamıştır. Bütün bunları gerçekleştirirken “Yedek çarklarla yön değiştirme ve kendi hedeflerimize hizmet ettirme” yöntemini kullanmışızdır.
Ona sordum: Öyleyse siz dünyayı kapitalizm ve onun temsilcisi ABD adına mı yönetiyorsunuz?
Şöyle yanıtladı: “Bugünkü sistem tarihi bir aşamadır ve sonu da yaklaşmaktadır. Şu anda yaşadığınız büyük çalkantı yeni bir modelin oluşumunun doğum sancılarıdır. Biz hiçbir düzenin ve düşüncenin ebedi olmadığının farkındayızdır. İnsanlığın geleceği konusunda iki hâkim düşünce vardır. Birincisi bazı ütopik dindarlarca ya da Marksist odaklar gibi determinizmi savunanlarca ileri sürülen görüştür. Buna göre gelecek, insanların iradeleri dışında kendi dinamikleriyle oluşacaktır. Biz ise geleceğin insan aklının bir ürünü olduğunu düşünür ve bu geleceği kurgulayıp uygulayarak inşa etmeye çalışırız. Daha doğrusu Yaratan bizleri kullanarak kendi projesini yürürlüğe koymaktadır.”
Tekrar sordum: Peki bugün gördüğümüz krallar, başkanlar, diktatörler, kurtarıcılar ne işe yaramaktadır?
“Bunlar bizim kullandığımız dişliler konumundadır ve toplumun dinamiklerini istediğimiz yöne çevirme araçlarımızdır. Düşüncemizi eyleme geçirecek gücü nerden bulduğumuzu merak edeceğini biliyorum. Ülkelerde ve küresel mahfillerde bizimle birlikte davranan yönetimde söz sahibi olan mason bağlantılı kişiler vardır. Ama bunlar şatafatlı bir hayat süren krallar ya da demokratik Başkanlar gibi vitrine çıkmamaktadır. Çoğu zaman arada sırada verilen rolü oynamak zorunda kalan ve kendilerine başka imkânlar sağlanan kadrolarımızdır.”
Daha da meraklandım: Siz kime bağlısınız? İllimünati mi, Masonluğun Protestanlık gibi ya da dini bir mezhebin uzantıları mısınız?
“Biz taraf değiliz, tarafları kuran ve kullanan ÜST AKIL kadrosuyuz. Bugün dünyayı birkaç kere yok edecek, hem de bunları kendimize zarar vermeden gerçekleştirecek teknolojik imkânlara ve silahlara sahip olanlar varken kendimizi nasıl güven içinde hissediyorsunuz? Biz ne bir ekibiz ne de bir örgüt. Biz insanların içlerinde var olan korkuyu ve umudu çok iyi istismar ve suiistimal ederek kendi hedefleri hesabına kullanan bir oluşumuz! (Yani Siyonist baronlarız ve Deccalin ordusuyuz!)”
Lütfen hatırlayınız, o süreçte:
1-Şemdinli’de TSK’yı karalamaya ve halka kapıştırmaya uğraşmışlar, bu sebeple ordu mensuplarını sabotajcı, suikastçı gösterip terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardı.
2-AKP’nin ve AKP’li bir Anakent Belediye Başkanı’nın desteklediği emekli bir Albay MİT müsteşarı yapılmak üzere bir grup oluşturulmuş bizzat Tayyip Beyin yerine oynayan Anakent Belediye Başkanının malı destekçisi izlenimini veren bir grup yakalanmış, bu girişim maalesef kasıtlı bir şekilde TSK’ya mal edilerek AKP’nin iç hesaplaşması saklanıp saptırılmıştı.
