Anasayfa » AYASOFYA AÇILMADIKÇA TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZLIĞI LAFTA KALACAK
https://www.youtube.com/watch?v=uQskLKut1-U

AYASOFYA AÇILMADIKÇA TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZLIĞI LAFTA KALACAK

Yazar: yonetici
0 Yorum 388 Görüntüleyen

 

Neden Köprü ve Havaalanı Hep Marmara Bölgesine Yapılıyor:

 

 

AYASOFYA AÇILMADIKÇA TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZLIĞI
LAFTA KALACAK

 

Papa, yakında Türkiye’ye gelecek. Ve
özellikle Ayasofya’yı ziyaret edecek. “Ayasofya’nın cami olmaktan
kurtarıldığı ve yeniden Kilise yapılmaya hazırlandığı” mesajını verecek.

Türkiye ziyareti öncesi, Almanya’da,
İslamiyete ve Hz.Peygamber Efendimize açıkca hakaret ve iftira etmesi de,
şeytani bir cesaret göstergesidir. İşte bu hayasız ve pervasız adamın
Ayasofya’ya girmesine ve dua etmesine izin
verilmemelidir.       

 


Ayasofya, Hakkın Batıla, Hilal’in Haç’a galibiyetinin simgesidir. 


Ayasofya; Sultan Fatih’in ebediyen cami olmak üzere özel vakfiyesidir ve
bizlere kutsal emanetidir.

Ayaofya; Anadolu’nun ve İstanbul’un
İslamlaştığının ve Müslüman Türke vatanlaştığının abideleşmiş ifadesidir.


Ayasofya; geçmişimize ve Milli özümüze bağlılığımızın ve gerçekten bağımsız
olup olmadığımızın bir göstergesidir.

Ve Ayasofya yeniden ibadete açılmadığı
müddetçe de, bizim bağımsızlık mücadelemiz henüz hedefine ermemiş ve bitmemiş
demektir.


04.07.2006 tarihli Sabah Gazetesi kuyruğunun altına diken sokulmuş şarlatan
gibi ve ezan sesi duymuş şeytan misali şöyle feryat ediyordu.


“Ayasofya Müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan
okunuyor. Çalışanlar için yapıldığı söylenen mescit halkla dolup taşıyor.
Mescidi uzun süredir gayri resmi olarak halkın ibadetine açık olan
Ayasofya’dan son dönemde ezan sesi de yükselmeye başladı. Topkapı Sarayı
tarafındaki minarede bulunan beş hoparlörden ezan okunuyor.” Dünkü Sabah
haberinin giriş paragrafı aynen böyle…”


Sabah, demeye getiriyor ki, “böylece taksit taksit Ayasofya yeniden cami
haline getiriliyor! Türkiye öz benliğine ve öz güvenine kavuşuyor. Aman
tedbir alın, Tekbir sesleri yükseliyor!


Ayasofya’da ezan sesi, azanları ve azınlıkları ürkütüyor!


Hayli ilginç bir durum. Ayasofya’da ezan sesi duyulmuş! Olacak şey mi şimdi,
Ayasofya’da ezan sesi… Ya ne olmalı? Mesela “çan sesi” duyulsaydı
bu kadar şaşırırlar mıydı?Yoksa sevinç naraları mı atılırdı?

Ayasofya Müzesi Müdürü Jale Dedeoğlu, bu
haberler üzerine  apar topar bir açıklama yapma gereği duyuyor. Efendim,
ezan sesinin duyulduğu mekanın Ayasofya Müzesi’yle bir bağlantısı bulunmuyor.
Sözü edilen mekan, müze dışında ve yönetimi Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı
Eminönü Müftülüğü’nde bulunan bir mescit. Bu bölümün yeniden ibadete açılması
gibi bir durum söz konusu olamaz, çünkü anılan mekanda 10 Şubat 1991 tarihinden
bu yana ezan da okunuyor, namaz da kılınıyor.

            Müze
Müdürü Dedeoğlu, açıklamasında bu  serüveni şöyle anlatıyor:”Sanki
müzenin yanındaki mescit yeni ibadete açılmış gibi duyuruldu. 1980 yılında bir
kere ibadete açılmış olan bu mescit, 10 Şubat 1991 tarihinde dönemin Kültür
Bakanı Namık Kemal Zeybek’in emirleri ile ibadete açılmış. O günden bugüne de
ibadete açık. Devlet büyükleri ile halktan isteyen vatandaşın gidip namaz
kıldığı bir yer. İbadete açık olan mescidin Ayasofya Müzesi ile bir bağlantısı
yok. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir mescit, oradan din görevlileri geliyor.
Yeni açılması söz konusu değil.”[1]


İmdat!.. Yetişin gavurlar!.. Ayasofya’da Ezan okunup Namaz kılınıyor!


Sabah Gazetesi’nde “Beyaz Türkler”in yüreklerini hoplatacak,
kanlarını başlarına çıkartacak aşırı şekilde heyecanlandırıp tansiyonlarını
yükseltecek bir yazı yayınlandı. Konu şu: Ayasofya’nın bir kısmında namaz
kılınmaya başlanmış, ezan da okunuyormuş… Bu yayınla ilgili birtakım
açıklamaların ve aydınlatmaların yapılması gerekir. Çünkü hayli yanlış vardır.


Madde 1: Ayasofya’nın, Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış olan, III.
Ahmed Çeşmesi karşısındaki Hünkâr Kasrı bölümünde 25 seneyi geçen bir müddetten
beri namaz kılınmaktadır ve ezan okunmaktadır.Yani ortada yeni bir namaz kılma
ve ezan okuma hadisesi yoktur.


Madde 2: Ayasofya’nın, esas tarihî binadan ayrı bir bölümünün ibadete açılması
12 Eylül 1980’den önce olmuştur. Askerî darbeden sonra kabinede Kültür
Bakanlığı koltuğuna oturan Cihat Baban bunu istememiş, doğrudan doğruya
kapatmaktan korktuğu için Hünkâr Kasrının önüne bir tahta perde yaptırmış,
üzerine “tâmirat vardır” levhasını astırmış ve “Ayasofya
Mescidi”ni kapattırmıştır. Bilahare iktidar sivillere geçince Mescid
yeniden açılmıştır. Yine Süleyman Demirel iktidarında, Topkapı Sarayı
“Emânât-ı Mukaddese Dairesi”nde günde yirmi dört saat boyunca
hafızlar tarafından münâvebe ile Kur’ân-ı Kerîm kıraatine başlattırılmıştı.
Osmanlılar zamanında da böyleydi. Darbe iktidarının Kültür Bakanı CihatBaban
“Topkapı Sarayı’nda böyle şov istemem!” diyerek onu da kaldırtmıştır
(bunu rahmetli Ziyad Ebüzziya Bey’den duymuştum.)


Madde 3: Beyaz Türkler, Ayasofya’nın tamamının ibadete açılmasından
korkuyorlar. Bugün için korkmalarını gerektiren hiçbir sebep ve emâre yoktur.
25 seneyi aşan bir zamandan beri caminin Hünkâr Kasrında beş vakit namaz
kılınması bir nev’î emniyet süpabı fonkisyonu görmektedir. Ayasofya’nın
tamamının açılmasını isteyen Müslümanların ağızlarına bir parmak bal çalınarak
“hepsini açmıyoruz ama buyurun, bu küçük parçasında ibadetinizi
yapın” denilmiştir.Sabah Gazetesi’nin feryatlı, heyecanlandırıcı yayını
bugünkü iktidarı kötülemeye yöneliktir sanıyorum. Bu iktidar, bırakın
Ayasofya’nın tamamını İslâm ibadetine açmak, mevcut mescid olmasaydı o kadarını
bile açacak bir cesarete sahip değildir.


Madde 4: Ülkemizde Ayasofya’nın tamamının Mustafa Kemal Paşa tarafından
kapattırılıp müze haline getirildiğine dair genel ve yaygın bir inanış
vardır. Bu, gerçeğe tamamen aykırıdır. 1930’lu yıllarda Ayasofya’nın
“bir kısmının” müze yapılmasına, mabed kısmının eskisi gibi cami
olarak kullanılmasına karar verilmiştir. O tarihlerde ve bilhassa 1938’den
sonra başlayan Millî Şef İsmet Paşa devrinde ülke camilerinin birçoğu zaten
ibadete kapatılmıştı. Meselâ 1943’te Sultanahmet Camii kapalıydı, asker
deposu olarak kullanılıyordu. Atatürk, Ayasofya’nın tamamının kapatılmasını
düşünmemiş ve planlamamıştır. Bina çok haraptı, bir kısmının, bazı
galerilerinin müze haline getirilmesi için çalışmalar yapılacaktı. Bu
maksatla bir müddet için kapatılmıştır. Merhum Ziyad Ebüzziya Bey,
“İslâm Mecmuası”nın 1987’de yayınlanan “Ezan sesine hasret
Ayasofya” adlı yazısında, Ayasofya’nın nasıl bir oldubittiye getirilip
sahte imzalar ile müze haline getirildiğini belgeleriyle anlatmakta ve
açıklamaktadır.Ziyad bey şöyle diyor:


“İkinci Dünya Savaşı, Batı cephesinde 1945’de bitmişti. Şükrü Saracoğlu,
Mayıs 1945 sonunda başvekil oldu. Tasvir Gazetesi’ni çıkarıyordum. Saracoğlu
biz gazete sahip ve başyazarları davet ederek ilk basın toplantısını yaptı.
Konuşma sırasında, harp yüzünden tamir edilmemiş olan abidelerden söz edildi.
Arkadaşlardan merhum Yeni Sabah sahibi Celaleddin Saracoğlu,
“Ayasofya’nın henüz düzenli bir müze halini almadığını ve daha ne kadar
ibadete kapalı kalacağını” sordu. Saracoğlu:”Biraz nefes alalım,
hepsini düzenleyeceğiz ve tabii ibadete de açılacaktır” dedi. Bu
sözlerle, en salahiyetli bir ağız da, Ayasofya’nın “ibadete açık”
bir müze sayıldığını bildirmiş oluyordu…”


Madde 5: Ziyad Ebüzziya Bey, Ayasofya’nın bir kısmının müze, ibadet yerinin
cami olarak hazırlanması planını Hasan Ali Yücel’in bozduğunu ve bütün binayı
müze haline getirdiğini yazmaktadır. Yani Ayasofya’nın tamamının müzeleştirilmesi
Mustafa Kemal Paşa’nın emri ve arzusuyla olmamış, HasanAli Yücel’in
oyunlarıyla olmuştur.


Madde 6: Ayasofya’nın tamamının müze yapılmasına yol açan bir
“Kararname”den bahsediliyor. Böyle bir kararname devletin resmî
gazetesinde yayınlanmamıştır, numarası yoktur. Kararnamelerin saklandığı ve
bulundurulduğu resmî dairede aslı veya kopyası mevcut değildir. Sicil-i
Kavânin, Düstur, Kanunlarımız gibi eserlerde yer almamaktadır. Bundan
anlaşılmaktadır ki, herhangi bir tarihî eserin onarımında olduğu gibi
tamirine karar verilmiş, bu tamir esnasında mecburen cami kalacak kısmı da
GEÇİCİ olarak ibadete kapatılmıştır.Daha sonra bir punduna getirilip tamamı
müze haline getirilmiştir.


Madde 7: Günümüzdeki bazı Atatürkçüler, Ayasofya’nın tamamının müze haline
getirilmesini katı bir dogma olarak kabul etmekte ve bu konuda hiçbir müzakere
ve tartışmaya açık bulunmamaktadır. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı
üzere, bu dogmayı Atatürk’e bağlamak mümkün değildir. Ayasofya devamlı şekilde
müze olarak kalamaz. Ya eskisi gibi cami yapılacaktır (bir kısmı müze şeklinde
kalabilir), yahut Haçlıların arzusuna uyularak kiliseye dönüştürülecektir.
Bizdeki bazı Beyaz Türk Lucas Notaras’lar “Ayasofya’da ezan okunduğunu,
namaz kılındığını görmektense papaz şapkaları görmeyi tercih ederiz…”
zihniyetine sahiptirler. Bu onların bileceği bir iştir, Türkiye halkı, bir
kısmı müze olarak kalabilecek şekilde caminin ana kısmının tekrar İslâm
ibadetine açılmasını kesin olarak istemektedir.Bu konuda bir referandum
yapılsa, yüzde 90’ı aşan “cami yapılsın” oyu çıkacaktır. Katolikler,
Endülüs’ten kalan tarihî İslâm mabetlerini kilise ve katedral yaptılar.Biz de
Ayasofya’yı cami yaptık. Unutulmasın ki, Müslümanlar Hazret-i İsa’yı, Hazret-i
Meryem’i severler ve kabul ederler.Yine, Allah’ın İncil adında kutsal bir kitap
göndermiş olduğuna inanırlar. Ayasofya’nın tekrar cami yapılması Hazret-i İsa
aleyhisselâmın da ruhaniyetini hoşnut edecektir.

Madde 8: Resmî makam ve merciiler, uzun
yıllar boyunca Fatih’in Ayasofya vakfıyesindeki “Benim bu camimi
camilikten çıkartacak olanların üzerine Allah’ın, insanların ve meleklerin
laneti olsun…” meâlindeki cümleyi araştırıcılardan saklamışlardır.
Nihayet bin zahmetle metnin tamamı bulunabilmiştir.

            Sonsöz:
Ayasofya’nın, Sultan III. Ahmed Çeşmesi karşısındaki küçük bölümünde 25 seneyi
aşan bir zamandan beri namaz kılınmakta ve ezan okunmaktadır. Ortada yeni bir
durum yoktur. Ayasofya’nın tamamı Mustafa Kemal Paşa tarafından müze yaptırılmamıştır,
bina tamir ve restorasyon için kapatılmıştır. Bu konuyla ilgili Bakanlar Kurulu
kararnamesi bir “fabrikasyondur”, Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in
çevirdiği dolapla binanın tamamı müze yapılmıştır. “Basın, halk, dindarlar
buna itiraz etmediler mi?” O devirde ağzını açmak mümkün müydü?..
İstanbul’da sıkıyönetim vardı, tek parti iktidarı hüküm sürüyordu. İtiraz
edenin, muhalefet yapanın canına okurlardı… Ayasofya’nın tekrar İslâm
ibadetine açılması evrensel insan haklarına, hukuka, din ve vicdan hürriyetine,
demokrasiye, millî iradeye, millî kimliğe, tarihimize ve kültürümüze uygun
olacaktır. Atatürk’ün kapattırmış olduğu Mason localarına sempatiyle bakan,
Atatürk rejimini yıkmak, Atatürk’ü alaşağı etmek istediği için muhakeme edilip
on beş sene ceza evinde kalan Nazım Hikmet’i yere göğe sığdıramayan birtakım
sahte ve şaibeli Atatürkçülerin “Ayasofya açılamaz” yaygaralarının
hukukî, tarihî, sosyal, kültürel hiçbir kıymeti yoktur. [2]


Ayasofya`ya Cemaat Olmak


Aslında, bu tarihi mabet hala ayakta oluşunu Türklere ve Müslümanlara
borçludur. Sezar’ın Mısır’a saldırdığın da, o zamanın harikası, muhteşem
İskenderiye Kütüphanesini yaktığı gibi, 1204 yılında İstanbul’u zapt eden
haçlıların da, bu şehri vahşice barbarca nasıl yağmaladıklarını sanat
eserlerini yıktıklarını tarih bize haber vermektedir…

Nitekim, İstanbul un fethiyle bir çağ
kapatıp, yeni bir çağ açılmasına vesile olmuş, şair ruhlu Koca Sultan, Muhammed
Fatih Han, şehri teslim aldığı zaman, mabedin yağmalanmış, bakımsız haline
bakıp, derhal onarım ve bakımını emir ederken tarihe geçen şu beyti
söylemiştir:

Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ
ankebût


Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb


Yani; Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor. Baykuş Efrasiyab’ın
kalesinde nevbet bekliyor.

Fahri Kâinat, Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Efendimiz’in ön görüsü ve övgüsüyle fethedilmiş, kendi öz mülkümüz olarak
vasiyet edilmiş, bu şehri şahaneyi adeta sembolize eden mabedin mahzunluğu, bir
zamandır namazgâh olamayışından, İşgal zamanlarında bile kesintisiz okunan
Kur-an ı Azimüşşan’ın okunamayışından ileri gelmektedir.


Ne hazindir ki yine, tarih tekerrür etmiş, o zamanda olduğu gibi şimdide,
yine örümcekler ağ kurmuş, adeta baykuşlar nöbet bekliyor… Cami kimliği
askıya alınmış, gerçek bir müze hüviyetinden de uzak, arafta müphem bir
bekleyiştedir.

Hıristiyan dünyası, fethi mübini
yüzyıllardır içine sindirememiş, meydanda kaybettiği savaşın kuyruk acısının
rövanşını masa başında alma hevesiyle bir şekilde Ayasofya’nın ibadete
açılmasına engel olmaktadır…


Bir takım Bizans entrikalarıyla, kotarılmış bu işin, hiç de hukuki mesnedi
yoktur. Oysa bir zaman ört-bas edilip, dillendirilmeyen hakikat odur ki;
Ayasofya, kilisenin mülkü değil, imparatorun malıdır ve Fatih Sultan Mehmed
Han dahi, kendi parasıyla nakdini ödeyerek, imparatordan satın almış ve camii
olarak vakfetmiştir. Öyle ki bu vakfının şartlarını değiştirenlerin Allah’ın
ve meleklerin lanetine uğrayarak kesintisiz ebedi ateşte kalması için ettiği
duayı hepimiz bilmekteyiz.


( – “… İşte bu benim Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi kim
değiştirirse, Allah’ın, Peygamberin, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi
bütün müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları
hafiflemesin, haşır gününde yüzlerine bakılmasın, kendilerine şefaat eden
hiçbir kimse bulunmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme
işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı
onlaradır. Allah işitendir, bilendir.” )


Hendek (namı diğer Ahzab ) Savaşında, Resul-ü Ekrem Nebiyi Muhterem
Sallallahu Aleyhi ve Selem in, fütuhat için dua edip, duasının kabul olduğu
ve galibiyetinin Cebrail as. tarafından, Zat-ı Şeriflerine müjdelendiği ki,
bu müjdeden sonra Fetih Mescidi olarak anılan, Sel Dağındaki mescitle Allah-u
âlem kardeş ilan edildiğini, İstanbul’un kibarlarının ve Şehri şahanenin
şairlerinden Yahya Kemal in nezaketen, Peygamber-i Zişan’ın işaretine ve
Fethine müyesser olan Cihan hükümdarına hürmeten, ‘Ayasofya’ diye değil de
‘Fetih Mescidi’ diye andıklarını öğreniyoruz.

            Sadece
Fatih Sultan’ın değil, aynı zaman da Peygamberimizin de bize emaneti olan, bu
kutsal mescit e ilgisiz kalmamak adına, Fatih’in evlatlarını, İstanbul’un
gerçek sahiplerini her Cuma, sabah namazına davet ediyoruz… Biz de, Mahbub-u
Hüda Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz in, Sel Dağın da ki, Fetih Mescidin
de yaptığı dualarla, Rabbi Teala ya yönelerek, ümmet-i Muhammed’in futuhatı
için, bir dilek, bir gayret, bir niyaz ortaya koyalım diyoruz…[3]

Ayasofya’nın Tarihi


326-27- Aslında tarihi kesin tespit etmek zor. Fakat İstanbul’un Roma
İmparatorluğu’na merkez olmaya başladığı yılların, bu dönem olduğu hatırlanırsa
ilk Ayasofya’nın da bu yıllarda inşa edildiği söylenebilir.

360 – Kilise kesin olmayan bir sebeple
yıkılınca, II. Kostantin biraz da babasının hatırasını yaşatmak düşüncesiyle,
Ayasofya’yı yeniden inşa ettirir. Düzenlenen bir resmi törenle ibadete açtırır.

415 – Yangının tarih sahnesinden sildiği mabet,

415’te yeniden yaptırılır ve bir asırdan
fazla yaşar.

532 – İstanbul’u bu tarihte yerle bir eden
iç savaş (Nika İhtilali) Ayasofya’yı tekrar yıkar. Hıristiyanların bu şöhretli
mabedi, bir daha kül yığınına döner.


Justinianus, İmparator Hz. Süleyman’la rekabet sevdasına düşer. 1400 yıldan
beri ayakta duran bu en büyük mabedi geçme düşüncesinin kamçıladığı İmparator,
zafer sarhoşluğu içinde faaliyetlere başlar. Yapımına 532’de başlanıp .537’de
bitirilir. Dünyanın yedinci harikası olarak bilinen Efes Artemis tapınağının
sütunları, Ayasofya’da kullanılır.


Ve imparator eserinin açılış merasimde “Seni geçtim ya Süleyman” diye
sevinçten çıldırmış bir şekilde bağırmıştı.


553-57 – Depremlerde ciddi hasar gördü. Beş yıl kadar süren tamirden sonra
562’de tekrar ibadete açıldı.


986 – 25-26 Ekim gecesi şiddetli bir yer sarsıntısı İstanbul’u korkuya
düşürmüştü. Ayasofya’nın hali de yürekler acısıydı. Yapılan tamirattan sonra,
13 Mayıs 994’te yeniden hizmet vermeye başladı.

1204 – İstanbul’un uğradığı saldırı
felaketi 1261’e kadar devam eder. Büyük Latin yağmasında Ayasofya, bütün
servetini kaybedip içi boşaltıldı.


Latin istilasından sonra da Ayasofya’nın başı dertten kurtulmaz. Bizanslılar,
dindaşlarının altmış yıllık zulmü altında inleyip duracaklardı.


Öte yandan Paleoglar’ın 1261’de Latin hakimiyeti ne son vermeleri İstanbul ve
Ayasofya’nın kaderini değiştirmez. Hem İstanbul hem Ayasofya perişandı.


Ve Kilisede Son Ayin


Osmanlı imparatorluğunun şehri kuşatmasının üstünden tam 51 gün geçmiştir.
Bizans sarsılmaktadır. İstanbullar adeta nefes alamamaktadır. İnançlı olanları
son kaleleri, Ayasofya’ya kapanıp duaya sığınmaktadır. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a
bağlayan gece, Ayasofya’da son ayin yapılır. İmparator başta olmak üzere saray
halkının da iştirak ettiği bu ayin sonrası, papazlar başta olmak üzere
İstanbul’un her yeri meşalelerin aydınlığında gezilerek kutsanır. Ve Konstantin
tavsiyelerinin sonunda Bizanslıları Türk ordularına karşı şöyle uyarır:
“Eğer bu tavsiyelerime riayet edecek olursanız, Tanrı’nın bize yolladığı
haklı cezadan belki kurtulabiliriz…”


Elli iki günlük kuşatmanın sonunda Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs 1453’te,
Bizans yıkılmış, İstanbul’a yak başmıştır.


Öğle vaktinde girdiği Ayasofya’da yapılan düzenlemeyle ikindi namazını
kılmaktadır.

Günlerden 1 Haziran. İstanbul alınalı üç
gün olmuştur. Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılınacaktır. Fatih, Ayasofya’ya
büyük bir alayla geliyor. Ve bu muazzam mabette imamlık vazifesini, fethin
manevi mimarı Akşemseddin yapmaktadır.


1. Dünya Savaşı’nda Ayasofya


İstanbul’un işgali memleketi büsbütün mateme boğacaktır. Çünkü Türklüğün ve
İslam aleminin can damarı adeta boyunduruk altına alınmıştır. Elden çıkması
demek, İslam’ın ve Türk milletinin tarihten silinmesi anlamını taşımaktadır.

Müslümanlar akın akın bu işgal altındaki
şehirden çıkmaktadır. İstanbul’un bir buçuk milyonu aşan nüfusu altı yüz bin
civarına düşer. Bunun yarısı gayri Müslimlere aittir.


İşgal altındaki bir şehirde, bu kadar korkunç bir göçün gizliden gizliye olup
bitiğine inanmak budalalık olur. Besbelli ki Müslüman teba sistemli olarak göçe
zorlanmıştır. Yunanlılar işgali iki alanla geliştirir:

1- Maddi işgal

2- Manevi işgal


Birinci işgalde asıl icraat askeri kılıklı eşkıyaların. Ancak ikinci işgal
papazlarındır… Anadolu’daki eski kiliseler birer birer açılmakta, cami
olanlar kiliseye çevrilmektedir. Bu faaliyetlerin iki gözdesi vardır:

1. Efes’teki Hz.Yahya Camii

2. Ayasofya

Binbaşı Tevfik Bey

Fener Patrikhanesi, işgal yıllarında
iyiden iyiye niyetlerini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Patrikhane’nin yaptığı
ilk iş; çift kartal armalı bayrağını yeniden asmaktır. Sırada Ayasofya’yı
yeniden kilise yapmak vardır. Fakat Patrikhane buna henüz hazır olmadığını
kanaatındadır. Bu işi en akıllıcası işgal kuvvetlerine yaptırmaktı ki, bu
amaçla Fransız taburu harekete geçirilip kışkırtılmıştır.

Bu düşünceyle ve bir de yer darlığı
bahanesiyle Ayasofya’daki Türk taburunun burayı boşaltması istenir. Bu tabur,
Binbaşı Tevfik Bey adında bir subayın komutasındadır. Binbaşı Tevfik Bey, için
de bulunduğu yerin ne derece önemli bir yer olduğunun farkındadır. Tarihçilerin
deyişiyle, “Binbaşı Ayasofya’ya sığınmıştır. Ayasofya da Binbaşıya”.


Olayı, Dr. İlhan Akçay’ın Ayasofya Camii adlı eserinden aktaralım:
“Kasvetli bir gündü, İstanbul’un o yağmurlu, insanı kasvetten ağlatan
mütareke günlerinden bir gün. Fransız taburu, Ayasofya kapısına bütün
teçhizatı ile dayanıyor. Fakat binbaşıdan emir alan Türk askerleri onları
içeriye sokmadılar, süngülerini uzatarak taburun yolunu kestiler. Caminin
büyük giriş kapısına, iki ağır makineliyi çapraz makas ateşi yapabilecek
şekilde yerleştirmişlerdi. Türk kumandanı ağırbaşlı ve heyecanını saklar
halde, Fransız kumandanına sert ifade ile ne istediğini sorar. Camiye girip
yerleşmek istediklerini öğrendiğinde:

“Buraya giremezsiniz ve
giremeyeceksiniz. Çünkü burası benim mabedimdir” diye cevap verir.

Fransız kumandanı ile aralarındaki
görüşme, aşağı yukarı şöyle geçiyor:

Fransız kumandanı yeniden sorar:

– Siz asker değil misiniz? Burasını
tahliye ederek bize teslim etmeniz için emir almadınız mı?


“Binbaşı Tevfik Bey bu işgalci, küstah sözler karşısında gürleyen bir
sesle şöyle karşılık verir:

– Evet ben bir askerim. Ve asker olduğum
için sizi, ben sağ oldukça geçirmeyeceğim. Ben aynı zamanda bir Türküm ve bir
Müslüman’ım. Burası da benim kutsal mabedimdir. En büyük amir olan
vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet zorla girmeye
çalışacak olursanız, size ilk cevap verecek olan ağır makineliler. Yalnız bu
kadar da değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse, caminin dört köşesine kafi
miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen teşebbüsünüzde ısrar
ederseniz, bu koca mabet bu taburun üstüne çökecektir ve siz bu mabede
giremeyeceksiniz. Arzu ederseniz buyurun deneyin.”


Ayasofya ve Atatürk!


Masonların memlekette cirit attığı l930’lu yıllarda, Amerika’nın Boston
şehrinde bir enstitü kurulur: Bizans Araştırmaları Enstitüsü… Enstitünün
başına getirilen adam bir papaz. Papaz, fakat papazdan çok siyasi bir militan.
Adı Whitte More. İsminin önünde Papaz Profesör ünvanı var. Türkiye’deki
muhalifleri, adamın ilmi şahsiyetinin olmadığını, yayınlanmış ciddi eserlerinin
bulunmadığını yaymak isterler.

İşte bu adam, Bizans Araştırmaları
Enstitüsü Müdürü sıfatıyla Mustafa Kemal’e müracaat eder. Küçücük bir dileği
vardır: O da Ayasofya’yı tamir etmek… Başvuru yılı 1931. Bu samimi ve
zararsız başvuru kabul görür ve papaz başkanlığında tamir çalışmaları başlar.
Başlar başlamasına da, papazın başı namaz kılan müminlerle derttedir. Günde beş
vakit namaz tamirat işlerini aksatmaktadır.


Papaz’ın pratik zekası bir daha devreye girer ve tamir faaliyetlerinin daha
rahat yapılabilmesi için, Ayasofya’nın geçici olarak ibadete kapatılması
sağlanır. Ondan sonra ne tezgahlar kurgulanır bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey,
Ayasofya’nın o günden sonra bir daha ibadete açılmadığıdır. Prof. Semavi
Eyice’den dinleyelim: “Whitte More çalışmalar sürerken, 1934’te Atatürk
bir akşam sofrasında Ayasofya’nın müze haline getirilmesi düşüncesini ortaya
atmıştır.”


Bizim kanaatimiz:  Mustafa Kemal Batı dünyasının (Haçlı-Siyonist
ittifakının) Ayasofya’yı kilise yapma niyetinin farkındadır. Fethin sembolü
olan bu mabedin müzeye çevrilmesi isteği, sonradan kiliseleştirmenin ilk
basamağıdır. İşte burada Atatürk’ün taktik dehası devreye girmiş; doğrudan
kiliseye dönderilmesi yerine, müzeye çevrilmesinin, Türkiye’ye zaman
kazandıracağını ve ileride yeni fırsatlar ve imkanlar doğacağını hesaplamıştır.
Çünkü zaten Cumhuriyet o günkü şartlarda, batının dayatmalarına karşı çıkacak
güçten yoksun bulunmaktadır. Yani Atatürk, Ayasofya’yı cami iken müze yapmamış;
tam aksine kilise yapılacak iken müze olmasına göz yumarak Onun elde kalmasını
sağlamıştır.

Ancak bir dönem olduğu gibi günümüzde de
hala ara sıra tartışma konusu olan bir durum vardır ki o da; Ayasofya’nın
Mustafa Kemal Paşa’nın imzasıyla müzeleştirilip müzeleştirilmediği olayıdır.
Hatta bu konuda 2005 yılı içerisinde, bağımsız milletvekili olduğu dönemde
İstanbul milletvekili Emin Şirin de bazı açıklamalar yapmıştır. Şirin,
Atatürk’ün imzasının sahte olduğunu, bu imzanın Paşa’nın kendi imzası
olmadığını ortaya atmıştır.


Bu konu üzerinde yakın tarihimizde görüş bildiren en tanımış aydınlardan birisi
de Ebuzziya Tevfik’tir. Torunu, Ebuzziya Tevfik’in bu iddialarla ilgili olarak
şu açıklamalarda bulunduğunu, 1995 yılında yayınlanan “Ayasofya”
isimli kitabında Yazar Hüseyin Yılmaz’a şöyle aktarıyor: “… Mustafa
Kemal tam İstanbul’a geldiği sıralarda, Amerika’dan bir heyet veya zat geliyor.
Mutemete resmen müracaat ediyor. Oradaki Bizans Enstitüsü’nün bir temsilcisi
diyor ki; -Ayasofya hayli harap halde, bunu müsaade edin de biz tamir edelim.
Ve eski haline getirelim…- diyor. “Ancak Amerikalı müracaat edince,
hükümet bizim kendi paramız vardır, tamir için paramız yeterlidir. Biz yaparız
başkasına ihtiyacımız yoktur, diye talebi geri çevirmiştir. O sırada Maarif
Vekili Hikmet Bayur’dur. M. Kemal gelir Ayasofya’nın etrafını görür. -Yahu
Ayasofya’yı bu rezalet halden kurtaralım, kırık dökük şeyleri ortadan kaldırmak
lazım. Madem ki bunu tamir edip eski haline getirmek de mümkün, bunu biz
yapalım” diye teklifte bulunur. Hikmet Bayur, Maarif Vekilliğinden
büyükelçiliğe tayin edilir ve yerine Abidin Özmen gelir. Ayasofya’nın sahibi,
Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu vakıf dolayısıyla o zaman ki Vakıflar Umum
Müdürlüğü’dür. Etrafındaki bir kısım yerler Vakıflar’a aittir. Diğerleri
muhtelif kimselerindir. Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne bütün bunların temizlenmesi,
kaldırılması, istimlak edilip tamir edilmesi için emir verilir. Bu gelişmeler
üzerine mesele Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında yeniden görüşülür. Abidin
Özmen, Maarif Vekili olarak madem ki burasını – yani ibadete açık olmayan
kısımları- müze haline getirmeyi düşünüyoruz, o halde bunu Maarif Vekaleti’ne
verin, biz bunu yapalım- der. Maarif vekilinin yapmasına hemen karar verilir.
Fakat Maarif Vekaleti’nin bütçesinde böyle bir tamir için ayrılmış para yoktur.
Ayrıca bütçelerden bir fasıldan, bir fasıla para intikali imkanı da yoktur.
Bunun üzerine vekiller heyetinde konuşulur. Vekiller heyetinin kararı ile
Maarif Vekaleti’nin bu masrafı yapması emredilir. İşte “kararname”
diye tutturdukları budur. Bütün kararnameler, Resmi Gazete’de ilan edilir. Bazı
kararlar da, yani kararname mahiyetinde olmayan 2. derecede olan bu tür
kararlarda tek heyetten çıkmasına rağmen, Resmi Gazete’de ilan edilmez.
Doğrudan doğruya, Müdevvenet Müdürlüğü denen bütün bu kanunların hepsinin
toplandığı yere gider. Bu gün bile herhangi birisi Müdüvvenet Müdürlüğü’ne
gider ve kararnameleri görmek isterse, istediği kararnameler önüne çıkarılır.
İstediği kısmı alabilir. Ama kararnameler içinde neşredilmeyen bir kısmın
fotokopisini vermezler. Kanunen yasaktır. Geçen gün bir gazetede, sadece bu
karar olan, ancak buna rağmen ısrarla ve kasıtlı olarak  kararname
dedikleri şeyin altına Atatürk’ün imzasını taklit ederek basacak kadar işi
ileri götürdüler. Şimdi bu (Vekiller heyetinin kararı ile Maarif Vekaleti’nin
bu masrafı yapması emri) neşredilmemiş bir “karar” olarak
kaldı…”


Fatih’in Vasiyeti


O dönem ki adıyla Evkaf Umum Müdürlüğü, bu günkü adıyla Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün Fatih Vakfı’na ait vakfiyeden çıkarttığı lanet bölümü de denilen,
bize göre en doğru ifadeyle “Uyarı Bölümünü”nü görelim…

 “Kim bu vakfiyenin bir şartını
değiştirir, fasit bir teville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlülükten
kaldırmaya kasteder, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder veya bunları yapana
yol gösterir veya yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar
veya sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu
kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın,
meleklerin ve bütün insanların ebediyen laneti onun üzerine olsun. Azapları
hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın…”


Ayasofya, Bizans’a tanıklık etmiş, Osmanlı’yı yaşamış, Cumhuriyeti ise
yaşıyor… Hıristiyanlık alemi için kutsal olduğu gibi, İslam dünyası için de
manevi bir sancak. Müze, cami, kilise üçleminde politik tartışmalara ismi
karışmış olan bu tarihi yapının kaderinde iki dönem bulunuyor. Biri I. Ayasofya
dönemi olan eski dönem, ikincisi ise, İstanbul’un fethinden sonraki II.
Ayasofya dönemi. I. dönem Ayasofya’ya ait hemen hemen bütün yapı ve dokular
günümüze kadar gele bilmişken, II. dönem Ayasofya’ya ait birçok yapı ve doku ne
yazık ki günümüze kadar ulaşabilmiş değil. Zaten hiç kimse de bu yapılardan
haberdar değil. Kayıp Ayasofya’ya ait, imarethane, medrese başta olmak üzere
birçok önemli mekandan eser yok. II. dönem Ayasofya’dan, kilisenin camiye çevirilişini
gösteren birkaç önemli doku bulunuyor. Yeni nesil ise, kart postallarda da olsa
görebildiği Ayasofya’nın dışında başka bir yeri görmüyor, bilmiyor. Ayasofya’yı
da sadece bu yapıdan ibaret zannediyor. Oysa Ayasofya bir zamanlar başlı başına
bir külliyeydi.


İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra, şehrin en eski yapılarından
Ayasofya çeşitli onarımla da yaşatılmış ve yeni ilaveler yapılmış. Ayasofya’nın
onarım ve yeni kısımlarının inşasında, Mimar Muslaheddin, Mimar Sinan-ı Atik,
Mimar Ayas, Mimar Hayrettin ve Mimar Sinan’ın büyük emekleri geçmiştir. Osmanlı
dönemi boyunca Ayasofya’nın ana yapısına Fatih tarafından medrese, I. Mahmut
tarafından kütüphane, imarethane, şadırvan, sübyan mektebi, sebil, çeşme,
Abdülmecid tarafından muvakkithane gibi önemli eserler ilave edilmiştir. Ancak
bu yapılardan günümüze kadar sadece I. Mahmut’un yaptırmış olduğu kütüphane
gelebilmiş. Kütüphanenin dışında II. dönem Ayasofya’ya ait hiçbir eser şu anda
yok. Yok olan bu yapıların en önemlisi, Fatih’in yaptırmış olduğu Ayasofya
Medresesi. Ayasofya Medresesi’nin müderrisliği, dönemin en büyük ilmi payesi
sayılıyordu. Ali Kuşçu başta olmak üzere, Molla Hüsrev, Mehmet bin Feramürz
gibi alimler Ayasofya Medresesi’nde müderrislik yaptı. Fatih Sultan Mehmet’in,
Fatih Camii Külliyesi’ni yaptırması ve Semaniye Medresesi’nin açılmasıyla
öğrenim bir yerde toplanmış, Ayasofya Medresesi’ne olan ihtiyaç ise azalmıştı.
Sultan II. Mahmut zamanında onarım gören medrese, Darü’l Hilatü’l Aliye
Medresesi olarak 1924 yılına kadar kullanılmış, 1934 yılında Ayasofya’nın müze
olması kararından sonra da diğer yapılana birlikte tamamen yok olup gitmiş.


Osmanlı Ayasofyası Yok Edildi


İmarethane, sübyan mektebi, medrese başta olmak üzere kayıp Ayasofya’nın izini
aramaya başlayan Ayasofya Müzesi eski Müdürü, Arkeolog-Sanat Tarih çisi Erdem
Yücel, Osmanlı dönemi Ayasofya’sının bilinçli bir şekilde yok edildiğini
söylüyor. Yücel, “Eski Ayasofya günümüze kadar gelebilmişken, ondan daha
genç olan Osmanlı dönemi yapılarının yok oluşunu anlamak mümkün değil. Ortada
bir kayıp Ayasofya var. Kimse bunu bilmiyor. Ben görevli olduğum süre de, eski
dokuları ortaya çıkarmak için ekip halinde günler süren bir çalışma yaptık.
Merhum Mimar Alpaslan Koyunlu ile Fatih’in yaptırmış olduğu medresenin temelini
ortaya çıkardık. Diğer eserleri tam olarak inceleyemedik. Ayakta kalan
kütüphaneyi ise onardık. Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra yaptırmış
olduğu ilk medrese. Bu medrese dikdörtgen bir plan şeması gösteriyor. 12 odalı
bir yapıydı. Osmanlı döneminden önceki Ayasofya tahrip edilmemiş, sadece birkaç
mekanın kullanım amacı değiştirilmiş. Osmanlı dönemine ait bir çok önemli
mekanın bilinçli bir şekilde yok edildiği karşımıza çıkıyor. Çünkü böylesine
mekanların yok olması başka türlü izah edilemez” şeklinde konuşuyor.

Vakfiyeden Haber Yok


Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethettikten sonra Ayasofya’da kıldığı ilk
cuma namazının ardından, bu yapıyı onarmış ve yeni yapılar ilave etmiş. Tam
anlamıyla olmasa da bir külliye kuran Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı geleneğinden
gelen bir hareketle burası için bir vakıf kurmuş. Fatih Sultan Mehmet’in
“Kenise-i Münakkaşa” diye tabir ettiği vakfiyenin, Ayasofya
Külliyesi’nin yaşaması için, bir takım hanların ve dükkanların gelirini buraya
bağlamış. Ancak günümüzde, Ayasofya Vakfiyesi’ne ait herhangi bir gelir
kaynağına ve vakıfa ait dükkan ve iş hanına rastlamak mümkün değil. Bu
dükkanların ve hanların akıbeti ise belli değil. Vakıf malı devredilemez,
satılamaz ibaresi göz önünde bulundurulursa, o dönemlere ait dükkanların ve iş
hanlarının en azından yerlerinin kimlere intikal ettiği bilinebilir.

Ayasofya ile ilgili olarak çalışmalar
yapan Ayasofya Müzesi eski Müdürü Erdem Yücel, vakfiyeden eser olmadığını
belirterek şöyle konuşuyor: “Zaman çok eski, ama vakfiye geleneğinde malın
kime devredildiği, ne şekilde olduğu bilinebilir. Ancak üzerine düşülmediği
için şu anda bir şey söylemek mümkün değil. Belki şu anda Ayasofya’nın
çevresindeki dükkanların en azından mekan vakıf malıdır Böyle ise o zaman
dükkanlar da vakıf malı sayılır. Bu dükkanları işletenlerin vakfa kira vermesi
gerekir. Bunu Vakıflar Müdürlüğü’nün takip etmesi gerekir. Bu sadece bir
varsayım ve bir tahmin. Çünkü buralardan gelen gelirler, Ayasofya’nın tamiratı
ve giderleri için harcanır. Onarım ve tamirat için ödenek beklemeye gerek
kalmayacak.”


Türbeler Harap


Ayasofya Külliyesi içinde bulunan Osmanlı dönemine ait mekanlardan birisi de,
Osmanlı sultanlarının türbesinin bulunduğu kısım. Türbeler günümüze kadar
gelebilmiş ama tam olarak muhafaza edildiği söylenemez. Türbelerde Sultan II.
Selim, III. Murat, III. Mehmet, Sultan İbrahim ve I. Mustafa’nın sandukalarının
yanı sıra, şehzadelerin, sultan eşlerinin ve çocuklarının da mezarları
bulunuyor. III. Murat’ın annesi Safiye Sultan, Mihriban, Fatma Sultanlar başta
olmak üzere yirmi bir kızı, Sultan I. Ahmet’in şehzadelerinden Kasım, Sultan
III. Mehmet’in üç oğlu, iki kızı, Sultan İbrahim’in bir şehzadesi ile iki
sultanı olmak üzere elli dört sanduka bulunuyor. Ayrıca türbenin yanında,
Sultan Murat’ın oğullarının gömülü bulunduğu şehzadeler türbesi yer alıyor.


Osmanlı sultanlarına ve şehzadelerine ait Ayasofya’daki türbeler itina ile
yapılmasına rağmen, daha sonra kendi haline bırakılmış. Cumhuriyet döneminde
kapısına kilit vurulan türbelerin duvarları çatlamış, sandukaların üzerlerini
örten malzemeler dökülmüş, metruk hale gelmiş. Sanat Tarihçisi Erdem Yücel’in
Ayasofya Müzesi Müdürü olarak atanmasından sonra türbeler elden geçirilmiş,
baştan sona tadilatı yapılmış. Yücel, tamirat ve tadilatla yetinmemiş, bir de
burayı yerli yabancı turistlerin ziyaretine açmış. Ancak Yücel’in görevinden
ayrılmasından sonra türbeler tekrar kapatılmış. Aradan birkaç yıl geçtikten
sonra Yücel, tekrar görevine başlamış, türbeler de tekrar açılmış. 1996 yılına
kadar Yücel’in görev süresiyle birlikte türbeler açık kalmış, bu tarihten sonra
tekrar kapatılmış. Yani gitmiş türbeler kapatılmış. Şimdi ise türbeler
kapılarına kilit vurulmuş ve kendi hallerine bırakılmış durumda.


Ayasofya Müzesi eski Müdürü Erdem Yücel, türbelerin tekrar harabeye dönüştüğünü
belirterek şunları söylüyor: “Türbeler kısmını onarıp ziyarete açtım.
Hatta açılışı dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar yapmıştı. Ben görevde kaldığım
sürece türbeler ziyarete açıktı. Birçok insan türbeleri ziyaret ederek,
Ayasofya’da türbelerin olduğunu öğrendi. Benim olmadığım dönemlerde türbeler
kapatılmış. Şimdi ise yine kapalı. 4 yıldır türbelerin kapısı açılmamış. Her
taraf eski haline dönmüş. Türbelerin hali şu anda harap durumda. Böylesine
önemli olan türbelerin kendi haline bırakılmasını anlamak mümkün değil. İlk
defa beş Osmanlı Sultanı bir arada bulunuyor. Bu bakımdan da çok önemli bir
yer. Bu türbeler sıradan türbeler değil, bir de burada Türk sanatı ortaya
koyulmuş. Çiniler, mozaikler ve ahşaplardaki desenler Türk mimarisinin
özelliklerini ortaya koyuyor.”


Ayasofya’da Neyin Restorasyonu Yapılıyor?


2000 yılında, Avrupa Parlamentosunda  bir Romen milletvekilinin
öncülüğünde, Ayasofya’nın tekrar kiliseye dönüştürülmesi için kampanya
başlatılmıştır. Asırlardır Türkler tarafından günümüze kadar korunabilmiş,
bakımı ve onarımı bizler tarafından yapılmış olan Ayasofya’nın, ne hikmetse
80’li yıllarda bakımı ve onarımı dışarıya havale edilmiştir. Dünya anıtları
fonu tarafından “Dünya Kültürel Mirası’nın” en önemli 100 anıtı
arasına alınarak, Dünya Kiliseler Birliği’nin içinde bulunan birçok yabancı
kuruluşlardan onarım parası alınmaya başlanmıştır. Ayasofya camiye
dönüştürüldüğünde boyanarak üzeri kapanan resimler; restorasyon adı altında
temizlenerek bir bir ortaya çıkarılmaya başlanmıştır. Bu işlemin
gerçekleştirilmesi dahi, buranın kiliseye çevrilmesinin habercisiydi. Bugün bu
çalışmalar hemen hemen bittiğine göre, artık ibadete açılması içinde AB
harekete geçmiştir. Peki böyle bir restorasyon çalışmasına hangi yetkililer
izin vermiştir? Bunun hangi amaçla yapıldığını bu yetkililer anlamamışlar mıydı?
Yoksa anladıkları halde, sırf koltuklarını korumak uğruna buna peki mi
demişlerdi? Ayasofya, Türk Milletinin Milli Egemenlik sembolüdür. Bunun için
asla taviz verilemez.


Son günlerde Patriğin, yeni bir takım oyunlar için de girerek Papa’yı
Türkiye’ye davet etmesi, Ayasofya’da ibadet etme söylemlerinin ortaya atılması
son derece tehlikeli oyunlardır. Patrik ateşle oynamaktadır! Şunu unutmasın ki,
düşman işgali altındaki İstanbul’da bile Ayasofya’nın ele geçirilmesi ihtimali
söz konusu olunca, vatan evladı bir binbaşı, temellere dinamit yerleştirerek,
böyle bir şeye girişmeleri halinde mabedi havaya uçuracağını haykırmıştı.
Dolayısıyla Türk milletini daha fazla kimse zorlamasın.

Bu millet hiç ummadıkları anda gereken
cevabı vermesini bilir, 1919′ da verdiği gibi…

Aslında Bizans devletini diriltme,
Vatikanlaştırma konuları büyük bir planın sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni
parçalamak için ortaya atılan ilk bölümüdür.

“Yeni Dünya Düzeni” adı altında oynanan bu oyun, yeryüzündeki
devletleri dinsel ve etnik ayrışmalara götürmektedir. Ulus devletleri şehir
devletçiklerine bölerek, onları bir bir denetim altına almaya
planlamaktadırlar. Türkiye’de bu tezgah Bizans’ın ihyası ile başlamıştır.
“İstanbul Şehir Devletçiği” ve daha sonra Türkiye’nin diğer
bölgelerinde de başka başka devletçikler oluşturulacaktır. Burada en önemli
ayrıntı, hiç bir millet veya devletin egemen olmadan kontrol altına
alınmasıdır. Egemenlik yetkisi sadece ve sadece bir avuç azınlıkta olacaktır ve
diğer insanlar onlara tabi olacaklardır. Nihai hakimiyetini hedefleyen bu gücün
niyeti, kendilerinin efendi diğerlerinin ise köle olduğu bir düzendir. İşte
bütün bu oyunlarının tezgahlarının altında tek gerçek vardır: İnsanımıza ve
dünya insanlığına reva görülen Kölelik! İşte hazırlanan gelecek budur… [4]


Sonuç:


Osmanlılar’da asırlarca devam eden gelenek, İstanbul 1453’te fethedildiğinde
de, Osmanlılar tarafından uygulandı. Şehrin en büyük kilisesi, Ayasofya, camiye
tahvil edildi ve Fatih Sultan Mehmet askerleriyle birlikte ilk Cuma namazını
burada kıldı.

 O günden beri Ayasofya, İstanbul’un
Türkler tarafından fethinin simgesi sayıldı.


Öyle ki Osmanlı döneminde Cuma ve bayram hutbelerinde, Hatip, minbere kılıç
kuşanarak çıkar ve zafer alameti olarak gümüş tel takardı. Bu özel tutumla,
İstanbul ve Ayasofya’nın kılıçla fethedildiğine tekrar tekrar vurgu yapılırdı.


Ayasofya, yüzyıllar boyu, gönüllerde Büyük Fetih Camii olarak yer aldı.


Aynı zamanda bir namus meselesi, millî egemenliğin simgesiydi.


Birinci Dünya Harbi’nin ardından İstanbul işgal edilmiş, ancak Ayasofya işgal
edilememişti!


Fransız işgal kuvvetleri, yüzyılların hesabını kendileri görmek istiyorlardı.
Fransız kuvvetlerin komutanı Franchet d’Esperey’in emriyle bir Fransız taburu
Ayasofya’ya yerleşmek ve “camiyi teslim almak” üzere geldi.
Ayasofya’yı savunmakla görevli Türk taburunun komutanı Binbaşı Tevfik Bey, caminin
büyük giriş kapısına iki ağır makineliyi yerleştirmişti. Tevfik Bey, Osmanlı
yönetiminden, Harbiye Nezareti’nden aldığı emirleri dinlemeyerek camiyi tahliye
etmeyi reddetti.


Fransız tabur komutanı Tevfik Bey’e, “Siz asker değil misiniz, burasını tahliye
ederek bize teslim etmeniz için emir almadınız mı?” der.


Binbaşı Tevfik Bey’in yanıtı şöyle olur: “Evet ben de bir askerim. Bir
asker olduğum için sizi, ben sağ olduğum sürece bu kapıdan geçirmeyeceğim. Ben
aynı zamanda Türk’üm ve Müslümanım ve burası da benim mukaddes mabedimdir. En
büyük âmir olan vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet
cebren girmeye teşebbüs edecek olursanız, işte size ilk cevap verecek olan ağır
makinalılar. Yalnız bu kadar değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse caminin
dört köşesine kafi miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen
teşebbüsünüzde ısrar ederseniz bu koca mabed bu taburun üzerine çökecektir ve
siz bu mabede giremeyeceksiniz…”


Böylece Fransız taburu çekilir, Ayasofya işgal edilemez.

Hıristiyan âlemi, yüzyıllar boyunca
Ayasofya’nın tekrar kilise olması için uğraşıp durdu. Çünkü Ayasofya’nın
kilise olması, İstanbul’un Batı tarafından Türklerden geri alınması gibi bir
olay olur. Bu derece önemli bir simge…

Batılı’nın tarih bilinci ve yüzyıllardır
bu konuda değişmeyen tutumu son derece öğretici.

1934’te halen tartışmalı olan bir
kararnameyle ve Celal Bayar’ın anlatımına göre, Balkan Paktı’nda Yunanlılara
jest olsun diye, o dönemin koşullarında siyasi bir kararla, Ayasofya müzeye
çevrildi.

Bugünlerde Amerika’da yeni bir kampanya
başladı.

Kamuoyu önünde kampanyayı başlatan kişi
olarak Kris Spiru görünüyor.

 Spiru, Demokrat Parti’nin New
Hampshire eyaleti eski başkanı ve Yunan-Amerikan Birliği Başkanı.

Geçen aylar düzenlenen bir toplantı ile
Manhattan`da bir örgüt kuran Spiru, hedefinin Ayasofya’yı “Ortodoksluğun
kraliyet merkezine” dönüştürmek olduğunu belirtti. Spiru, Ayasofya’nın
kilise olarak ibadete açılması için başvurabilecekleri hukuki mercilerden birisinin
Strazburg`daki İnsan ve Dini Haklar Mahkemesi olduğunu ifade etti.

Bu kaçıncı kampanyadır, Batı’dan
Türkiye’ye yapılan kaçıncı Ayasofya baskısıdır?

Türkiye, bütün bu dayatmaları artık
ciddiye almadan Ayasofya’yı Fatih’in vasiyetine uygun olarak eski konumuna getirmeli.
Ayasofya, yeniden “Büyük Fetih Camii” olarak toplum hayatında yer
almalı, kapılarını halka ibadet için açmalı.

Bunun irticayla, yobazlıkla falan ilgisi
yok.


Ayasofya, kendisini “İslamcı”, “sağcı”, “solcu”,
“Kemalist”, “Türkçü”, “Milliyetçi” olarak ifade
eden, hangi görüşte olursa olsun her kesimin destek vermesi gereken; sadece
iktidarın-muhalefetin, şu ya da bu siyasi partinin meselesi değil, egemenliğin
bir simgesi, Türkiye’nin meselesidir.[5]

 

 


 

[1]  5.7.2006
/ Aydın Candabakoğlu / Tercüman

[2] 08.07.2006
/ Mehmet Şevket Eygi / Milli Gazete

[3] Handan
Özduygu / Netpano. com / 30.04.2006

[4] Hakan
Yılmaz Çelebi-Judasofya Pegasus yy. İST. 2006)

[5] Uğur
Yıldırım / Jeopolitik. Sayı:31 Ağustos 2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi