ARMAGEDON YAKLAŞIYOR

Yazar: yonetici
0 Yorum 288 Görüntüleyen

MELHEME İ KÜBRA, PATRİOTLAR, ARMAGEDON 

 

 

           

 

           ARMAGEDON YAKLAŞIYOR

 

Armegedon; Ahir zamanda müminlerle, Yahudiler ve işbirlikçisi
emperyalistler arasında çıkacak ve inananların zaferiyle sonuçlanacak bir
savaştır. Bu savaş, hem müslüman hem de Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında,
detaylıca anlatılmaktadır.

Küresel ve bölgesel bütün gelişmeler, dünyanın Armegedon denen tarihi
hesaplaşmaya doğru gittiğini hatırlatmaktadır.

Bu savaşın en önemli tetikleyicisi olarak, Mescid-i Aksa’nın 2006’da
yıkılması, 2008’de Süleyman Mabedinin inşaatına başlanıp 2012’de tamamlanması
için, yıllardır, “arkeolojik kazı” bahanesiyle, İsrail’in Mescidi
Aksa’nın altını oyduğu zaten sürekli konuşulmakta ve yazılmaktadır.

 

Türkiye’nin bu aşamada “maşa”lık değil “paşa”lık
yapması, uydu değil lider konumunda olması için, her şeyden önce başımızdaki
hükümet ve zihniyetten kurtulması şarttır.

·        “Eğer Süveyş Kanalını işgal
etmeyeceksek, Kıbrıs’ın Türkiye için stratejik bir önemi yoktur”…

İsrail’in GAP Bölgemizi satın alma girişimlerine

·        “Ne var bunda, adamlar modern tarım
yapacak Türkiye’ye de katkı sağlayacak!”
 diyecek
kadar “gaflet, dalalet hatta hıyanet içinde bulunan ve şahsi makam ve
menfaatleri için istilacı güçlerle işbirliği yapan” bir iktidarla, bu
badireyi atlatmak ve ülkemizi rahatlatmak imkânsızdır.

Evet, bu bir komplo teorisi veya kurgu film değildir.

İsrail, harıl harıl Armegedon’a yani, başta Türkiye ve tüm islam ülkelerine
karşı topyekûn bir saldırıya hazırlanmaktadır.

Bazı derin kaynaklar; Bugünlerde İsrail’in Amerika’dan 1000 (Bin) adet F-16
1. serisi savaş uçağı alımı için anlaştığını ve hatta (400) dörtyüz adet ilk
postanın teslim alındığını yazmaktadır.

İsrail’in elindeki onca yığınağa rağmen 1000 (bin) savaş uçağını daha,
sadece taşlatan Filistinli çocuklara karşı aldığını söylemek ahmaklıktan da
öte, alçaklıktır.

Milli Görüşten ayartıp AKP’yi iktidara taşıyan şartların her noktasında
İsrail’in ve ABD’deki Yahudi lobilerinin açık desteği bulunan bugünkü
başbakan’ın ara sıra; İsrail’e karşı kabadayılanması da yine bir siyonist
senaryo icabıdır…

Böylece, hem; “Müslümanlara zulmeden İsrail’e haddini bildiren
kahraman” rolüyle, tabanın ve teşkilatın havası alınmakta.

Hem de “Türkiye İsrail’e karşı, Suriye ve İran’la
yakınlaşmalıdır” bahanesi ve hilesiyle: Suriye ve İran’ın hazırlıksız
yakalanacağı ve stratejik bilgilerinin önceden İsrail’e aktarılacağı bir zemin
oluşturulmaktadır.

İsrail hayranı Sömürü sermayesinden beslenen bazı medyanın ve yazar-yorumcu
medyumların, birden bire İsrail aleyhine kabadayılanmaları da, bu şeytani
planın bir parçasıdır.

Böylesine kritik bir aşama da Yargı, Mit, Hükümet gibi devlet aygıtları
arasındaki tartışma ve tezatlaşma da oldukça can sıkıcıdır… Ve Çözülmeye
doğru giden sistemin çürüyen bağırsaklarının dışa çıkmasıdır.

Amerika’da bile “devlet kurumlarını siyonist kuşatmadan kurtarma”
mücadelesi yaşanırken, başımızdakilerin “AB’ye girmek ve İsrail’e
güvenmek” politikası tam bir patavatsızlıktır.

İnsanlığı mahveden uyuşturucu üretim ve ticaretini uzun yıllar CIA ve
MOSSAD eliyle ve onların güdümündeki Mafya örgütleriyle yürüten ve milyarlarca
dolarlık kara parayı siyonist merkezlere akıtan… El Kaide’den PKK’ya… Kuzey
Afrika’dan Kafkaslara bütün terör olaylarını kışkırtan…

Bizdeki Urfi Çetinkaya’dan, Alaattin Çakıcıya… Van’daki Mustafa
Bayram’dan, nice asker ve sivil bürokratları da bu kirli işlerde kiralık olarak
kullanan “Gizli Yahudi Diktatörlüğü”nün kıskancından kurtulmak için
Amerika ve Rusya’da bile, büyük temizlik operasyonları başlatılmışken, bizim
başımızdakilerin bu melun siyonist merkezlerden hala medet umması, elbette ki
şaşkınlıktır.

27 Ağustos tarihinde Ankara’da, Kara Kuvvetleri Komutanlığımızın devir
teslim töreni yapıldı. Komutanlık, Org. Sn. Aytaç Yalman’dan, Org. Sn. Yaşar
Büyükanıt’a geçti. Org. Sn. Büyükanıt, iki yıl süre ile bu görevi yapacak ve
normal olarak, 2006 Ağustos’unda Genelkurmay Başkanlığı görevini devralacak.

Bu törende, Org. Büyükanıt’ın yaptığı konuşmada belirtilen görüşler, çok
önemli olmalarına karşın, medyamız tarafından kamuoyumuza gereğince
yansıtılmadı.

“Silahlı Kuvvetler’in gücü, sadece sahip olduğu asker ve silah
sistemleri ile değerlendirilemez. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni güçlü kılan temel
unsurları ben dört grupta topluyorum:

·        1- Bilgi, bilinç ve sarsılmaz bir
inançla kavranmış ve benimsenmiş Atatürkçü Düşünce Sistemi,

·        2- Mutlak itaate dayalı geleneksel
disiplin anlayışı,

·        3- Silah arkadaşlığı kavramında
ifadesini bulan, sarsılmayan ve sarsılmayacak birlik ve beraberliğimiz,

·        4- Tabii, en önemlisi, yüce
ulusumuzun bize duyduğu engin güven duygusudur.

Bu hususları vurgulamaya çalışmamın bir önemli sebebi var; Türkiye için
farklı modeller arayışı içinde bulunan, içte ve dışta bazı çevreler önlerinde
büyük bir engel olduğuna inandıkları Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmayı temel
hedef olarak seçmişlerdir… Bu şekilde bir yaklaşım ve davranışın sonucunda
ise, ihtiyaç duyulduğunda, beklenen silahlı kuvvetler bulunmayabilir. 
Diyerek Ordumuzun zayıflatılmak ve etkisiz bırakılmak istendiğine ve
böylece Türkiye’nin daha rahat ele geçirilmek üzere şeytani planlar üretildiğine
dikkat çeken Org. Sn. Büyükanıt, daha sonra “Güvenlik” kavramı içinde
Türkiye’nin durumunu şöyle açıkladı:

“Yaşadığımız günlerde ve güvenlik kavramında; ülkemiz, ya kendisine
biçilen rolün basit bir oyuncusu veya bölgesel bir belirleyicisi olacaktır.
Türkiye, belirleyici politikalarla bu iki seçenekten birini ya seçecek veya
Türkiye’ye seçtirilecektir. Belirtilen bu yol ayrımında belirleyici unsur
şüphesiz ülkenin ve onu yönetenlerin tehdit algılamaları olacaktır.”

Ancak, bu sosyal olguyu, etnik bölücü bir yapıya dönüştürmek ve bu hareketi
siyasallaşma çizgisine çekmek ve bu harekete sempati duymak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kendisini inkâr etmesi anlamına gelir. Unutmamalıdır ki,
cumhuriyet anayasası, ırkdaşlık anayasası değil, yurttaşlık esasına dayandırılmıştır
ve tüm vatandaşlarımız, etnik kökenleri ne olursa olsun, eşit haklara sahip
vatandaşlarımızdır.

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ayrılmaz bir parçası olan Kara
Kuvvetleri’nin, diğer kuvvetlerimizle birlikte; laik, demokratik, sosyal
nitelikli Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine sahip çıkması, bazı
kesimlerin amaçlı olarak kendilerine göre yorumladıkları laiklik ilkesinin,
Atatürkçü düşünce sisteminin çağdaş ve aydınlık rehberliğinde uygulanması
kaçınılmaz bir görev ve sorumluluktur. Bu sorumluluğumuzu, her türlü kişisel
çıkarlardan soyutlanmış olarak yerine getireceğimizden kimsenin şüphesi olmaması
gerektiğini ifade etmek istiyorum ve hiç kimsenin, bu konudaki kararlılığımızı
sınamamasını tavsiye ediyorum.”

Bu görüşler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, önümüzdeki yıllardaki tutum ve
davranışlarını açıklamaktadır. Herkesin ve her kesimin bilgisine sunulur.[1]

Eski Özel Kuvvetler Komutanımız Emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu gibi
yetkili ve bilinçli bir şahsiyet; 1990’ların başında Boğaziçi Üniversitesindeki
bir konferansında:

“Tokyo’dan Londra’ya uzanan uyuşturucu demokrasilerinin (ve mafya
diktatörlüklerinin)” kurulduğunu söylemesi ve o yıllarda 1 trilyon doları
aşan uyuşturucu pazarını gündeme getirmesi, Türkiye’de Milli, haysiyetçi ve
cesaretli bir kadronun da varlığını ve bunların duyarlığını göstermesi
bakımından, ferahlandırıcıdır ve elbette bu onurlu ve sorumlu kadrolar:

·        Milli çıkarlarımızdan ziyade kirli
hesaplarını düşünen medya ekipleri…

·        Yabancı odaklarla işbirliği yapıp,
birbirine ayak takan ve üste çıkmaya çalışan istihbarat birimleri.

·        Kimisi masa Localarının, kimisi Moon
Hocalarının hatırı için, ülkesini, ilkelerini ve ülkelerini tepeleyen bürokrat
kesimi.

·        Bağımsız düşünme yeteneğini, stratejik
karar üretme ve yürütme cesaretini yitirmiş devlet ve hükümet yetkileriyle, Armegedon’a
hazırlanmanın ve zaferle çıkıp özlenen huzura kavuşmanın mümkün olmadığının
farkında ve şuurundadır.

Bir yabancı devlet başkanının ikili görüşme sırasında:

“Marmaray projesini bize vermezseniz, demiryollarını kontrol edemez
hale gelirsiniz!?” tehdidine ve ardından yaşanan talihsizliklere boyun
eğip Marmaray projesini, Japonlardan alıp, onlara veren, Japonlara da 3. Boğaz
köprüsü ihalesini vereceğini söyleyip durumu idare eden bir kahraman
başbakanla, nereye kadar gidileceği ve ülkenin hangi badirelere sürükleneceği,
ortadadır.

İsrail’e el öpmeye ve özür dilemeye giden ve bu ayıplarını örtmek için
Filistin tarafına da geçmek isteyen Tayibin temsilcilerine “Şaron,
Arafat’la görüşmenize izin vermiyor ve üzülüyor” denilince, bu ziyaretten
vazgeçecek kadar kahraman AKP kurmaylarıyla, Türkiye ayağa ve atağa
kalkamayacaktır.

AKP heyeti, Neve Şalon Gazetesini bile hayretle bırakacak şekilde İsrail’e
övgüler dizerken ve yağ çekerken, İsrail Savunma Bakanı Arafat için şu
açıklamaları yapmıştır.

İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz, Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat’ı,
Filistin topraklarından sürmeye kararlı olduklarını açıkladı.

İsrail ordu radyosunda konuşan Mofaz, ”İsrail devletinin, Yaser Arafat’ın
bölgeden sürülmesini sağlamak için doğru yer ve zamanı bulacağını” vurguladı.

Mofaz, İsrail güvenlik kabinesinin geçen yıl Arafat’ın ”ortadan
kaldırılması gerektiği” yönündeki kararını hatırlatarak, bu kararın ”hâlâ
uygun” olduğunu tekrarladı.

İsrailli yetkililer, kabine kararının, Arafat’ın ”öldürülmesi”, ”sürgün
edilmesi” ya da ”tecrit edilmesi” gibi anlamlara gelebileceğini söylemekten
sakınmadı.[2]

Armagedon!..

Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında armagedon, İslam kaynaklarında ise
Melaheme-i_Uzma olarak adlandırılan büyük savaş, ahir zamanda Mehdi ve Hz. Isa
önderliğindeki Müslümanlar ile Mesih-i Deccal önderliğindeki Yahudiler arasında
yaşanacaktır.

Aslında bugün İsrail tarafından yönetilen Anti-İslami Enternasyonal’in
dünya Müslümanlarına karşı giriştiği savaşın Armagedonun bir ön safhası
olduğunu düşünebiliriz. İsrailliler, büyük olasılıkla, Mesih geldiğinde
Müslümanlarla savaşacaklarını bilmektedirler ve bugün dünyanın dört bir
yanındaki anti-İslam güçleri örgütleyip-kışkırtıyor olmalarının bir açıklaması
da bu uzun vadeli hesaptır. Başkan Reagan bile İsrail’in Armagedon için
silahlandırılması gerektiğine inandığına göre, İsraillilerin kendilerini bu
savaşa hazırlamaları ve dolayısıyla şimdiden düşmanı zayıflatmaya uğraşmaları
son derece normaldir.

Bu noktada, İsrail’in sürekli genişlettiği nükleer kapasitesi
“Armagedona hazırlık” açısından oldukça anlamlı. Bunun yanında bir de
İsraillilerin son yıllarda Müslümanların nükleer güce ulaşmalarını engellemek
için büyük bir çaba sarf ediyor olmaları da oldukça dikkat çekici. Batı
basınında sık sık yer alan “İslami Bomba Tehlikesi” propagandası,
bilindiği gibi asıl olarak Yahudi lobisi kaynaklıdır. İsrail Pakistan’ın atom
bombası elde etmemesi için çok uğraşmıştı. Bunu başaramayınca da ABD’yi
Pakistan’ı “terörist ülke” ilan etmeye ikna için çalışmaya başladı.
Son bir kaç yılda İran’ın nükleer silah üretme çabasına da en büyük tepki
bilindiği gibi İsrail ve onun Amerikalı uzantılarından gelmektedir. Kısacası
Yahudi Devleti, kendi nükleer gücünü sürekli büyütürken, herhangi bir Müslüman
ülkenin, özellikle de Müslümanlar tarafından yönetilen bir Müslüman ülkenin
kesinlikle nükleer güç elde edememesi için çalışmaktadır. Burada bir Armagedon
hazırlığı sezinlemek oldukça mantıklıdır.

Günümüzün siyasi ve sosyolojik göstergelerinin işaret ettiği bu büyük
savaş, İslam kaynaklarında da haber verilir. Sahih hadis kaynaklarının çoğunda,
ahir zamanda Müslümanlar ile Yahudiler arasında geçecek olan büyük bir savaşa
değinilmektedir. Anlatılanlara göre savaş Müslümanlar tarafından kazanılacak,
Yahudiler büyük bir bozguna uğrayacak ve savaşa katılan Yahudi’lerin büyük
kısmı öldürülecektir.

Tirmizi’de yer alan bir hadis şöyledir: “Yahudiler size
karşı savaşacaklar ve siz onların başına musallat edileceksiniz. Hatta taş bile
“Ey Müslüman, şu arkamdaki Yahudi’dir, onu öldür!’ diyecektir.”

En önemli iki hadis kaynağı olan Müslim ve Buhari’nin her
ikisinde birden yer alan bir diğer hadiste ise şöyle denir: “Siz
Yahudilerle harb etmedikçe kıyamet kopmaz. Hatta taşlar bile arkasındaki
Yahudi’yi, ‘Ey Müslüman, şu benim arkamdaki Yahudi’dir, onu öldür!’ diye haber
verecektir.”

Hadisler, Müslümanların savaşı kazanacaklarını ve daha ötesi, karşı tarafı
gizlendikleri yerlerden tek tek bulup çıkararak öldüreceğini haber veriyor.
(Elbette, bu durum savaşa katılmamış olan sivil Yahudilerin öldürüleceği
anlamında değildir. Söz konusu olay, savaşın içinde, dolayısıyla cephedeki
ordular arasında geçecek bir olaydır).

Acaba bu büyük ve kanlı savaşın yeri neresi olacak? Hadisler bize bu konuda
da açık bir adres gösteriyorlar: Ortadoğu. Savaşın bitimi de bugünkü İsrail
topraklarında olacaktır (Yahudiler yenileceğine göre, bu son derece makuldür).
Yahudilerin liderliğinin Mesih-i Deccal tarafından yürütüleceğini söylemiştik.
Bir hadise göre, Mesih-i Deccal, Hz. İsa tarafından “Lud kapışı
yanında” yakalanıp öldürülecektir.” “Lud kapısı”, Lud
Gölü’nün (Ölü Deniz) yakınında ve dolayısıyla bugün İsrail işgali altındaki
topraklarda yer alan bir bölgedir.

Mesih Deccal Lud Gölü civarında yakalanıp öldürülecek ve dolayısıyla Yahudi
ordusu bozguna uğratılacaksa, biraz daha ilerleyip Kudüs’ü almak Müslümanlar
için zor olmayacak demektir. Nitekim hadisler de böyle söylüyorlar. Tirmizi’de yer
alan bir diğer hadis şöyledir: “Horasan’dan siyah sancaklar çıkacak,
hiçbir kuvvet onları önleyemeyecek ve neticede bayrakları, İliya’da (Kudüs’te)
dikilecektir.”

Kudüs’ü ele geçirecek olan bu birlikler ise bir başka hadise göre, Mehdi
ordusunun birlikleridir: “Yaşı küçük, sakalı hafif ve sarışın bir genç
çıkar, Mehdi’nin bayrağını taşır ve karşısına dağlar bile çıksa onları ezerek
İliya’ya (Kudüs) kadar ulaşır.”

Bu hadislerin toplamından elde ettiğimiz sonuç, Mesih-i Deccal’irı Hz. İsa
tarafından öldürülmesinin ardından, Mehdi komutasındaki İslam ordularının
Kudüs’e kadar varacağı ve kendileriyle savaşan Yahudileri teker teker bulup
öldürecekleridir.

Kudüs’e giren düşman kuvvetler tarafından Yahudilerin birer birer aranıp
yakalanması… Bu tablo size bir yerden tanıdık geldi mi?[3]

Korkunç senaryo. Ya gerçek olursa?

Birinci gün: Çarşamba. Şafak
vakti Negev çölündeki askeri üslerden kalkan İsrail savaş uçakları İran’ın
Buşehr’deki nükleer tesislerini yok eder. İsrail ordusu, operasyonla ilgili
hiçbir detay açıklamaz. Ancak İsrail savaş uçaklarının Ürdün, Suudi
Arabistan’ın kuzeyi ve Irak üzerinden uçtuğuna inanılır. Gözlemciler, İsrail
uçaklarının Irak’taki bir üste yakıt ikmali yaptıklarını söyler.

İran, bir saatlik saldırı sırasında ‘birkaç’ İsrail uçağının düşürüldüğünü
açıklar. Televizyon İsrailli pilotların öfkeli kalabalık tarafından linç
edilmesini gösterir. Saldırı Arap ve İslam dünyasını sarsar. Milyonlarca insan
İsrail’e karşılık verilmesi için sokaklara dökülür.

İsrail, saldırıyı planlarken Arap ve İslam dünyasının tepkisini
hesaplamıştır. İsrail için tek bir tehdit vardır: Nükleer güç Pakistan. Bu
nedenle, Pakistan’ın nükleer tesislerini de vurmayı tasarlar. Fakat Hindistan
istihbaratı, Pakistan’ın uzun menzilli savaş başlıklarının olmadığı konusunda
İsrail’i bilgilendirir. Pakistan’ın vurabileceği en uzak hedef Bombay’dır. ABD
istihbaratı da, Perviz Müşerref iktidarda kaldığı sürece Pakistan’ın İsrail
için tehdit olmayacağı güvencesini verir. Bunun üzerine İsrail Pakistan’ı
vurmaktan vazgeçer.

İkinci gün: Perşembe.

İsrail’in ABD desteği olmadan, en azından ABD’nin zımni onayı olmadan böyle
bir saldırı yapamayacağına inanan İran misillemeye geçer. Binlerce devrim
muhafızı, ABD askerlerine mümkün olan en fazla zayiatı verme amacıyla Irak
topraklarına girer. ABD askerleriyle devrim muhafızları arasında şiddetli
çatışmalar patlak verir. Birkaç saat içinde 400’den fazla Amerikan askeri ölür,
yüzlercesi yaralanır. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Irak’a yerleşen
İran hücreleri Iraklı Şiiler’i harekete geçirir. Şiiler başlıca karayollarını
keser, işgal güçlerini saldırı altındaki birliklere yardımını engeller. Birkaç
helikopter düşürülür.

Tahran, İsrail’in kuzeyine saldırması için Lübnan’daki Hizbullah’ı harekete
geçirir. Hizbullah, İsrail kasabalarına ve Yahudi yerleşim birimlerine füze ve
roket yağdırır. İki taraf da ağır kayıplar verir. Ortadoğu’da tansiyon kaynama
noktasına gelir. Washington’da ise kabine olağanüstü toplanır. İslam dünyasında
kitle gösterileri patlak verir. Dev kalabalıklar sokakları kaplar. Kahire,
Amman ve Ankara’da İsrail büyükelçilikleri tahrip edilir. Bir çok başkentte ABD
büyükelçilikleri ateşe verilir. Polis kalabalıkları kontrol altına alamaz ve
ordu göreve çağrılır. Askerler kalabalıklara ateş açar, yüzlerce insan ölür,
nefret tırmanır.

Üçüncü gün: Cuma:

İslam dünyasının her tarafında Cuma namazı sonrası kalabalıklar harekete
geçirilir. Kazablanka’dan Karaçi’ye kadar sokakları kaplayan kalabalıklar o ana
kadarki en büyük gösterileri yapar. Devlet binaları yağmalanır. Çatışmalar
büyük zayiatla sona erer. Sıkıyönetim ilan edeilir ve sokağa çıkma yasağı
uygulanır. Ancak bu önlem de kargaşa ve ayaklanmayı engelleyemez. İslamcı
gruplar, iktidarların devrilmesi ve İsrail’e saldırı için çağrılar yapar.

Suudi Arabistan’ın birçok kentinde İslamcı gruplarla güvenlik güçleri
arasında yaygın çatışmalar başlar. Suudi kraliyet ailesi ortadan kaybolur.
Endonezya’da, Malezya’da, Mısır’da ve daha birçok ülkede, İsrail’e savaş
açılmasını isteyen halk çılgına döner.

Dördüncü gün: Cumartesi.

Pakistan ordusunun İslami çevrelerle yakın işbirliği içindeki üst düzey
yetkilileri uzun süredir planladıkları Müşerref’i devirme planını hareket
geçirir. Darbe en üst düzey gizlilik içinde yürütülür.

Darbeci askerlerle işbirliği içinde olan Pakistan istihbarat servisi ISI,
ülkenin nükleer tesislerinin ve kodlarının denetimini ele geçirir. Birkaç saat
içinde, daha darbe haberi dışarı yansımadan, artık İslamcı güçler tarafından
yönetilen Pakistan’da nükleer silah yüklenen iki uçak, gizli bir hava üssünden
kalkar. Hedefleri Tel Aviv ve Ashdod’dur. Dolambaçlı bir yol izleyerek Doğu
Afrika’da yakıt ikmali yapar. Kendilerini Güney Afrika uçakları olarak tanıtır.
Kuyruk işaretleri de Güney Afrikalı olduklarına işaret etmektedir.

Yanıltıcı uçuş planlarıyla yüklü iki uçak intihar pilotları tarafından
uçurulmaktadır. İsrail hava trafik kontrolünün kendilerine verdiği hattı
izlerken aniden yön değiştirirler. İki kente dalıp nükleer yüklerini
boşaltırlar.

İsrail Pakistan’a misilleme yapar. Milyonlarca insanı öldürür. Arap
yönetimleri çöker. Günlerce süren gösterilere ve İsrail’e açık savaş açan
İslami çevrelerin baskısına direnemeyen Suriye, Ürdün ve Mısır İsrail’e savaş
açar. Savaş bütün Ortadoğu’yu kaplar. Yüz binlerce insan ölür. Zayıflayan
İsrail ayakta kalma mücadelesi vermektedir ve nükleer silahlarla Arap
başkentlerini vurur. Ortadoğu tam bir kaosa sürüklenir. ABD ateşkes için
çabalamaktadır…”

Buraya kadar yazılanlar, UPI adına çalışan Claude Salhani’nin “The
American Conservative” dergisinin son sayısında yayınlanan, “Four Day
War” başlıklı yazısından bir bölüm.

Suriye askerlerinin Lübnan’dan çıkarılmasına yönelik İsrail planı için
Güvenlik Konseyi’nden karar çıkartıldığı, hegemonya kavgasının Kafkaslar’ı karıştırdığı,
Kuzey Irak’ın bölgesel kriz merkezi haline geldiği, Irak merkezli bunalıma
karşı bölgede ülkelerinin farklı arayışlar içine girdiği, Ariel Şaron’un
İran’ın nükleer tesislerini vurma amaçlı projelerinin açıkça tartışıldığı bir
dönemde, İsrail’in İran’a saldırısının neye mal olacağına dair ürpertici bir
senaryo… Böyle bir senaryo için bölgede şartlar neredeyse elverişli hale
getirildi.

Pentagon’daki “İsrailli casus” soruşturması bu açıdan çok önemli.
ABD’nin İran’ın istihbarat kodlarını çözmeye yönelik çalışmaları, Yahudi lobi
kuruluşları kanalıyla İsrail’e rapor ediliyor. Casusların İsrail’le arası çok
iyi olan Ahmed Çelebi’ye de bilgi aktardığı iddia ediliyor. ABD ise, Çelebi’yi
bu raporları İran’a aktarmakla suçluyor. Bütün iddialar İran’ın nükleer
çalışmasına odaklanıyor.

Böyle bir çılgınlık bütün bölgeyi ateşe atacaktır. Şaron ise bu çılgınlığı
yapacak tek kişi. Ürkütücü değil mi?[4]

İşte Irak’taki vahşet ve dehşet saldırıları bu amaçla yapılmaktadır.

Ebu Garip hapishanelerinde, Bağdat caddelerinde, Necef camilerinde Haçlı
histerileri yaşanmaktadır.

Felluce’deki facialara Çin ve Rusya bile isyan ederken AKP hükümeti sessiz
ve tepkisiz kalmaktadır.

Yıllardır karargâh denen eski bir hapishanede mahkûm tutulan ve sonunda
Siyonistlerce zehirlenip komaya sokulan İslam Mücahid’i Yaser Arafat’a, Tayyip
Erdoğan bir geçmiş olsun mesajı yollamaktan bile aciz bulunmaktadır. Ama
istismar için cenazesine koşmaktadır.

Bu bir Haçlı Savaşıdır ve Armegedon başlangıcıdır.

ABD askerleri moral eğlencesi adı altında Romalı Haçlı askerleri kılığına
girerek; düşmanlarını (Müslümanları) öldürme provası yaparken ABD uçakları
çoluk çocuk demeden Felluce’yi bombalamaktadır. Felluce’yi çembere alan ABD Deniz
Piyadeleri’nin komutanı Korgeneral John Sattler ,”Vietnam’dan sonraki en
büyük sınavlarını vereceklerini bu yüzden askerlerin tedirgin olduğunu”
vurgulamaktadır. Amerikan savaş uçakları günlerdir 100 bin kişinin yaşadığı
Felluce’ye bomba yağdırmaktadır. Askerleri korktuğu için karadan değil sadece
havadan saldıran ABD güçlerinin, 250 kilogramlık, sığınak delen bombalar
kullandığı saldırıların kurbanı yine Iraklı siviller olmaktadır ve maalesef AKP
iktidarının desteğiyle bu zulümler artarak devam ediyor.

ABD’nin  Irak’a müdahale için  Yunanistan’dan  da
havaalanı  ve liman üssü talebinde bulundu… “Ama Yunanistan bunu
kabul etmedi. Biz bütün İslam aleminin hiç bitmeyen ebedi bir düşmanlığıyla
karşı karşıya gelemeyiz.” dedi. Ancak ABD’ye üstleri Tayyip Erdoğan ve
Abdullah Gül açtılar.

Fakat sonlarını sezmiş olacaklar ki, Amerikan halkı kaçacak yer arıyor…

Ruters Haber Ajansı’nın geçtiği habere göre, Bush’un 4 yıl daha başkanlık
yapmasına dayanamayacak olan on binlerce Amerikalı göç etmeye hazırlanıyor…

Öyle ki Kanada Göçmenlik Bürosu’nun İnternet sitesi ABD seçim sonuçları
açıklandıktan sonra adeta kilitlenmiş… Normalde günde 20 bin kişinin
tıkladığı İnternet sitesine günde 115 bin kişi girer olmuş…

Yeni Zelanda’nın İnternet sitesi de en çok tıklanan ülkelerin başında
geliyormuş… Normalde 2 bin 500 kişinin girdiği siteye seçimlerden sonra 10
binden fazla kişi giriyormuş…

Demek ki, Bush yönetiminin saldırgan politikasına, Amerikan halkı bile
artık katlanamıyor… İşin en ilginç tarafı ise; Amerika’dan kaçmak
isteyenlerin çoğunluğunu Yahudiler teşkil ediyor!..

CIA’nın Ortadoğu’da kullandığı bir numaralı uzmanı… Türkiye’deki askeri
darbelerin gizli komutanı Siyonist Yahudi Graham Fuller bile, geçtiğimiz
günlerde Vatan Gazetesi’ne verdiği röportajda, Bush yönetimini yerden yere
vuruyor. “Bush uluslar arası nizama (Siyonist sömürü saltanatına) büyük
zarar verdi” diyen Fuller, “Amerikan çıkarları ve bizim güvenliğimiz
uğruna tüm dünyaya bedel ödettiriliyor” ifadelerini kullanıyor…

Yehezkel Landua adındaki Havard’da eğitim görmüş insaflı bir Yahudi ise
ABD’yi terk edip İsrail’e dönmüş… Onun da Zaman Gazetesi’ne yaptığı
açıklamalar, İsrail’in gerçek yüzünü ortaya koyuyor…

Landua, Yahudilerin kendilerini “seçilmiş” olarak gördüklerini
belirterek bu inanışın çarpıklığına dikkat çekiyor… Şaron’un politikalarını
bir bakıma “putperestlik” olarak değerlendiren Landua, “benim
kabilem, benim milletim, benim haklarım seninkilerden üstün ve değerlidir.
Komşum olsan da bu böyledir”, anlayışı yanlıştır. Filistinlilerin
vatanlarını ellerinden almak, onlara eziyet etmek ve bunların hepsini de, benim
güvenliğim ve hakkım gibi sebepler öne sürerek yapmak kabul edilemez”
diyor…

Camiler şehri Felluce şimdi cani conilerin saldırısıyla yerle bir ediliyor.
Camiler, hastaneler, okullar bombalanıp yıkılıyor… 300 bin kişilik Sünni
müminler  kalesi Felluce, artık bir hayalet kenti andırıyor!.. Siyonist ve
emperyalist kuduzlar son sistem silahlarla saldırıyor ve maalesef bütün dünya
sadece seyrediyor… AKP iktidarı ise maalesef, Amerikalı katillerin her türlü
ihtiyacını, hala Tır’lar la Türkiye’den gönderiyor…

ABD emrindeki Haçlı vampirleri ve AKP gibi şaşkın işbirlikçileri taşeron
olarak kullanan Siyonist İsrail, Afganistan ve Irak’tan sonra, şimdi İran,
Suriye ve Suudi Arabistan’a saldırmaya ve en sonunda Türkiye ile savaşmaya
hazırlanıyor.

Böylece şeytanın şartlandırdığı Arz-ı Mev’ud hayaline erişmek ve İsrail’in
dünya hâkimiyetini gerçekleştirmek istiyor.

Azınlıklar bahanesiyle Türkiye parçalanmaya çalışılıyor. Hâlbuki:
Yunanistan üyeliğe kabul edileceği zaman Batı Trakya’daki Müslüman nüfusla
ilgili en küçük bir talepleri olmamıştı. İspanya ile müzakereler yapılırken bir
zamanlar tamamı Müslüman olan bu ülkenin dini azınlıkları asla söz konusu
yapılmamıştı.

Şimdi Türkiye bütün bu ülkeler arasında istisna bir konumda
değerlendirilmekte; önüne hem azınlıklar dosyası, hem terör dosyası
uzatılmaktadır.

Türkiye’nin 15-20 yıl süreyle başına sarılan terör belasından ekonomik
kalkınmayla kurtulmak için varını yoğunu akıttığı GAP bölgesi AB’nin özel ilgi
alanını oluşturmaktadır.

Türkiye’den açıkça istenen şudur:

“Biz sana 10-15 yıllık bir müzakere süreci öngörüyoruz. Eğer içimize
girmek istiyorsan şu, şu şartların yanı sıra Güneydoğu meselesini de halletmen
gerekir.” Yine bu meselenin nasıl halledileceğini de kendisi
belirlemektedir : “Eğer bu meseleyi çözmek istiyorsan, Fırat Havzasının
yönetimini uluslar arası bir komisyona devredeceksin.” Yani Güneydoğu’ya
özerk bir statü tanıyacaksın.”

AB bununla da kalmıyor, bu statünün neden gerekli görüldüğünü de çok açık
ve anlaşılır bir küstahlıkla açıklıyor: “Bölgenin kaynaklarından (başta su
olmak üzere) İsrail ve komşuları da istifade edecek.” diyor… Dikkat
edin, “komşularıyla birlikte İsrail”değil, İsrail’le birlikte
diğerleri… Oysa İsrail, Türkiye’nin ne sınırdaşı, ne komşusu…

Bu şartın hiçbir mana ifade etmeyeceğini iddia eden ahmaklara geçmişi
hatırlatmak isteriz…

 1947 yılında yani Siyonistler henüz Filistin topraklarının tamamını
işgal etmeden bir yıl önce, daha ikinci dünya savaşının ortaya yaydığı barut
kokuları sürerken, BM’nin aldığı bir kararı hatırlayın… 1947 yılında
İngilizlerin işgalindeki Osmanlı toprağının “uluslar arası yönetime
devredilmesi” şeklinde bir karar alınmıştı. Bu karar aynı zamanda koca iki
cihan harbinin neden yapıldığını da gözler önüne koymaktaydı. Nitekim bunu
müteakiben 1948’de İngilizlerin çekileceği tarih olan 15 Mayıs’tan bir gün önce
Siyonist İsrail Devleti’ni ilan ettiler. Sözde BM kararına aykırı olan bu
kararın anında reddedilmesi gerekirken, tam tersine BM’de yapılan oylamayla
Filistin Toprakları işgalci Siyonistlere aktarılmıştı.

Bugün AKP’lilerin gözü kapalı “olur” dedikleri ilerleme raporu bu
sözünü ettiğimiz tarihi olaydan çok daha vahim bir sonuç öngörmektedir. Bunu
anlamamak, görmemek için cahil olmak bile yetmez. Bakın BM, 1947 yılında aldığı
kararda İsrail’i bir neden olarak bile zikretmeksizin, AB’nin bugün Fırat
havzasıyla ilgili kararında açıkça ve öncelikli olarak İsrail’in menfaati kayıt
ve garanti altına alınmaktadır. O zaman kurulacak olan “Küçük İsrail”
olduğu için önceden adını zikretmeye bile gerek görmediler. Ama bugün kurmak
üzere oldukları “Büyük İsrail” olduğu için adını zikretmekten artık
çekinmiyorlar…

AB’nin Türkiye’ye dayattığı Güneydoğu, Doğu ve Ege gibi konulardan
anlaşılıyor ki emperyalistler Birinci Cihan Harbi’nin sonunda uygulayamadıkları
Sevr’i; şimdi yeniden, hem de sözde barış yoluyla uygulatmak istiyorlar.

Şimdilik bize düşen en acil ve en asil görev, artık kapımıza dayanan İsrail
tehdidinden ve Siyonistlerin işbirlikçisi AKP hükümetinden kurtuluş yollarını
aramaktadır.

10-Kasım-2002 tarihinde Bilkent Otel’de AKP galibiyetini kutlarken genel
Başkan Recep Tayyip Erdoğan, seçilen bütün milletvekillerine öğütler,
nasihatler veriyordu… Cilalı kelimeler, yaldızlı cümleler çoğu ilk kez
mazbata alan genç vekillerin kulaklarında çınlıyordu… peki, ne mi diyordu
bugünün başbakanı iki yıl önce… Hatırlayalım:

“Millete söylediklerimizi, milletin bize söylediklerini, milletle
sözleştiklerimizi unutmayacağız. Unutamayız!..  Şimdi verdiğimiz sözleri
mermere kazıyıp kalıcı kılma zamanıdır. Evet, sözlerimizi icraatlarımızla
mermere yazacağız…”

“… Her birinizden tek tek rica ediyorum. Bu toplumun halini hiç
unutmayınız. Asgari ücretle geçinmek zorunda olanları, hastane kapılarında
bekleyenleri, gecekondularda oturanları, şehre uzanamayanları unutmayınız…”

Toplumun vicdanını yaralayacak (başörtüsü ve Kur’an kursu zulümleri gibi)
uygulamaların arkasında durmamalıyız… Evet, İnsanlar işlerini, aşlarını ve
özgürlüklerini kaybettiler. Biz şimdi onları işlerine, aşlarına ve
özgürlüklerine kavuşturacağız…”

Şeklinde hava atan, ama millete verdikleri sözlerin tamamını unutan bu
iktidarla ve tüm AB’ci ve ABD’ci suç ortaklarıyla; milli ve haysiyetli bir
hareket, imkânsızdır. Ve Türkiye’nin beklemekle kaybedecek vakti kalmamıştır…

 

 


 

[1] Akşam / 08 Eylül 2004 / K. Yavuz.

[2] Milli Gazete / 07 Eylül 2004 /

[3] Yeni Masonik Düzen / Harun Yahya /Sh:871-872

[4] Yeni Şafak / 07 Eylül 2004 / İ. Karagül

 

 http://millicozum.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi