CIA-MAAT? DİN İSTİSMARCILIĞINDAN İSTİHBARAT AJANLIĞINA!
Başlatılan operasyonlarda 50’ye yakın üst düzey paralel emniyetçi(!) hakkında tutuklama kararı çıkıyordu!
İstanbul merkezli operasyonda gözaltına alınan polislerden Yurt Atayün hakkında “siyasi ve askeri casusluk” iddiasıyla tutuklama kararı veriliyordu. 22 Temmuz operasyonunda gözaltına alınan Eski İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün, yine eski istihbarat şeflerinden Ali Fuat Yılmazer ve hayati Başdağ gibi otuzdan fazla emniyetçi tutuklanıyordu. Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında önemli görevler üstlenen Atayün’e savcılıkta 19 soru yöneltilirken 5’ini cevaplaması 10 saat sürüyordu. El Cezire sitesi Emniyetteki Cemaat operasyonundan gözaltına alınan müdürleri yakacak raporu ele geçirdiğini açıklıyordu. Müfettişler, gözaltındaki polislerle ilgili istihbarat şubenin dinleme kayıtlarını incelediğinde; dinlenilmesi istenilen kişilerin gerçek, eksik ya da sahte isimler kullanılarak, terör ve organize suç örgütleriyle ilişkilendirildiğini rapor ediyordu.
Paralel yapı müfettiş raporuna giriyordu
İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişliğince hazırlanan yaklaşık 3 bin sayfalık raporda, İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü’nce kentte 2008 yılı ve sonrasında telekomünikasyon yoluyla yapılan önleyici istihbarat faaliyetlerinde, “iletişimin tespit edilmesi, dinlenilmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesinde usulsüzlükler” tespit ediliyordu. Emniyetteki “paralel yapı” iddialarına ilişkin yürütülen soruşturmanın başlamasını sağlayan İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişliği raporunda, İstanbul’da 2008 yılı ve sonrasında gerçekleştirilen telekomünikasyon yoluyla önleyici istihbarat faaliyetlerinde, iletişimin tespit edilmesi, dinlenilmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesinde usulsüzlükler saptanıyordu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen İstanbul merkezli 17 Aralık soruşturmasında gündeme gelen “paralel yapının telefon dinlemesi” iddiaları üzerine İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişleri tarafından İstanbul istihbarat ve terörle mücadele şube müdürlüklerinde inceleme başlatılarak, bu birimlerin arşivlerinde araştırma yapılıyor, inceleme sonucunda, yasa dışı dinlemeler yapıldığının tespiti üzerine İçişleri Bakanlığı Müfettişliği tarafından rapor hazırlanıyordu.
Mülkiye ve polis başmüfettişlerinin Emniyet’te yaptıkları incelemede görevden alınmadan önce Emniyet’in belgelerini imha ettiren Ramazan Akyürek’in başında olduğu 14 kişilik özel ekip açığa çıkarılıyordu.
Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in Emniyet’teki log kayıtlarını sildirmesine ilişkin mülkiye başmüfettişleri Rıdvan Aydın ve Anıl Cengiz Özgün ile polis başmüfettişleri Mehmet Tomruk ve Zafer Aktaş’ın hazırladığı raporda çarpıcı ayrıntılar yer alıyordu. Raporda Emniyet’teki tüm işlemlerin dijital ortamda kayıt edildiğini ancak bu kayıtların Akyürek tarafından görevden alınmadan 6 gün önce imha edildiği bildiriliyordu. Akyürek’in de 7 Nisan 2014’te konuyla ilgili ifadesinin alındığı öğreniliyordu. Dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır’ın siciline “Fethullah’a yakındır, dikkat edilmeli” diye not düştüğü Akyürek ile birlikte imha işlemini gerçekleştiren 14 kişilik polis ekibi de raporla birlikte ortaya çıkıyordu. Raporda, merkez ve taşra birimlerinde çalışan bazı personelin görevlerinin ve yetkilerinin dışına çıkarak veri inceledikleri, istihbari çalışmalarda kullanılan verilerin tutulduğu depolama sistemleri ile bu verilerin kullanımına ilişkin log kayıtlarını sildikleri, mesnetsiz gerekçeler ileri sürerek Emniyet teşkilatındaki bazı üst düzey yetkililere ait kişisel verileri inceledikleri tespitine yer veriliyordu.
Ergenekon tertibini haklı çıkarmak ve TSK’yı töhmet altına sokmak için mi Hrant Dink öldürülüyordu?
Hrant Dink cinayetinin arkasındaki F tipi yapılanmanın hedefini dönemin İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun şöyle açıklıyordu: Ergenekon ve Balyoz davalarının önünü açmak üzere bu cinayet tertipleniyordu! Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun, Hrant Dink cinayeti davası çerçevesinde 8 Mayıs’ta verdiği ifadesinde, “Dink’in Ergenekon, Balyoz gibi tertiplerin önünü açmak için öldürüldüğünü açıklıyordu. Dink’in öldürüleceği istihbaratının dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Ali Fuat Yılmazer tarafından kendilerinden saklandığını ifade eden Uzun “Türkiye’de başta Hrant Dink olayı ile başlatılacak bir propaganda vardı. Bunun devamı olan Ergenekon, Balyoz, Odatv, Fuhuş ve Casusluk davası, Amirallere suikast davası, futbolda Şike davası, 28 Şubat davası gibi davalarla Türk halkı inandırıldı” diye ekliyordu. Uzun, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu Savcısı Yusuf Hakkı Doğan’a 8 saat boyunca verdiği ifadesinde, Ergenekon şemasından, Dink suikastına adı karışan kamu görevlilerine ilişkin çok çarpıcı bilgiler aktarıyor, bazı polis yetkililerinin Dink cinayetine göz yumduğunu belirtiyordu.
Erdoğan’ın: “İlker Paşa görevdeyken bana demişti” itirafı kafa karıştırıyordu!
Diyarbakır dönüşü uçakta gazetecilere konuşan cumhurbaşkanı adayı ve Başbakan Erdoğan, paralel yapıya yönelik sert mesajlar vermeye devam ediyordu. Erdoğan, Başbuğ’un paralel yapıyla ilgili kendisine bilgi verdiğini belirterek “İlker Paşa bana ‘Bugün bize yarın size’ demişti. Hakikaten dediği oldu” sözlerini Vatan gazetesi yazarı Hüseyin Yayman, Erdoğan’ın açıklamalarını köşesine taşıyordu. Böylece Sn. Recep Erdoğan; hem siyasi feraset hem de istihbari marifet olarak askerin çok gerisinde kaldığını itiraf mı ediyordu? Tabi bütün bunları Cemaat’in CIA’sız başardığını sanmak veya işin bu yönünü saklamak ta ayrı bir ahmaklığı yansıtıyordu. Bu arada Emniyet içinde casusluk ve yasa dışı dinlemelere ilişkin başlatılan operasyonların, yargıya da sıçrayacağı sinyali veriliyordu. Emniyet içindeki paralel yapılanmaya yönelik operasyonun bir rövanş olmadığını savunan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, operasyonun yargıya uzanması gerektiğini belirtiyordu. Milliyet’ten Abdullah Karakuş’un sorularına yanıt veren Atalay Cemaat’e yönelik operasyonların Yargıya sıçraması gerektiğini ima ediyordu.
Paralelciden: “ifadeye çağırsınlar, her şeyi anlatayım” çağrıları başlıyordu
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın çalışma ofisinde bulunan böceklere dair yazdığı raporda, “kendisinden istenen tahrifatı yapmadığı için işten atılan eski TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Hasan Palaz, yurtdışına kaçtığı” iddialarına sert tepki gösteriyordu. Konuyla ilgili yazılı açıklama yapan Palaz, hakkında hiçbir savcılık daveti, arama kararı olmamasına rağmen böcek soruşturması dahil bildiklerinin tamamını anlatmak için Japonya’daki iş görüşmesini yarıda bıraktığını ve ailesiyle birlikte Türkiye’ye döndüğünü söylüyordu. Palaz “Hodri meydan, her türlü adli karar ve soruşturmaya açığım. İsteyen gözaltına alsın, isteyen ifadeye çağırsın. Her türlü karara karşı alnım ak gözüm de pektir” diyordu.
‘Yalan haberlerle ilgili adalet arayışım sonuçsuz kaldı’
“Hâkimlerin baskı altına alındığına şahit oldum. Hâkimler, Bakanlığı arayarak “ne karar verelim?” deme durumuna getirilmiştir. Düşünün ki bir gazetenin ilk sayfası manşetten baştan sona yalan bir haber, haberde ismim verilmiyor ama tam boy büyük bir fotoğrafım yer alıyor. Mahkeme bu habere tekzibi kabul etmiyor. Aynı haberde hâkimin fotoğrafı olsaydı ne olurdu acaba? Bir gazete haberiyle 24 yıl çalıştığım TÜBİTAK’tan işten atıldım. İşe iade davamda gazete haberindeki iddiaların yalan olduğunu ispat etmem istendi. Hukuktaki ‘müddei iddiasını ispatla mükelleftir’ kuralı ayaklar altına alındı. Ben adalet mensuplarının içinde bulundukları durumu çok iyi anlıyorum ama unutulmamalıdır ki ‘namuslular namussuzlar kadar cesur olmadıkça’ adalet sağlanamayacaktır.”
Cemaat’in yazarları birbirine giriyordu!
Zaman yazarı Bülent Korucu, cemaate yapılan operasyona destek veren Bugün gazetesi yazarı Gülay Göktürk’e sert çıkıyor “Sn. Göktürk, 100 binin üzerinde işadamının fişlendiğini ve 28 Şubat benzeri taktiklerle diz çökmeye zorlandığını hiç duymamış sanki! Dershanelerin kapatılmasının ekonomik ya da eğitim politikalarıyla ilgili olmadığını biliyor oysaki. Türkçe Olimpiyatları’nın Türkiye’de yapılamayışının hukuki ve insani izahı olmadığının da farkında.” diyerek kendi yazarına sataşıyordu, ama her nedense 28 Şubat’ta Fetullah Gülen’in ve kendilerinin Erbakan’a yaptıklarını unutuyordu. Gülay Göktürk ise: “Dinden-imandan ve eğitimden başka bir şeyle ilgilenmeyen bir dini grubun siyasete girmek ve hükümeti devirmekle itham edildiğini, temiz toplum yaratmaktan başka hiçbir hesabı olmayan kahraman polis şeflerinin, bu temiz niyetlerinden dolayı inim inim inletildiği; sütten çıkmış ak kaşık kadar temiz yargıçların ve savcıların MİT’i ele geçirmiş İran ajanlarını yakalamak için kelle koltukta milli bağımsızlık mücadelesi verdiğini” söyleyen Cemaat’in herkesi ahmak yerine koyduğunu hatırlatıyordu.
“İsrail’in Filistin’e saldırdığı” haberinin itikâfta iken (sürekli ibadet ve riyazet üzerinde iken) kendisine bildirildiğini söyleyerek riyakârlık sergileyen Fetullah Gülen’in: “Anasına okuduğu hatim” tutuklanınca yarım kaldığına üzülen polis müdürü de ayrı riyakârlık ve istismarcılığa hevesleniyordu.
“İktidar yandaşlarına ve Erdoğan yalakalarına göre “paralel devlet” Gülen cemaati üzerinden Türkiye’ye kurulan dev bir komplo idi. Her türlü melaneti ellerini oğuşturarak işlemiş olan bu “cemaatçiler”, Türkiye’yi İsrail’e, ABD’ye “satmış” olan “vatan hainleriydi.” Cemaatçilere göre ise, “paralel devlet” tamamen hayali bir senaryodan ibaretti. İktidarın yolsuzluklarını örtmek için kurgulanmış bir düzmeceydi! Oysa Gülen cemaatinin devlet içinde bir “örgütlenmeye” başladığı, bilhassa emniyet ve yargıda kadrolaştığı, inkâr edilemeyecek kadar aşikâr bir gerçektir” diyenler, hem Hükümet’in hem de Cemaat’in ABD derin lobilerince kullanıldığını niye hiç gündeme getirmiyordu?
“…Dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa… Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın!” şeklinde beddua eden Fethullah Gülen’e niye sorulmuyordu:
“Kim dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışsa?”
Paraleller mi?
“Kim Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırı bir iş yapmışsa?”
Paraleller mi?
“Kimin yaptığı Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa?…”
Paralellerin mi? Evet bütün bunlar apaçık bir itiraf olmuyor muydu? Bu ülkede ilk kez mi polisler ve resmi rütbeli yetkililer gözaltına alınıyor, tutuklanıyordu? Bu polislerin Ergenekon, Balyoz süreçlerinde tutuklananlardan ne farkı bulunuyordu? diye soranlara niye hala yanıt verilmiyordu. Allah aşkına “dini hizmet aşıkı ve eğitim ağırlıklı bir Cemaat” istihbarat işlerine niye bu denli merak salıyordu? Bu Cemaat İsrail’e gösterdiği hoşgörüyü niye İran’dan esirgiyordu? Bu Cemaat PKK’yı özerkleştirecek çözüm sürecine niye net bir tavır koymuyordu?
Hala “Erdoğan Kemalist bir askerî darbeyi tetikleyebilir!” iddiasıyla tehditler savuran Zaman yazarı kime güveniyordu?
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda açık ara kazanması durumunda muhtemel gelişmeleri hatırlatan Zaman yazarı Şahin Alpay “En kötü ihtimalle Kemalist bir askerî darbeyi tetikleyebilir. Ülke darmadağın olur. Allah hepimizi bundan korusun!” diye uyarıyor ve aba altından sopa gösteriyordu! Bu ifadelerde ABD derin devleti olan Yahudi Lobilerinin endişeleri sırıtıyordu. Çünkü Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde, AKP’nin dağılacağı, ülkede siyasi ve ekonomik kriz patlayacağı ve arkasından bir “Milli Mutabakat” hükümetinin kurulacağı ve İsrail’den hesap sorulacağı ihtimali, bazı mahfilleri ciddi ciddi ürkütüyordu!
Cemaat’in Hakan Fidan alerjisinin perde arkasında ne yatıyordu?
17 Aralık ve 25 Aralık’ta hükümeti hedef alan operasyonların öncesinde, AKP ile Cemaat kavgasındaki krizi, 7 Şubat 2012′de Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması başlatıyordu. İsrail’in de Cemaat’in de istemediği bir isim olduğu imajı pompalanan Hakan Fidan’ın neden hedef tahtasına konduğu ise bir türlü anlaşılamıyordu? Cemaat’in Hakan Fidan’a yönelik operasyon çabasında başta İsrail olmak üzere dış istihbarat servisleriyle nasıl bir ilişki kurduğunu deşifre eden yazı Habertürk’teki Özcan Tikit şunları söylüyordu:
”Eski İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, 2010’da MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dan “rahatsız olduklarını” açıklıyordu. Ankara, Kürecik’e radar kurulmasına başta itiraz edince ikinci hamle geliyordu. Türkiye bir kez daha Fidan üzerinden hedef alınıyor ve ABD’deki Neo-Con tayfası tarafından İrancı olmakla suçlanıyordu. Ama nedense kimse bir MİT Müsteşarı’nın İrancı olması nasıl mümkün olur, mesela kariyerine ne faydası olur?” diye hiç sormuyordu. Suçlamalar Neo-Con’lara yakın bir gazeteci olan David Ignatius’un geçen sene, İranlı 10 İsrail ajanının MİT tarafından ele verildiği iddiasıyla devam ediyor, hedefteki isim yine Fidan oluyordu. Yahudi lobisinin sitesi Jewish Press ise hepsinden cüretkâr çıkarak Yori Yanover, “Fidan bir sabah aracına binerken bombayla havaya uçurulmayı hak ediyor” diyerek MİT Müsteşarı’nı açıkça tehdit ediyordu. Bütün bunların Hakan Fidan’ın ve Erdoğan iktidarının BOP kapsamındaki görevlerini daha rahat yürütsün diye yapıldığını ahmak takımı sezmekte zorlanıyordu.
“İsrail ve Neo-Con tayfanın Fidan’ı “hedef” ilan etmesine şaşıracak değiliz. Fidan’ın MİT’i küresel bir istihbarat teşkilatına dönüştürmeye çalıştığı biliniyor. Bunun için de hazmedilemiyor. MİT’i babasının malı gibi görenlerin bu durum karşısında rahatsız olmaları normal.” diyenler bu Siyonist senaryoya sadece figüranlık yapıyordu.
AKP’nin kurucularından Dengir Fırat; “Cemaat’i Emniyet’e, askere ve MİT’e karşı biz yerleştirdik” itirafında bulunuyordu!
AKP’nin kurucu isimlerinden ve Recep Bey’in akıl danelerinden Dengir Mir Mehmet Fırat Bugün gazetesine verdiği röportajda çarpıcı itiraflarda bulunuyor, Hükümetin de Cemaatin de masum olmadığını belirtiyor ve Cemaat’i Emniyet istihbarat’a TSK ve MİT’e karşı Hükümet’in yerleştirdiğini söylüyordu.
“İlk yıllarda Sayın Başbakan, “Bürokratik devletten, demokratik devlete geçeceğiz” diyordu. Bu süreci aşabilmenin kolay bir yöntemi yoktu. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde birçok tehdit alıyor, yeni bir anayasa çalışması yapıldığında, AB’ye tam üyelik için imzalar atıldığında, bunlardan vazgeçilmesi için tehdit talepleri iletiliyordu. Bu olmadığı takdirde, partinin kapatılacağı söyleniyordu. Biz aynı kararlılıkla devam edince çok kısa süre sonra kapatma davası açılıyordu. Kuyruğu zor kurtardık! Bir mücadele gerekiyordu ve bunu hukuk içinde yapabilmek pek mümkün görülmüyordu. Polis istihbarat biriminin güçlendirilmesi gerekiyordu. MİT o gün askerin denetimi altındaydı ve sivil iktidarla hiçbir ilişkisi yoktu. Emniyet içinde bir istihbarat örgütünün hem hukuken, hem personel olarak güçlendirilmesi lazım geliyordu. Bu maksatla Cemaat’e yakın kişiler oralara yerleştiriliyordu. Sayın Başbakan’a, bunun yarın komplikasyonlar yaratacağını söylediğimde, “Kıblemizin aynı olduğu insanlardan bize zarar gelmez” diyordu. O gün destek verilen kişilerle, bugün düşmanlık seviyesinde, hukuk dışı bir mücadele içine giriliyor. Oysa bu insanları atayan, Başbakan’ın ifade ettiği gibi, Pennsylvania değil! Üçlü kararnameyle yapılan o atamalarda İçişleri Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın imzaları bulunuyor. Ve yine, Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, bilinçli olarak, hukukun dışında teknik takip, ortam dinlemesi gibi imkânlar sağlanıyordu. Buna da karşı çıktım. Topluma ve bize zarar vereceğini hatırlattım. Ama dinletemedim. Türkiye öyle bir hal aldı ki, sokaktaki ayakkabı boyacısı bile devletin kendisini dinlediği korkusuna kapıldı.” diyerek, hem kendi ayarını hem de AKP’nin perde arkasını deşifre ediyordu!
Kendisiyle defalarca görüşen Ali Fuat Yılmazer’den hiç şüphelenmediniz mi? sorusuna; Başbakan’ın: “Bana bu adam 2-3 kez gelmiştir. Geldiğinde ona ait bilgiler bir genelleme yapabileceğimiz fikirler, şimdiki gibi rahatsız edici değildi. Çok basit kişisel bazı duyumlardı. Ama son görüşmede baktım ki, biraz farklı bir görüntü veriyor. O farklı görüntüyü verdikten sonra zaten diyalogu kestim. Konu olarak farklı şeyler bahsetmeye başlayınca terk ettim ve sen artık görevine dön! dedim” yanıtı, hem feraset ve fazilet ayarını yansıtıyor, hem de Dengir Fırat’ı haklı çıkarıyordu.
Alman Yahudilerin etkin yayın organı Der Spiegel’in kapağına, Türkiye’deki siyasi krizi anlatan özlü bir başlık atıyordu: “Der Staat Erdoğan”, yani ‘Erdoğan Devleti!’ Buna sarılan Zaman yazarı Ekrem Dumanlı: “Aynı şeyi bizim söylememiz o kadar inandırıcı olmuyordu. Sekiz aydan beri Hükümet, yasamadaki çoğunluğunu kaldıraç gibi kullanarak devletin içine sızıyordu. Adalet ve İçişleri Bakanlığı’ndan sonra sair bürokrasi partinin iradesine ram ediliyor, Anayasal kurumlar da birer ikişer devşiriliyordu. Bu istikametin adı evet, buz gibi parti devletidir. Peki, tırnak içinde “devlet” bir partinin kendini teslim almasına rıza gösterir mi? Görünürde bir itiraz sesleri, eskilerin ‘şanlı bürokratik direnişleri’ yoktu. Kitlevi memur tayin ve sürgünlerine ses çıkarılmıyor; devlet memurlarının vatandaşı fişleme, gizli arşiv tutma faaliyetlerine göz yumuluyordu. Bu sessizliği itaat sayabilir miyiz? Ben farklı fikirdeyim. Derin devletin nüvesi galiba şu sıralar, anayasa ihlâllerinin veya yüce divanlık suçların çetelesini tutmakla meşgul. Hükümet, kimyasını bozan 17-25 Aralık travmasından sonra ters ayaküstünde yakalanan kalecilere döndü ve bir vakitler titizlikle sahip çıktığı milli irade emanetini devletin derinliklerindeki odaklara teslim etti.” diyerek Cemaat’in paralel palazlanmasını mazur göstermeye çalışıyordu.
Bu arada Nazlı Ilıcak Recep T. Erdoğan’ın: “Paralel yapı mensuplarının Adalet Sarayı’nın içine girmek suretiyle zanlılarla poz vermeleri, resim çektirmeleri, bunların hepsi suçtur. Anayasa’nın 138. maddesi açık ve net ortadadır. 138’e göre hangi sıfatla olursa, olsun yargı mensuplarını baskı altına alamazsınız.” sözleriyle, İdris Bal ile Hakan Şükür’ün ya da CHP Milletvekili Mahmut Tanal’ın ve İdris Naim Şahin’in gözaltındaki emniyetçileri ziyaretlerini kastettiğini söylüyordu. Anayasa’nın 138’inci maddesini hatırlamasına sevindim doğrusu. Gerçekten de 138’inci madde, yargıya baskı yapılmasını engelliyor: “Hiçbir organ, makam, merci ve kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Maddeyi dikkatlice okudum. Acaba “İktidar mensupları istisnadır” diye bir ayrıcalık tanınmış mı? Öyle bir şey yok. Demek, bu hükümler, Başbakan ve bakanları için de geçerli. Oysa, yolsuzluk dosyaları ortaya çıkınca, hâkimlerin ve savcıların nasıl yerlerinin değiştirildiğini, bizzat Adalet Bakanı’nın Adana ve İzmir’i arayarak adli soruşturmayı yürüten görevlilere talimat yağdırdığını biliyoruz. Adana’da usulsüz dinleme dolayısıyla suçlanan 6 polis tahliye edilince, Erdoğan’ın “Bunlar da paralel yapıdan” diye hâkimleri suçladığını unutmadık. İktidarın, yargı üzerinde bu kadar baskısı varken, Erdoğan’ın, polislere ziyareti Anayasa’nın 138. maddesi kapsamına sokması gerçekten şaşırtıcı. Ama nasıl olsa onun Erdoğan’ın her dediğine, tartmadan, tartışmadan inananlar var. Belli ki o da sadece bu insanlara hitap ediyor.” diyen Nazlı Ilıcak tam 12 yıl boyunca kendisinin de aynen böyle davrandığını unutmuşa benziyordu.
Kripto cemaatçi hâkimden bomba ifşaatlar geliyordu
Sabah Gazetesi’ne önemli açıklamalarda bulunan cemaatçi bir hâkim çarpıcı itiraflarda bulunuyordu. Sabah’ın “yüksek yargı mensubu kripto paralelci hâkim” ifadesi ile anons ettiği ve ismini vermediği yargı bürokratı Cemaat’in yargı örgütlenmesi, CHP ve MHP ile ilişkileri, seçim stratejisi ve HSYK’da olan bitenlere dair ilginç iddialar öne sürüyordu.
“Cemaat diğer bürokrasi mensupları ve esnaf tabanına da bizde olduğu gibi seçimlerde AKP’ye oy kullanmama yönünde talimat gönderdi. Biz bu talimatları yargı mensubu olarak grup imamlarımızdan aldık. Benim bulunduğum il için bize gelen talimatta Büyükşehir için CHP’nin adayına oy verilmesi istendi. İlçe belediyelerinde de duruma göre CHP veya MHP, BBP’nin desteklenmesi isteniyordu. Seçimden çok önceleri toplantılarda AKP’nin Cemaat’in boğazını sıkacağını, oysa desteklenen diğer partilerin iktidarlarında belki belli bir süre rahatlama olacağı söyleniyordu. AKP iktidarda olmadığı zaman Cemaat daha rahat hareket kabiliyeti elde edeceği, kadrolaşmalar yine takiye ile gizlilikle süreceği belirtiliyordu. CHP ve MHP’yi uyutmanın daha kolay olacağı ifade ediliyor, örneğin CHP liderinin Meclis’te okuduğu tüm görüşme kayıtları dolaylı yollardan paralel yapı tarafından ulaştırılıyordu.”
Bu Paralel yapının, bir de Rüya Üretim Merkezi bulunuyor, açıkça yalanlar uyduruluyordu. Güya Hz. Peygamberimiz ve Sahabeler, casusluk operasyonu kapsamında gözaltına alınan bir polis memurunu, nezarete gelip bizzat selamlıyordu!? Bu tür rüyaları önce sadece Hocaefendi görüyordu, artık önüne gelen herkes bizzat Peygamberi (SAV) görüyor, konuşuyor, selamlaşıyordu! Ve zaten Peygamberimiz sadece bunlarla kontağa geciyordu. Bu istismarcı riyakârlar Hz. Peygamberi Türkçe Olimpiyatları’na şarkı türkü dinlemeye getiriyor, dizilerde rol aldırıyor, twitleri O’nun talimatı ile iki katına çıkarıyordu! Yetmez, Efendimizi nezarete bile sokabiliyor, bu mübarekler nerede duruyorsa Peygamberimiz oraya gidiyordu! “Gözaltına alınacağımı bilmiyordum. Hacet kıldım, dua ettim. Dua bittikten kısa bir süre sonra kapı çaldı. (Ruhani ve manevi zevat) Geldiler. İçime o kadar bir rahatlama oldu ki anlatamam. Birden çok güzel hayırlı bir başlangıcın başladığını, yeni bir döneme girildiğini hissettim. Görevliler işlerini yaparken ben de efendimizden başlamak üzere bütün büyüklerden, adına umre yapmış olduğum üstadımızın ve Hocamızın ellerini öptüm” gibi iddialarla, CIA hizmetine, Cemaat kerameti kılıfı uyduranların riyakârlık ve sahtekârlığı açıkça sırıtıyordu!
Gözaltına alınan polislerle ilgili Gülen cemaatinin “Nedamet getirip özür dilemesi” gerektiğini savunan Bülent Arınç o polislerin geçmiş uygulamalarında hukuksuzluk ve belli komplolar varsa, bu işlerin 2009 yılındaki o meşhur ”Arınç’a suikast” safsatasıyla başladığını nedense unutuyordu.
Oysa, olayın tamamen düzmece kurulduğu, amacın bir punduna getirip Genelkurmay’daki “kozmik oda”ya girmek olduğu o gün de sırıtıyordu. Bu senaryolar sonunda balon çıkıyor. Soruşturma havada kalıyordu. Çünkü elinde manav listesi ve kasadaki domateslerle alışverişe çıktığında gözaltına alınan er de, Arınç’ın evinin numarasını yazan kâğıdı yuttuğu iddia edilen albay da aslında suikast peşinde dolaşmıyordu. Fakat maksat hasıl oluyor, yandaş medyada büyük rüzgârlar estiriliyor, iktidar sert demeçler veriyor ve sonunda kozmik odaya giriliyordu. Zaten diğer soruşturmalar, o kozmik oda bilgilerinden sonra çorap söküğü gibi geliyordu. Yani AKP Hükümeti de Cemaat de aynı merkezlerin verdiği rolü oynuyordu, olan millete ve devlete oluyordu!
30 Mart seçiminden iki hafta öncesi. AKP’li Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu “cemaat”e verip veriştiriyor ve konuşmasının bir yerinde: “Fethullah Gülen Lawrence’tir” diyordu. Bu “Lawrence” hayatı filmlere konu olmuş, Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandırmıştı. Kendisini “Müslüman” olarak tanıtan ama aslında Hıristiyan olan ünlü İngiliz casusuydu.
Bu yoğun baskılara dayanamayınca 17 Aralık’tan sonra Cemaat, kelimenin tam anlamıyla yalnızları oynuyordu. Cemaat’ten görünerek iktidar nimetlerine artık yaklaşamayacağını düşünenler gemiyi terk ediyor, ardından samimi olarak Cemaat’ten olmasına rağmen korkanlar dökülüyordu. İşin doğrusu bu Cemaat hiçbir zaman abartıldığı büyüklüğe ulaşamıyordu. 17 Aralık’tan sonra Cemaat’in yaldızları dökülüyor, gerçek gücü ortaya çıkıyordu. İşin garip tarafı diğer dini ve siyasi gruplar Hizmet hareketine cüzzamlı gibi davranmaya, hatta bazıları geçmiş yılların kızgınlığıyla saldırmaya başlıyor, belki de Cemaat hiçbir dönemde kendisini bu ölçüde yalnız ve terk edilmiş hissetmiyordu. Öyle ki 30 Mart öncesinde Nur talebelerinin bir kısmı dahi yoldaşlarına beklenen desteği vermiyor, hatta eleştiri yolunu tercih ediyordu. Hiç şüphesiz bu yalnızlıkta AKP’nin çok güçlü bir iktidar olmasının ve Başbakan Erdoğan’ın rakipsiz liderliğinin etkisi büyüktü. Sonuçta ekmek parası, herkes ikbalini düşünüyordu. Önce can, sonra canan… Ancak söz konusu yalnızlıkta Hizmet hareketinin de önemli sorumluluğu bulunuyordu” diyenler de hala ikili oynuyor, Hükümet ve Cemaat’in arkasındaki odakları bir türlü dile getirmiyorlardı. Ve hele bu operasyonlar sonucu AKP’ye de Cemaat’e de yeni pozisyonlar hazırlandığı üzerinde kimse durmuyordu. Oysa, belki de bu şekilde bir nevi güçlendiriliyor ve başka rollere hazırlanıyordu.
Ali Bulaç: “Ergenekoncuların AKP’yi ele geçirdiğini” iddia ediyordu
Ali Bulaç: “Devlet ideolojisini savunan ‘Dindar-Muhafazakâr’ Ergenekoncular, AKP yönetimini ele geçirmiştir. Risaleleri devletleştirme projesi onların işidir. Türkiye’nin İsrail politikası son on üç senede şöyle şekillenmiştir: Gazze için ağla, İsrail’le iş tut. Bu “Hüseyin için ağla, Yezit ile iş birliği yap” politikası izlenmiştir. İsrail’e en büyük desteği Türkiye vermiştir. Türkiye, Suriye’de iç savaşı çıkarmak suretiyle İsrail’e yardım etmiştir. Çünkü Hizbullah ve Suriye Hamas’a yardım gönderiyordu. Hamas en büyük askerî gücünü Hizbullah ve Suriye’den alıyordu. Suriye iç savaşa girip eli kolu kırılınca Hamas’ın da kolu kanadı kırılmış oluyordu.” diyerek herkesi şaşırtıyordu.
Siyaset Bilimci ve köşe yazarı Hasan Bülent Kahraman ise cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi adaylar üzerine çarpıcı açıklamalar yapıyor ve “AKP içindeki koalisyonun dağıldığını” söylüyordu. Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Siyaset Bilimci ve Sabah gazetesi köşe yazarı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, AKP ve CHP’nin siyasi söylem ve icraatları üzerinde özellikle duruyor ve Erdoğan sonrası AKP’nin dağılacağına dikkat çekiyordu.
Cemaat yanlısı Gültekin Avcı ise “Hırsız polisi yakalarken” yazısında: “Merak etmeyin. Hukuk, esas yolsuzluk/hırsızlık ve vatan hainliğinin yargılanması için geri dönecek!” diyerek paralelcilere moral veriyordu.
Erdoğan Arınç’ı yine ters köşeye yatırıyordu!
Başbakan Erdoğan “paralel yapı af dilerse ne yaparsınız?” diye sorulması üzerine “Bizim öyle bir yetkimiz yok. Çünkü bu işi hafife aldığınız anda yarın bir başka yerden farklı şekilde palazlanırlar. Ancak şahsen ben yetkili makamda olduğum sürece asla” diyordu.
Star gazetesinin haberine göre Başbakan Erdoğan önceki gün Mersin’de düzenlediği mitingden Ankara dönüşünde uçakta gazetecilerin sorularını cevaplarken paralel yapıyla ilgili mücadele konusunda önemli bilgiler veriyordu. Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Nedamet getirirlerse düşünürüz” dediğinin hatırlatılması üzerine bunları söylüyor ve yardımcısını bir kere daha tepeliyor ve ters köşeye yatırıyordu.
Sonuç:
Erbakan’ı devre dışı bırakmak ve tarihi projelerini akamete uğratıp İsrail’in işini kolaylaştırmak üzere malum merkezlerce “Gaflet ve hıyanet ittifakı” kurdurulan AKP ve Cemaat, şimdi yeni senaryolarda oynatılmak üzere karşıt saflara ayrıştırılıp kapıştırılırken, ilahi kader, ezeli sünnetini ve intikam sistemini devreye sokuyor; “Cezaen vifaka” (işledikleri kötülük ve nankörlüklere) uygun ve denk (muvafık) bir ceza-karşılık olarak” (Nebe: 26) Erdoğan eliyle Cemaat’i deşifre ve tasfiye ediyor, Fetullah Hocanın ve paralel yapının diliyle de Erdoğan’ın perde arkasını ve AKP’nin Siyonist bağlantılarını ortaya koyuyordu. Evet, her iki taraf ta, birbirleri hakkında doğru söylüyordu!..