3-Şemdinli provokasyonları, hain Danıştay katliamı ve Atabey saldırıları ile Polisin ve Askerin itibarını sıfırlama faaliyetleri yoğunlaşmıştı. Oysa TSK’ya açılan savaş Türkiye’ye ve Türk Milletine açılmış bir savaştı. Küresel oyunun durabilecek milletini sinesinden çıkmış Türk Ordusunu oyunun parçası haline getirmek isteyen koltuk sevdalılarının hırsına, Türk Polis Teşkilatı alet edilmeye çabalanmıştı.
4-Bu talihsiz gelişmelerin ve gerginliklerin artması durumunda ve hükümetin tahribat icraatları acil tehdit ve tehlike konumuna ulaştığında; başta Başbakan olmak üzere bazı Bakanlar, bazı Milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar, vatana ihanet suçlaması ve yabancı bir ülkenin gizli servisine çalıştıkları iddiasıyla hatta “cürmü meşhut” (yani suçüstü yakalanma) sonucu gözaltına alınıp tutuklanabilirdi. Bizden hatırlatması” (Bak: 07.06.2006 – Sesar raporundan) diyecek kadar uyarı dozunu arttıran ve hatta haddini aşan yorumlardan gerekli dersler çıkarılmış ve yeterli tedbirler alınmış mıydı?
5- Ve şimdi; Tekirdağ’da halka seslenen Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası Saray’a gittiğini hatırlatıp, “İlk kez burada söylüyorum. 15 Temmuz’dan sonra Saray’a gittim. 15 Temmuz’da linç edilen askerlerin faillerinin yakalanması gerektiğini söyledim. Hepsi evet dedi. Evet dediler ama gereğini yapmadılar.” açıklamasını yapmıştı. “Henüz 15 Temmuz darbe girişimi tam olarak aydınlanmış değildir. İktidara ve ilgili makamlara sorduk, “15 Temmuz darbesinden haberiniz var mıydı, yok muydu?” halâ yanıtını alamadık” diyen Ana Muhalefet Liderinin bu denli net sorularına bile yanıt alınamıyorsa, bu ülke hangi badirelere yuvarlanmaktaydı?
6- ABD’li Komutanın “Kapatılırsa bizim için felaket olur” dediği İncirlik Üssü’yle ilgili değerlendirme yapan İbrahim Kalın, “İncirlik’i kapatma hakkı bizim elimizde” diyerek halkın havasını almaya çalışmıştı. Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’ın “Koalisyonun destek vermemesi İncirlik Üssü’nü de sorgulatıyor” çıkışının ardından Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da İncirlik Üssü’yle ilgili süren tartışmalara değinerek böyle bir açıklama yapmıştı. Yani AKP iktidarı edebiyat yapmakla icraat sorumluluğundan kurtulacağını sanmaktaydı
IŞİD’i (DEAŞ) kuran ABD çıkmıştı. Kuruluş sebebi de Irak’ı işgal için bahane oluşturmaktı. ABD’li General Wesley Clark DEAŞ’ın nasıl kurulduğunu anlatmıştı!
A Haber’de yayınlanan Söz Teması programında ABD’li General Wesley Clark’a ait şok açıklamalar yayınlanmıştı. Clark, DEAŞ’ı kendilerinin kurduğunu açıklamıştı. ABD’nin devrilecek hükümetler ve işgal edilecek ülkeler listesini de açıklayan Clark, DEAŞ’in Suudilerden para sızdırmak ve ülkeleri işgal için bahane yaratmak maksadıyla kurulduğunu vurgulamıştı. 11 Eylül saldırısından yaklaşık 10 gün sonra Pentagon’a gittiğini belirten General Wesley Clark DEAŞ’ın kurulduğu o görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve yardımcısı Paul Wolfowitz ile görüştüğünü belirten Clark, şunları aktarmıştı;
“Görüşmeye gittiğimde Rumsfeld ‘Biraz konuşmamız lazım.’ diyerek beni alttaki odasına çağırdı. Bana dönerek; -‘Biz Irak’a savaş açacağız.’ açıklamasını yaptı.
–‘Peki Saddam ile El Kaide arasında bir bağlantı mı buldunuz?’ diye sorduğumda.
-‘Hayır hayır. Bu konuda yeni hiçbir şey yok. Sadece Irak’a savaş açacağımıza karar alındı. Darbelerle hükümetleri alaşağı edip görevden uzaklaştırmamız lazım. Bize bu konularda aracı bir örgüt gerekiyordu, bu yüzden DEAŞ’ı kurduk.’ şeklinde yanıtladı.
Wesley Clark ABD’nin devirilecek hükümetler için de bir liste yaptığını belirtip şunları anlattı;
-“Bu arada biz Afganistan’ı hala bombalıyorduk. Birkaç hafta sonra tekrar karşılaştığımızda Savunma Bakanı’na tekrar sordum. Oradan bir kağıt aldı ve bana dedi ki; ‘Bu kağıtta 7 yıl içinde devireceğimiz hükümetler ve işgal edeceğimiz ülkeler var. Bunlar sırasıyla Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve son olarak da İran’dır.’ ‘DEAŞ ve El Kaide gibi örgütleri Afganistan’da ve dünyanın diğer yerlerinde Sovyetler Birliği’ne karşı kullanmaya alıştık. Suudi Arabistan’dan para koparmak için de bu örgütlerle anlaştık. Bu örgütler sadece bu işe yarayacak ve Müslümanlar birbirlerine vurdurulacaktır.’
Sn. Cumhurbaşkanı yine Sevr‘den söz açıp: “Bugün Türkiye yeni bir istiklâl mücadelesi yapmaktadır. Bu mücadeleyi kazanırsak, 2023 hedeflerimize de ulaşacağız, 2053 ve 2071 vizyonlarımızı da şekillendirmiş olacağız. Kaybedersek, 100 yıl önce başarılamayan bir Sevr tezgâhı yeniden önümüze konulacaktır. Tüm vatandaşlarımızın, sorumluluk sahibi her insanın bu bilinçle meseleye yaklaşması, üslubunu, tavrını, sözünü ona göre belirlemesi lazımdır.” ifadelerini kullanmışlardı.
Bugüne kadar AKP’yi destekleyen ve “liberal” denilen çevrelerde Türkiye’nin bölünmek istendiğinden bahsedenler, “Sevr paranoyası” görmekle suçlanır ve böyle bir tehlike bulunmadığı anlatılırdı. Bölücü çevreler de aynı ifadeleri kullanırdı. Fakat Özal döneminden itibaren Türkiye’nin desteğiyle kurulan ve AKP iktidarınca resmiyet kazandırılan Barzani devletinin anayasasında Sevr‘e atıf yapılmaktaydı. Evet “Kürdistan Bölge Devleti Anayasası”, kendi meşruiyetini Sevr Andlaşması’na dayandırmıştı! Barzani Anayasası “1920 yılında imzalanan Sevr Andlaşması’nın 62-64 nolu maddeleri Kürtlere self-determinasyon hakkını tanımasına rağmen, uluslararası çıkarlar ve siyasal dengeler Kürtlerin bu hakkı elde edip uygulamaya geçirmelerini engellemiştir” diye başlamaktaydı… AKP iktidarı da etnik gruplara kendi kaderini tayin hakkı verilmesini öngören ikiz yasaları zaten imzalamıştı. 2009 yılında kurulan Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Üst Kurulu, azınlık haklarıyla ilgili reformlara tepkileri “Sevr paranoyası” olarak tanımlayıp, Milli duyarlı insanlara sataşmıştı. 2011 yılında AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Artık bölünür müyüm korkuları ve Sevr paranoyası ile defansif alanlara çekilmiş bir Türkiye geride kalmıştır. Dünyanın her yerinde diplomasi yapan, gücünü her yerde gösteren bir Türkiye vardır, Türk başbakanı gittiğinde bütün Libya’nın, Mısır’ın, Tunus’un ayağa kalktığı bir Türkiye vardır.” havaları atmaktaydı” tespitlerini yapan ve Tayyip Erdoğan’ın ise “tek adam”lık inadından vazgeçip, “Atatürk modeli”ne dönmesini” hatırlatan Arslan Bulut haklıydı.
Ama halâ: “Bu nedenle acıyı biz çeksek de, bizim kanımızı dökseler de kavga Anadolu üzerindedir ve İngiltere ile ABD arasındadır. Bunu anlamak istemeyenler var mıdır? Ahmaksa vardır… Hani İngilizler DEAŞ’a sızmıştı! Niye panik var şimdi! Çünkü savaşın büyüklüğünü onlar çok iyi biliyor. 100 yıl önce sınırlarını çizdikleri coğrafyayı bırakmak istemiyorlar. Rakipleri birinci derecede ABD… İki taraf da bizi yanına alarak yürümek istiyor. Ve bizi saldırılarla sarsıyorlar. Korkutup rotamızdan çıkartarak yanlarına çekmek için uğraşıyorlar. TERÖR bu nedenle var! Küresel politika üreten iki merkez var dünyada! Londra ve Washington… Özellikle Orta Doğu İngilizler’in çok iyi bildiği bir yer. Kavga bunlar arasında. Bizi de bombalarla canlı bombalarla suikastlarla yanlarına çekmeye çalışıyorlar… Onların istediği politikaya yönlendirmeye uğraşıyorlar. Şimdi İngiliz medyasına bakın! Sultan, padişah, diktatör yaptıkları Erdoğan’ın yanında olmaya çalışıyorlar. Ankara’yı kolundan tutup yanlarına almak için çırpınıyorlar… İşte böyledir bu işler… Türkiye çok değerli bir elmastır! Hem vuruyorlar, hem de Erdoğan’ı ve Türkiye’yi yanlarında görmek istiyorlar. Oyun böylesine kanlı ve acımasız… İki ateş arasındayız… Elbette bizi kalbimizden vuramazlar. Çünkü ihtiyaçları var. Ama bacaklarımızı hedef almaya devam edip duracaklardır… ABD’yi karşımızda görürüz ama İngilizler ABD maskesiyle (bizi vurmaya çalışacaklardır)” safsatalarıyla: ABD ile İngiltere, Ortadoğu’ya hükmetmek için yarışmakta bu nedenle Türkiye’yi yanlarına almaya çalışmaktadır. Bizim yararımız ABD’nin safında kalmaktır. Çünkü tek başımıza kendi haklarımızı korumamız imkânsızdır ve bağımsız liderliğe kalkışmamız hezimetle sonuçlanacaktır” demeye çalışan ve bunu her yazısında hatırlatan Recep Beyin danışmanlarından Ergün Diler, üstelik bu mandacılık tavsiyelerine karşı çıkanları “ahmak”lıkla suçlayacak kadar saçmalayıp küstahlaşmıştı.
“Rejim değişikliği mi–Sistem değişikliği mi?” tarzında bir tartışma sürekli gündemde tutulmaktaydı. CHP tartışmayı klasik rejim değişikliği zemini üzerinden yürüterek bu konuda duyarlı çevrelerde bir alerji oluşturmaya çalışmaktaydı. AKP de “Rejim değişikliği değil sistem değişikliği” diyerek, o alerjiyi bertaraf etme çabasındaydı. Şöyle bir soru sorayım: -Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diyelim CHP’nin gösterdiği adayın seçilme ihtimali yüksek olsaydı, AKP böyle bir sistem değişikliğine yanaşır mıydı?
Bunun ortak cevabının “Hayır” olduğunu, Türkiye’de, AKP çevresi de dahil herkes bilip durmaktadır. Böyle bir tesbitin anlamı, AKP’nin “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ne geçişinin, Cumhurbaşkanlığına Tayyip Erdoğan’ın seçileceğini garanti görmesinden kaynaklanıyor olmasıdır. AKP olarak bu işi bir “sisteme bağlamak” ise, sadece önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimini değil, bundan sonraki bütün zamanlarda seçimi Tayyip Erdoğan gibi birisinin kazanacağını öngörmek anlamını taşımaktadır.
Şayet şöyle olsaydı, “İster önümüzdeki seçimi, ister sonraki seçimleri, mesela Ahmet Necdet Sezer gibi birisinin kazanmasında herhangi bir mahzur yok, onun partili olmasında ve Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına verilen yetkileri kullanmasında bir sakınca yok” diye konuya yaklaşılsaydı, ben katılmasam bile, AKP açısından belki tutarlı sayılırdı. Ama AKP, onu kendi tabanında savunamazdı. Yani bu yetkileri CHP’nin seçtirdiği bir cumhurbaşkanı da kullanacak dendiğinde AKP tabanı, bunun nelere mal olacağını düşünür ve o yapıya asla destek çıkmazdı. Muhtemel ki AKP, “CHP’li birisi seçimi kazanamaz” düşüncesinde olduğu gibi “Bundan sonra millet iradesi dışında bir müdahale de olmaz” gibi garantili bir kanaat taşımaktadır. Onun için “Evren gibi birisi iktidara el koyup, bugün AKP’nin getirdiği Cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullansa ne olur?” diye sormayı gereksiz bulmaktadır. Ama Allah korusun, dünyanın ne halleri vardır!
Daha önce yazdım. Kahramanmaraş’ta bir panelde sevgili Mahir Ünal’ın “FETÖ ile mücadele için MGK’da ‘legal görünümlü illegal yapı’ tanımlaması yaptık” sözüne de karşı çıkmıştım. Orada dedim ki: Dileyelim AKP iktidardan düşmesin, çünkü bir başka yapı geldiğinde MGK’nın bu kararını alıp “Legal görünümlü illegal yapı” damgasını AKP’nin alnına yapıştırıp onu mahkûm edebilir. “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” yaftası nasıl yapıştırılmışsa… Şimdi diyelim, “mallara el koyma” kararları patır patır veriliyor. Ama dileyelim bir daha 28 Şubat’lar gelmesin, o zaman “Yeşil sermaye” falan gibi ürkek-çekingen tanımlamalar yapmakla yetinmeyip, “Tehlike” ilan ettikleri alanlarla iltisaklı tüm dünyanın üzerine karabasan gibi çökebilirler ve “AKP de böyle yapmıştı”yı gerekçe olarak kullanabilirler. AKP bu kaygıyı taşımıyor olabilir ama ben söyleyeyim, bakın, muhafazakâr camiada birçok kamu görevlisi, adı herhangi bir listede yer almasın diye, mesela dini bir mecmuaya abone olmaktan çekinme refleksleri gösteriyor. Demek onlar, AKP icraatından yola çıkıp refleks olarak bir başka ihtimali satın alıyorlar. Avrupa Bakanı Ömer Dinçer Habertürk’te bir yazı yazdı. “Başkan mı güçlü yasama mı?” sorusunu soruyordu ve AKP’ye “Meclis’in gücünü artırmanın yollarını araştırmalı” çağrısında bulunuyordu. Unutmayın O AKP’li bir bakandı. Abdullah Gül de, “Mallara el koyma”yı sakıncalı buluyordu. O da AKP’nin içinden çıkmış Cumhurbaşkanıydı.”[1] diyen Ahmet Taşgetiren, acaba nelerin farkındaydı ve hangi gelişmelerden kaygı duymaktaydı?
[1] 09.01.2017 – Star – Sistem Kurarken
* Not: Bu yazımız Mayıs 2017 tarihinde revize edilmiştir…..
https://www.millicozum.com/mc/aralik-2006/akp-sorunu-ve-tayy-bey-sonu