Bütün ekonomistler AKP’nin 2002 yılında Türkiye’nin Toplam borcunu 129,5 milyar dolar olarak devraldığını, ama bunu 10 yılda 340 milyar dolara çıkardığını söylüyordu. Bu rakamlar elbette korkunç bir gidişata işaret ediyor ve Türkiye’nin dış borca esir edildiğini gösteriyordu. Ancak bu tespitler bile acı gerçeği tam yansıtmıyordu. Rahmetli Erbakan Hoca, AKP iktidarının, bütün Cumhuriyet hükümetlerinin yaptığı 170 milyar dolarlık dış borcu 8 yılda 580 milyar dolara çıkardığını, resmi rakamlar ve evraklarla ortaya koyuyordu. Aynı artış hızı oranıyla Türkiye’nin toplam dış borcu bugün 746 milyar dolara ulaşıyordu. Bunun 315 milyar dolarını, devletin kefil olduğu ve çoğu kez genel bütçeden ödemek zorunda kaldığı özel sektör borçları oluşturuyordu.
Türkiye, Haim Nahum planı gereği borca esir ediliyordu!
Resmi verilere göre, 2012 sonu itibarıyla 532 milyar lira olan merkezi yönetim brüt borç stoku, Nisan sonu itibarıyla 540,4 milyar lira oluyordu. Hazine Müsteşarlığı, merkezi yönetim brüt borç stoku verilerini açıklıyor, buna göre, merkezi yönetim brüt borç stoku, Nisan ayı sonu itibarıyla 540,4 milyar lira olarak gerçekleşiyordu. Borç stokunun 393,6 milyar lira tutarındaki kısmı Türk lirası cinsi, 146,8 milyar lira tutarındaki kısmı döviz cinsi borçlardan oluşuyordu. Merkezi yönetim brüt borç stoku, 2012 sonu itibarıyla 532 milyar lira olmuştu. 2011 yılı sonunda 518 milyar 350,2 milyon lira olan merkezi yönetim brüt borç stoku, 2012 yılında %2,63 ve 13 milyar 650,1 milyon lira artarak 532 milyar liraya ulaşıyordu.
Malum bu özelleştirme furyası son 10 yıldır fırtınalar estiriyordu. Bu özelleştirmelerin içinde hiç şüphesiz en ilginci Petrol Ofisi oluyordu. Şirketi satın alan Doğan Grubu bizzat satın alan borçlu şirketi, satın aldığı şirketle birleştirip finansman yükünü devletin vergisiyle karşılıyordu. Yani Petrol Ofisi özelleştirilmesi devletin vergisiyle devletin şirketini satın almanın ilginç bir hikâyesi oluyordu. Ama ben size daha ilginç bir özelleştirmeden bahsedip kamu borçlarının özelleştirmesini anlatacağım: 2002 yılını kapatırken kamunun çoğu iç borç ve kalanı dış borç olmak üzere toplam 185 milyar dolar (brüt) borcu bulunuyordu. Aradan 10 yıl geçti ve kamunun borçları 340 milyar dolara ulaşıyordu. Kamunun brüt borç stoku artarken aslında kamunun varlıklarının daha fazla artması gerekiyordu. Devletin net borçları azalırken özel sektörün durumu ne olmuş? 10 yıl önce dış borcu 107 milyar dolar olan bankalar ve reel sektörün 2012 sonunda borcu 329 milyar dolara yükseliyordu. Böylece ülke olarak borç stokumuzun toplam 292 milyar dolardan 640 milyar dolara yükseldiğini görüyoruz. Devletin borç artışı %67, ama özel sektörün borç artışı %207’yi buluyordu. Üstelik bu tespitleri AKP yandaşı ve Star yazarı İbrahim Kahveci yapıyordu.
AKP 2002’de 170 milyar dolar devraldığı dış borcu 11 yılda tam 746 milyar dolara çıkarıyordu. Bunun 431 milyar doları devletin, 315 milyar doları ise devletin kefaletiyle özel şirketlerin aldığı borçlardan oluşuyordu.
IMF’ye olan borcun ödenmesiyle övünen AKP Hükümeti, halktan gerçekleri saklıyor. IMF’den kullanılan kredilerin yüzde 93’ü AKP’ye yararken dış borçlar ise tam 4,2 kat artarak rekor kırıyordu. Türkiye’nin IMF ile imzaladığı son stand-by anlaşması uyarınca kullandığı kredinin son taksiti ödeniyordu. IMF’ye borcunu, dış borçların tamamı olarak gösteren AKP Hükümeti ve medya ise, bunu bir başarı olarak halka yansıtıyordu. Uzmanlar, Türkiye’nin 431 milyar dolara yaklaşan toplam dış borcu içerisinde IMF borcunun ‘devede kulak’ olduğunu söylüyordu. AKP’li yıllarda katlanarak artan dış borç yükünün altında ise, başta bankalar olmak üzere özel sektör bulunuyordu. Üstelik 315 milyar dolarlık bu borcun üçte biri (105 milyar dolar) kamuya ait bulunuyordu.
Asıl borç yabancı Siyonist bankalardan alınıyordu!
Hazine’nin verilerine göre, 2002’de AKP iktidara geldiğinde, IMF’ye olan borç da dâhil, Türkiye’nin toplam dış borcu 170 milyar dolardı. Geçen 10 yılda Türkiye’nin dış borcu 3 kat artarak 431 milyar dolara çıkmıştı. Alacaklılar ise JP Morgan, Citibank, Bank Of America, Deutsche Bank yani, yabancı Siyonist bankalardı.
IMF’nin kaymağını AKP yiyordu
Türkiye, IMF ile 56 yıla varan ilişkileri süresince toplam 19 stand-by anlaşması imzaladı. Yani Türkiye daha önce de IMF’den borç alıp ödeme yapmıştı. Anlaşmalar uyarınca kullanılan kredilerin toplamı ise 49.8 milyar dolardı. ‘IMF’ye borcu ödedik’ diye övünen AKP, IMF’nin kaymağını en çok yiyen hükümet konumundaydı. Kullanılan 49.8 milyar dolar kredinin yüzde 93’ü AKP’ye yaramıştı. Buna göre; 1999, 2002 ve 2005’te imzalanan anlaşmalar sonucu kullanılan kredilerin toplamı 46.4 milyar doları bulmaktaydı. Anlaşmalar sonucu uygulanan ‘acı reçeteler’, AKP’nin kendi başarısı diye sunduğu, mali kesimi sağlamlaştırmıştı. Fakat özelleştirmelerle kâr eden KİT’ler yok pahasına yabancılara satılmıştı. AKP döneminde IMF’ye 22 milyar dolarlık borç ödemesi yapılırken bunun karşılığında tam 38 milyar dolarlık kamu malı elden çıkarılmıştı.
Borçlar özelleştirmelerle kapatılıyordu
Türkiye’nin IMF’ye borçlarının büyük kısmının 2001 krizi sonrasında alındığını unutmamak lazımdı. “Alınan borçların tutarı 20 milyar dolar civarındaydı. Bu daha sonra bütçeden hem belli harcamalar kısılarak hem de özelleştirmelerden elde edilen gelirler kullanılarak kapatıldı. Ama hükümet IMF’ye borçları dış borçların tamamı olarak göstererek kamuoyunu yanıltmıştır. IMF’ye borçlar devede kulaktır. Başbakan bu IMF’ye ödenen kısmı, borçların sıfırlanması gibi takdim ederek köylü kurnazlığı yapmaktadır. IMF’nin sermayesine Türkiye’den yapılacak katkı da ahım şahım bir katkı sanılmamalıdır. Bu konuda yine esas borusu ötecek olanlar Siyonist bankalar ve küresel sermaye baronlarıdır. Çin, Brezilya gibi ülkeler de IMF’ye güçleri oranında sermaye koyarak söz sahibi olmaktadırlar. Türkiye dışarıdan bakıldığında orta boy ülkelerin içinde en kırılgan, en borçlu ve dışa en muhtaç ülke durumundadır. Türkiye’nin döviz varlıkları döviz yükümlülüklerinin çok altında kalmakta ve döviz açığı milli gelirin yüzde 52-53’ünü bulmaktadır. Son taksit ödemesiyle birlikte IMF’ye (Uluslararası Para Fonu: UPF), borcumuz bitiyor(muş)! Palavrasıyla toplum aldatılmaktadır. 1944 Bretton Woods Konferansı doğumlu UPF’nin görevi, makroekonomik dengeleri gözetmek, döviz kurlarının değişmesine nezaret etmek gibi teknik alanlardan oluşan kötü polis rolü oynamaktadır. İyi polis de tek yumurta ikizi Dünya Bankası (DB) olmaktadır. UPF+DB = Borçlular Hapishanesi konumundadır.
Bu arada güdümlü iktidarlara mutabık veya muhalif ekonomistlerin gizledikleri veya bilmedikleri bir gerçek vardı: IMF’yi kredi veren bir bankaymış gibi sanmaları yanlıştı veya kasıtlı bir saptırmacaydı. Çünkü IMF bir banka değil; Siyonist Yahudi bankaların diğer ülkeler ve özel sektörlere verdikleri kredileri, faizleriyle birlikte ödemedikleri takdirde, askeri güç kullanmak dâhil, ABD’nin bu borçları zorla tahsil etmesini garantileyen Amerikan devleti adına kefalet veren ve bunun karşılığı ayrıca komisyon ödenen bir ARACI KURUM olmaktaydı. Bazı nispeten düşük miktardaki borçları doğrudan sağlaması, IMF’nin ikinci sınıf işlevlerinden sayılırdı. AKP 10 yılda aldığı yüz milyarlarca dolarlık faizli krediyi ve yabancılara peşkeş çektiği özelleştirme gelirlerini nerelere harcadığının hesabını vermekten sürekli kaçınmaktaydı.
Eski Ekonomi Bakanlarından Ufuk Söylemez, Türkiye’yi IMF’ye en çok borçlandıran iki ismin Eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş ve Başbakan Tayyip Erdoğan olduğunu söylüyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bugüne tüm dış borçlarını ve taahhütlerini aksatmadan geri ödediğini belirten Söylemez, “AKP iktidarı IMF’ye Türkiye’yi muhtaç ederek 2005 yılında 10 milyar dolar borçlanmıştır. Bunu geri ödediği için neredeyse milli bayram ilan edecek bir şamata yapıyorlar” diyerek durumu özetliyordu.
Erbakan yapıyor, Erdoğan satıyordu!
IMF’nin borcu, fabrikalarımız, limanlarımız, stratejik kurumlarımız satılarak ödeniyordu!
İktidar böbürlenerek; IMF’ye borç kalmadığını açıklıyordu. Oysa on yıllık tablo ödemenin özelleştirmeyle yapıldığını ortaya koyuyordu. Resmi rakamlara göre Türkiye’nin 10 yıl önce IMF’ye 23.5 milyar dolar borcu bulunuyordu. Türkiye’nin özel sektör dâhil o yılki toplam dış borcu da 130 milyara yaklaşıyordu. AKP, iktidarının ilk yılından itibaren özelleştirmeye hız veriyor Cumhuriyet dönemi boyunca yapılan kamuya ait başta sanayi olmak üzere tüm tesisleri arka arkaya satışa çıkarıyordu. Bunların çoğu, iktidara yakın yerli ve yabancı sermaye tarafından yok pahasına kapışılıyordu. AKP iktidarının 10 yıllık döneminde Türkiye’nin dış borcu, 2012 sonu itibariyle 340 milyar dolara yükseliyor, aslında büyük miktarı da gizleniyordu.
38 milyar dolarlık gelir nereye gidiyordu?
Bu borcun 101 milyar dolarlık kısmının kamuya, 7 milyar dolarının Merkez Bankası’na, 217 milyar dolarının da özel sektöre ait olduğu açıklanıyordu. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın kayıtlarına göre, bu dönemde aralarında Türk Telekom, TEKEL, SEKA, PETKİM, TÜPRAŞ ve Erdemir gibi sanayi tesisleri, limanların tamamı, 195 kamu tesisiyle 2 bin 629 adet arsa, bina ve lojman sessizce peşkeş çekiliyordu. Kamuya ait bu varlıkların satışından 38 milyar 84 milyon dolarlık gelir elde ediliyor ve milletin ödediği vergilerle yapılan tesislerin satışından elde edilen gelir, IMF’ye olan 23.5 milyar dolarlık borcu kapatmaya yetiyordu. Artan kısmıyla da bütçe açıkları finanse ediliyordu.
Hangi yıl hangi tesisler satılıyordu?
YIL 2003
KAYSERİ’deki Taksan, Bolu Gerede’deki Gerkonsan, SEKA’nın Balıkesir, Afyon, Kastamonu, Aksu ve Çaycuma işletmeleriyle Taşucu tersane alanı, TEKEL’in kaya tuzu tesisleri, Çeşme, Kuşadası, Trabzon ve Dikili limanları, Sümer Holding’in Merinos Halı Markası ve Adıyaman İşletmesi, Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nun Sakarya işletmesi, İş Bankası C, Arçelik, Tofaş, Ünye Çimento ve Türkiye Kalkınma Bankası’na ait kamunun elindeki hisselerle 277 adet taşınmaz, 103 arsa ve 90 adet lojman; hepsi sadece 187 milyon 87 bin 941 dolara satıldı.
YIL 2004
TEKEL’in alkollü içkiler bölümü, Eskişehir Doğalgaz Şirketi (Esgaz), Artvin Murgul ile Kastamonu Küre’de bakır madeni çıkarıp işleyen Eti Bakır, Sivas ve Malatya’daki Divriği Hekimhan Maden İşletmeleri, Bursa Doğalgaz Şirketi (Bursagaz), Amasya Şeker Fabrikası, Kütahya Tavşanlı’daki Eti Gümüş, Elazığ’daki Eti Krom, Antalya’daki Eti Elektrometalurji işletmeleri, Çayeli Bakır İşletmeleri, Kütahya Şeker Fabrikası, Türkiye Gübre Sanayi şirketine ait Gemlik ve İstanbul’daki fabrikaları ile Kütahya Gübre Varlıkları ve Şanlıurfa depoları arazisi, Sümer Holding’in Malatya, Bakırköy ve Diyarbakır işletmeleri, SEKA’nın Karacasu, Ardanuç ve Akkuş işletmeleriyle Ankara Alım Satım Müdürlüğü binası, EBÜAŞ’ın Samsun Soğuk Hava Deposu, Manisa Kombinası ve arsası, Sümer Holding’e ait Ortadoğu Teknopark şirketi, Çanakkale Deri, Malatya ve Tümosan işletmeleri, Türkiye Demir Çelik İşletmeleri’ne ait Kalkınma Bankası hisseleri, TEKEL’in Tuzluca ve Sekili tuzlaları, Bursa İnelgöl’deki Kibrit Fabrikası, Kadadeniz Bakır İşletmeleri’nin Samsun İşletmesi, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne ait Ankara ve Samsun feribotları, THY’nin 126 milyon dolarlık hissesi ile 375 adet taşınmaz ve lojman; toptan 1 milyar 282 milyon 842 bin 130 dolara satıldı.
YIL 2005
TÜRK Telekom, TEKEL’in sigara bölümü, İstanbul Ataköy Turizm, Ataköy Otelcilik, Ataköy Marina ve Yat İşletmeleri, Konya Seydişehir’deki Eti Alüminyum Fabrikası, Kıbrıs Türk Hava Yolları şirketi, Adapazarı Şeker Fabrikası, Türkiye Deniz İşletmeleri’nin Karadeniz ve Turan Emeksiz gemileri ile şehir hatları hizmetleri ve gemileri, TEKEL’in Kristal Tuz Rafinerisi ile Kağızman Tuzlası, Sümer Holding’in İstanbul İmar Şirketi, Beykoz İşletmesi, makina ve teçhizatları, Türkiye Gübre Sanayi’nin Samsun Gübre Fabrikası ve Ordu Fatsa ile Tekirdağ depoları, DSİ, Bayındırlık Bakanlığı ve Karayolları’nın Kayseri Erciyes’teki sosyal tesisleri, Sümer Holding’in Aselsan’daki hissesi, Sarıkamış ve Tercan işletmeleri, Yeşilova Halı ve Battaniye Fabrikası, Emekli Sandığı’nın Kuşadası Tatil Köyü ile İstanbul Hilton Oteli, THY’nin USAŞ’taki hissesi, TOPRAŞ ve PETKİM’deki kamu hisselerinin bir bölümüyle 120 taşınmaz ile 41 adet arsa; sadece 8 milyar 222 milyon 240 bin 231 dolara satıldı.
YIL 2006
TÜPRAŞ, Erdemir, Başak Sigorta ve Başak Emeklilik, TEKEL’in Kayacık, Yavşan ve Kaldırım tuzlaları, TEKEL’in ikiz kuleler olarak bilinen Ankara Başmüdürlük Binası ve Bodrum tesisleri, Emekli Sandığı’nın başkentteki Büyük Ankara Oteli ve Kızılay Emek İşhanı, İzmir’deki Büyük Efes Oteli, İstanbul’daki Büyük Tarabya Oteli, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin Yakıt-2 gemisi, Çanakkale Şehir Hatları Hizmetleriyle 9 gemisi, THY’ye ait kamu hisselerinin bir bölümüyle 350 adet daire, arsa ve taşınmaz; tamamı, 8 milyar 96 milyon 165 bin 459 dolara satıldı.
YIL 2007
TCDİ- Deveci Maden Sahası İşletme Hakkı, TCDD Mersin Limanı, KGM İstanbul Levent Arsası, Sümer Holding- BUMAS, Araç Muayene İstasyonunun 1.-2. bölgesi, Emekli Sandığı Mülkiyeti Bursa Çelik Palas Otel, Türkiye Halk Bankası, 245 adet daire, arsa ve taşınmaz; kökten 4 milyar 258 milyon 629 bin 659 dolara satıldı.
YIL 2008
Petkim Petrokimya Holding A.Ş., Sümer Holding NİTRO-MAK Makine Kimya Nitro Nobel Kimya Sanayi A.Ş.’nin yüzde 33.5 hissesi, Tekel ve Sigara Sanayii İşletmeleri ve Ticareti A.Ş., Ankara Doğal Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’nin 9 santrali, Tekel ve Sigara Sanayi İşletmeleri’ne ait Pipo ve Nargile Markaları, Türk Telekomünikasyon ve 196 adet daire, arsa ve taşınmaz; 6 milyar 297 milyon 123 bin 974 dolara satıldı.
YIL 2009
TEDAŞ Başkent Elektrik Dağıtım A.Ş., TEDAŞ Sakarya Elektrik Dağıtım A.Ş., TEKEL Kastamonu Jüt İpliği Fab. Makine ve techizatı, TEDAŞ Konya Meram Elektrik Dağıtım A.Ş. ve 140 adet daire, arsa ve taşınmaz; kelepir olarak 2 milyar 274 milyon 985 bin 159 dolara satıldı.
YIL 2010
TCDD’nin Samsun ve Bandırma limanları, TEKEL’in Çamaltı ve Ayvalık tuzlaları, Eskişehir Osmangazi, Çamlıbel, Uludağ, Çoruh, Yeşilırmak ve Fırat elektrik dağıtım şirketleri, Sümer Holding’in Antalya Barit ve Mersin Taşucu işletmeleriyle 205 adet daire, arsa ve taşınmaz; yekünü 3 milyar 085 milyon 479 bin 135 dolara satıldı.
YIL 2011
Bayburt, Çemişgezek, Girlevik, Bünyan, Çamardı, Pınarbaşı, Sızır, İznik, Dereköy, İnegöl, Cerrah, Mustafakemalpaşa, Suuçtu, Çağ Çağ, Otluca, Uludere, Adilcevaz, Ahlat, Malazgirt, Varto, Değirmendere, Karaçay, Kuzuculu, Turunçova, Finike, Kayadibi, Besni, Derne, Erkenek, Kernek ve Kovada 1-2 akarsu santralleri, İskenderun Limanı, Trakya Elektrik Dağıtım şirketiyle 195 adet daire, arsa ve taşınmaz; bütünüyle 1 milyar 358 milyon 418 bin 129 dolara satıldı.
YIL 2012
ASELSAN’ın yüzde 77 hissesi, PETKİM’in yüzde 10 hissesi, Kayseri Elektrik’in yüzde 20 hissesi, Beykoz’daki iskele ve rıhtım, Halk Bankası’nın yüzde 24 hissesiyle 192 adet daire, arsa ve taşınmaz; 3 milyar 20 milyon 692 bin 249 dolara satıldı.
Yıl 2013 Sonunda Galataport da gidiyordu!
Karaköy’den Tophane’ye uzanan 1,2 kilometrelik sahil şeridini kapsayan İstanbul Salıpazarı Liman sahasının ihalesi 16 Mayıs 2013’te yapılıyordu. Galataport olarak bilinen liman sahasının 30 yıllık işletmesini 702 milyon dolarlık en yüksek teklifi veren Doğuş Holding kazanıyordu. 2005 yılında yapılan ve iptal edilen ihalede ise verilen en yüksek teklif 3,5 milyar avro olmuştu. Doğuş Grubu CEO’su Hüsnü Akhan, ihale sonrası yaptığı açıklamada, taksitli ödeme seçeneğini tercih edeceklerini söylüyor, ayrıca yapacakları yatırım tutarının 350-400 milyon dolar seviyesinde olacağını bildiriyordu. Galataport projesinin Karaköy rıhtımından başlayıp, Mimar Sinan Üniversitesi’ne kadar olan bölgede inşa edilmesi planlanıyor. Denize yapılacak olan 11 bin 867 metrekareyi kapsayacak projede, 127 bin 811 metrekare yapılaşma ve 99 bin 256 metrekare inşaat planlanıyordu. Bu alanlarda alışveriş merkezleri, oteller ve limanların inşa edilmesi düşünülüyordu.
Daha önce İsraillilere satmıştı
Galataport 2005 yılında İsrailli işadamı Sami Ofer’e 3,5 milyar Avroya satılıyor, ancak Ofer’in kazandığı ihale bir sene sonra Danıştay tarafından iptal ediliyordu. Kamuoyunda tartışmalara neden olan ilk ihale Galataport’un işletme hakkını 49 yıllığına devredilmesini öngörüyordu. Şimdi ise dolaylı yollardan yine aynı odakların eline geçiyordu.
Obama ile Barzanistan’ın finansmanı görüşülüyordu!
Barzani’nin Türkiye ve diğer ülkelerle yaptığı petrol anlaşmaları ise Irak Anayasasına aykırı olduğu için uluslararası anlaşmaların ihlal edilmesi anlamına geliyordu! ABD’de gerçekleştireceği temaslarla ilgili basına bilgi veren Başbakan Tayyip Erdoğan önemli bir konuya açıklık getiriyordu. Erdoğan, ABD’ye hareket etmeden önce yaptığı açıklamada ABD’li petrol devi Exxon’la petrol aramak için Kuzey Irak yönetimiyle anlaşma yapıldığını ve ABD seyahatinde yapacağı Obama görüşmesinde, bu konunun olgunlaşacağını bildiriyordu. Erdoğan’ın ziyaret öncesi bu konuda açıklama yapması sürpriz olarak karşılanıyordu. Irak Merkezi Hükümeti ise, anayasada yeraltı kaynaklarının denetiminin kendilerinde olduğunu belirterek Barzani yönetiminin uluslararası şirketlerle petrol anlaşması yapmasına karşı çıkıyordu. Barzani yönetimi ile anlaşma yapan şirketlerle Irak Merkezi Hükümeti ile yapılan anlaşmaları fesheden Maliki yönetimi, ülkeleri de Irak Anayasasını ihlal etmemeleri konusunda uyarıyordu.
Maliki yönetimi AKP Hükümetinin Barzani ile ilişkilerinden rahatsızlık duyuyordu. AKP Hükümetinin Barzani yönetimine ayrı devlet muamelesi yaptığını kaydeden Irak Merkezi Hükümeti, “Kerkük ve petrol” konusunda da tepki gösteriyordu. Türk şirketlerinin Barzani bölgesi ile petrol anlaşması yapmasından ve çıkarılan petrolü Türkiye üzerinden dünyaya pazarlama çalışmalarından rahatsızlığını açıkça dile getiren Maliki yönetimi, Türkiye’yi uluslararası hukuk kurallarını ihlal etmekle de suçluyordu. AKP’nin izlediği Ortadoğu politikası Suriye’den sonra Irak’la da gerilimi arttırırken, İran’ın da bu gerilime doğrudan dâhil olmasının an meselesi olduğu ifade ediliyordu.
Açılım ve 2. İsrail’in finansmanı
AKP Hükümetinin ABD kılavuzluğunda Abdullah Öcalan’la sürdürdüğü açılım sürecinde de petrol konusu en önemli maddelerden biri oluyordu. Bölgede çıkarılan petrol ve doğal gazın Irak Merkezi Hükümetinin kontrolü dışında Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması hedefleniyordu. Bölgede çıkan ve çıkarılacak olan petrol ve doğalgazın bu şekilde dünyaya pazarlanması halinde Barzani yönetimine orta vadede yılda 50 milyar dolardan fazla gelir sağlayacağına dikkat çeken uzmanlar, bunun da kurulacak (Kürdistan) 2. İsrail’in finansmanı için kullanılacağını belirtiyordu. Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde çıkarılan petrolün denetiminin de PYD’nin elinde olduğunu kaydeden bölge uzmanları, planın büyük çaplı hazırlandığını, AKP Hükümetinin de bu planın bir parçası olarak davrandığını, “Öcalanlı açılım”ın da bu çerçevede ele alınması gerektiğini belirtiyordu.
Türkiye’nin oyunu büyük riskler taşıyordu!
Öte yandan Financial Times gazetesinde yayınlanan başmakalede, Türkiye’nin Kuzey Irak’la vardığı enerji anlaşmasının olası riskleri ve getirileri değerlendirildi. Makalede şu görüşlere yer veriliyordu: “Petrol hisseleri alabilmek için Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürtlerin yerel yönetimiyle Türkiye’nin bir anlaşmaya varmış olması, ülkenin PKK’yla başlatılan yakınlaşma sürecine denk bir ekonomik politika izlediğini gözler önüne seriyordu. Türk liderler Kuzey Irak’ı Türkiye’nin ekonomisinin doğal uzantısı olarak gördüklerini saklamıyordu. Ama en önemlisi Ankara, bilfiil ekonomik ve siyasi bağımsızlığa yaklaşan Irak Kürdistan Federe Bölgesi’yle ilişkilerini kuvvetlendiriyordu. Ama bu, Bağdat’ı uzaklaştırırken parçalanma isteyenlerin elini güçlendiriyordu. Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Yönetimi’yle bir anlaşmaya varmasının Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’yi İran’a yaklaştıracağına kesin gözüyle bakılıyordu. Türkiye büyük bir oyun oynuyordu. Ama Irak’a Amerika’nın girmesinden beri Osmanlı döneminde parçası olan bölgenin çözüldüğü göz önünde bulundurulduğunda bu oyun büyük riskler de taşıyordu.”
Türkiye ‘Ekonomik NATO’ya yamanma peşinde koşuyordu!
Türkiye’nin, AB ile ABD arasında yapılacak olan TTYO anlaşmasından 20 milyar dolara yakın zarar etmesi ve büyüme hızının da bundan yüzde 2.5 civarında olumsuz etkilenmesi bekleniyordu. ‘Ekonomik NATO’ olarak adlandırılan anlaşmanın dışında bırakılan Türkiye, ABD ile STA yaparak buna dâhil olmak istiyordu. Erdoğan’ın, Obama ile yapacağı görüşmede de bu konu gündeme taşınıyordu. Avrupa Birliği ile ABD arasında yapılacak olan ‘Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ (TTYO) anlaşması bu ülkelerle ticaret yapan üçüncü ülkeleri olumsuz etkileyecekti. Türkiye’de TTYO’dan zarar görmemek için bu anlaşmaya dâhil olmak istiyordu. ABD’de temaslarda bulunmak üzere Washington’a giden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çantasında TTYO ile ilgili dosyalar da bulunuyordu. Anlaşmadan Türkiye’nin zarar görmemesi ve ABD ile bir serbest ticaret anlaşması yapılması için 102 işadamı da Erdoğan’la birlikte ABD’ye gidiyordu. Yine heyette yer alan TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz da eski adı TAFTA olan TTYO ile ilgili yaptığı bir konuşmada ‘’Vaktiyle Başkan Clinton’un söylediği gibi ‘TAFTA, Ekonomik NATO’dur.’ TÜSİAD olarak 2013 yılı çalışmalarında Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’na Türkiye’nin eklemlenmesi konusunu tüm boyutlarıyla ele almayı hedefliyoruz’’ diyordu.
Ama Türkiye TTYO’ya alınmıyordu!
Fakat Nisan ayı başında Türkiye’ye gelen Avrupa Komisyonu TTYO Baş Müzakerecisi Garcia Bercero, katıldığı bir panelde Türkiye’nin bu anlaşmaya dâhil olmasının sağlıklı olmayacağını söylüyordu. Türkiye’nin ABD ile ayrı bir serbest ticaret anlaşması yapmasının uygun olacağını belirten Bercero, bu konuda ABD’de Türkiye için lobi yaptıklarını da ifade ediyordu. ABD kanadından ise, Türkiye ile ilişkilerin stratejik önemine vurgu yapılırken ticari ilişkiler ve özellikle serbest ticaret anlaşması konusunda herhangi olumlu bir sinyal bugüne kadar gelmiyordu.
Sonuç: Resmi rakamlara göre; 10 senede dış borç 130 milyar dolardan 337 milyar dolara çıkıyordu. Hükümete baksanız, Türkiye sadece IMF’ye borçluydu. Oysa gerçek borç miktarı Erbakan’ın hesaplarına göre 746 milyar dolara ulaşıyordu ve Türkiye borç batağında boğuluyordu!
Yani Hükümet, yeni bir göz boyaması ile Türkiye’nin “dağlar gibi” ağır borç yükünün üstünü örtmeye çalışıyordu. Yıllık 50 milyar dolarlık cari açık, 53 milyar liralık faiz ödemesi ve 337 milyar dolar olan dış borç görmezlikten gelinerek, Türkiye’nin IMF’ye olan kredi borcunun son taksitinin ödenmesiyle ilgili olarak kamuoyu ‘borçsuz bir ülke’ imajıyla kandırılıyordu. AKP hükümeti, ekonomideki beceriksizliğini ve acı gerçekleri ucuz bir demagoji ile gizlemeye devam ediyordu. Türkiye’nin IMF’ye olan kredi borcunun son taksitinin ödenmesi ile birlikte kamuoyuna ve millete ‘borçsuz bir ülke’, ‘nereden nereye’ havası pompalanırken, asıl gerçeklerin ise üzeri örtülüyordu. Resmi rakamlara göre AKP Hükümetinin iş başına geldiği 2002 sonunda Türkiye’nin toplam 130 milyar dolar dış borcu bulunurken, bu rakam 2012 sonu itibariyle 337 milyar dolara çıkmış bulunuyordu. Yani 10 yıl içinde ülkenin dış borcu 2.5 kat artıyordu. Gelinen noktada dış borç korkutucu boyutlara gelirken, AKP hükümetinin ülkenin sadece IMF’ye borcu varmış gibi göstererek; ‘IMF’ye borcu sıfırladık hatta 5 milyar dolar borç vereceğiz’ şeklinde bir mesaj vermesi tam bir saptırmaca oluyordu. Öncelikle ‘IMF’ye borcu sıfırladık’, ‘IMF ile borçsuz dönem’, ‘Türkiye ekonomisi bugün yeni bir döneme geçiyor’ şeklinde verilen mesajın gerçekte bir karşılığı yoktu. AKP hükümeti her konuda olduğu üzere IMF’ye olan borçlar konusunda da ucuz bir politika güdüyordu.
Dış borçta Cumhuriyet rekoru!
Borçlar konusunda önemli olan dış borcun geldiği boyuttur. 2002 sonu ile 2012 sonu itibariyle yani 10 yıllık sürede toplam borç nereden nereye geliyordu? Bu sorunun cevabı hükümetin bu konuda başarısını veya başarısızlığını ortaya koyuyordu. Şunu da belirtmek gerekiyor, ekonomisi sürekli cari açık veren bir ülkenin dış borcunun azaldığından bahsetmek büyük bir yalanı yansıtıyordu. Türkiye uygulanan ekonomik politikalardan dolayı sürekli olarak yüksek cari açık veren bir yapıdan bir türlü kurtulamıyordu. Yani bu açık sürekli dış borçlarla kapatılıyordu. Bu durum bile IMF üzerinden kopartılmaya çalışılan iyimser havanın ne kadar aldatıcı olduğunu gösteriyordu. Türkiye borcu IMF’den değil başka kaynaklardan buluyordu. Bu da hükümetin tercihinden değil dünyada uygulanan parasal genişleme politikasından kaynaklanıyordu. ABD Merkez Bankası FED her ay 85 milyar dolar karşılıksız para basarak piyasaya sürüyordu. ABD ve AB’nin, son olarak da Japonya’nın krizden çıkmak için uyguladıkları bu parasal genişlemeden dolayı da IMF’nin varlığı bir anlam ifade etmiyordu. IMF zaten bir aracı kefalet kurumuydu.
Bu durumu, ‘bizden öncekiler IMF’den borç alırdı, biz ödüyoruz’ şeklinde halka sunmak gerçeği yansıtmadığı gibi konuya tam hâkim olmayan geniş halk kesiminin gözünü boyamaya çalışmaktan başka bir amaç taşımıyordu. Türkiye’de IMF’ye borç ödemesinin yanında; ‘Ekonomisi cari fazla veren, dış borcu azalan, üretimi artan, dış kaynaklara bağımlılığı azalan’ bir tablo olsaydı o zaman IMF’ye olan borçların kapatılması bir başarı olarak görülebilirdi. Ancak Türkiye ekonomisi her yıl yüksek oranda cari açık vermeye devam ederken, bütçesinde faiz ödemeleri için 50 milyar liranın üstünde ödenek ayırırken ve dış borcu azalmadığı gibi sürekli arttığı bir dönemde tek başına IMF’ye borçların kapatılması bir anlam ifade etmediği gibi buradaki acizliği ortaya koyuyordu
https://www.millicozum.com/mc/2013/agustos-2013/imf-palavrasinin-asli-erbakan-yapti-erdogan-satti/