FAZİLETLİ SİYASET PRENSİPLERİ
“Siz (sadece Müslümanlar için değil bütün) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz.”[1] ayetinde işaret buyurulan iman ve anlayış olgunluğuna artık mutlaka ulaşmalıyız. Sadece kendi yandaşlarımızın ve dindaşlarımızın değil, farklı din ve dünya görüşlerine mensup insanların ve özellikle mazlumların, yani her ne sebeple olursa olsun zulme uğrayanların ve temel insan haklarından mahrum bırakılanların sesi ve hamisi olmak durumundayız. Kabadayılık veya kahpelikle başkalarına hakaret ve haksızlık yapan kimseler, şiddete ve kaba kuvvete başvurup saldırganlaşan tipler hariç, herkesin ve her kesimin, bize ters düşen ve hoşumuza gitmeyen söylemlerine ve eylemlerine de katlanmalı ve saygı duymalıyız. Değişiklik ve çeşitlilik, hayatın ve fıtratın kaçınılmaz bir parçasıdır ve artık buna alışmalıyız. İnsanların ekonomik, sosyolojik ve psikolojik özlemlerini, -demokratik düzlem içerisinde kalmak koşuluyla- ifade etme özgürlüğünü kısıtlar ve kıskanırsanız, haliyle bu, kırgınlıklara ve kutuplaşmalara yol açacaktır. Evet; dışladıklarımızın, sonunda bize düşman olacaklarını unutmamalıyız.
Bize göre yanlış ve yararsız da olsa, doğru ve hayırlı zannederek herhangi bir görüşe samimiyetle sahip çıkan ve savunan insanlara, onların ilgi ve bilgi seviyesinden yaklaşarak gerçeği anlatmalı, kabullenmeseler dahi, medeni ve insani davranışlar içinde olmalı; ama bazı düşünce ve değerleri sadece istismar eden münafıkları da iyi tanımalı ve her kesimi bu sahtekârlara karşı uyarmalıyız. Haklı ve hayırlı bir Parti’den, sömürü saltanatları yıkılacağı, haksızlık ve ahlâksızlık fırsatları tıkanacağı için korkup kaçan kesimler olduğu gibi, Milli Görüş iktidarının kendilerine hayat ve hürriyet hakkı tanımayacağı propagandasına kapılan kesimler de vardır… Ve bunların durumu ve tutumu birbirinden oldukça farklıdır. Öyle ise bizden boşuna ürken bu kesimlere zannettikleri gibi olmadığımızı ispatlayacak duyarlı ve tutarlı yaklaşımlar içinde olmalıyız.
Asıl bizleri birbirimize kışkırtan münafıkları ortaya koymalı ve onları devre dışı bırakmalıyız. Laiklik ve demokrasi simsarlığı yapan sahtekârları da… İslam’ın edebiyatını yapan ama masonlarla anlaşan din istismarcılarını da… Milli Görüş davasına makam ve menfaat aracı olarak bakan, eline verilen fırsatları ve makamları yıllardır çile çeken vatan evlatlarına reva görmeyip masonlara miras bırakan marazlıları da aradan çıkarıp, toplum olarak asgari müştereklerimiz olan “huzur ve refah içinde birlikte yaşama” noktasında anlaşıp kucaklaşmalıyız. Daha doğrusu hem zorbalara, hem istismarcılara ve hem de münafıklara karşı, ortak ve onurlu bir cephe açmalıyız. Evet, biz kendimizi Türkiye’nin geleceği ve garantisi sayan Milli Görüşçüler olarak, farklı kesimlerin haklı taleplerine de sahip çıkmalıyız. İmam-Hatipliler kadar çevrecilerin girişimlerine de, tarikat ehli kadar milliyetçilerin hassasiyetlerine de… Başörtüsü meselesi kadar bütün memurelerin beklentilerine de, Güneydoğu sorunları kadar gençliğin isteklerine de biz tercüman olmalıyız. Kendi değerlerimiz ve doğrularımız içerisinde, başkalarının yanlışlarını eritebilmek için, onlara samimiyetle yaklaşmalı ve gönül kapılarımızı herkese açmalıyız… Farklılıklardan korkup kaçmamalı, tam tersine onlardan yararlanmalıyız. Hiçbir dönemde ve hiçbir şekilde robot gibi tek tip insan yetiştirilemeyeceğini unutmamalıyız.
Başkalarına saygı gösterdiğimiz kadar saygınlığımız artacak, insanları bağışladığımız ve kötülüklerine iyilikle karşılık verdiğimiz kadar dostlarımız çoğalacaktır. Bütün bunları yaparken de, kendi kimliğimizden ve kişiliğimizden taviz vermeye ve siyasi görüşümüzü gizlemeye de gerek kalmayacaktır. Mertlik ve netlik şiarımız olmalıdır. Özgürlük ve demokrasiyi yalnız kendimiz için değil, herkes için istememiz lazımdır. Şiddete ve anarşiye başvurmadan, başkalarının huzuruna ve haysiyetine tecavüze kalkışmadan, her kesime inandığı gibi yaşama ve düşüncelerini konuşma, yazma ve yayma hakkı sağlanmalıdır. Bu gibi temel haklarını kısıtladığınız ve yasakladığınız grupların yeraltına çekileceğini ve hepten kontrolden çıkıp anarşi ve teröre dönüşeceğini aklımızdan çıkarmamalıdır.
Üstelik, insanları yanlış ve zararlı istikametlere yönlendiren, başta bâtıl ve bozuk sistemler ve özellikle çoğu gizli masonik merkezlerdir. Perde arkasındaki hain patronları bırakıp, aldatılan piyonları düşman bilmek ve onlara hücum etmek, aslında şeytanların ekmeğine yağ sürmektir. “Ey iman edenler, hepiniz birlikte (ve her hükmünde bir hayır olduğunu bilerek) topluca “barış ve güvenliğe (Silm’e; İslam’ın selamet ve saadet düzenine) girin ve şeytanın (Siyonist ve emperyalist odakların) adımlarını (zalim planlarını ve teşkilatlarını) izlemeyin.”[2] “Müslümanlar! Aranızda selamı yaygınlaştırın!” (Hadis-i Şerif) mealindeki ayet ve hadisler de bize, herkesle hoş geçinmeyi öğütlemektedir. Zaten “İslam” kelimesi “Silm” kökünden “barış” anlamını içermektedir. Öyle ise, Milli şuur iktidarından asla korkulmaması gerektiğini sözle değil, fiilen göstermek biz Milli Görüşçülere düşmektedir.
Farklı düşünen kesimlerle sadece sıcak ilişkiler kurmayı ve kucaklaşmayı değil, hatta onlarla ortak hizmet ve faaliyet sahaları tespit edip iş birliği yapmayı ve yardımlaşmayı bile düşünmeli ve gerçekleştirmelidir. Kısaca, artık “tepkici ve dar çerçeveci” durumdan çıkıp, “etkili ve geniş daireli” bir konuma geçmelidir. Sağcısı, solcusu, şehirlisi, köylüsü, hayırlısı, suçlusu… Velhasıl toplumun her kesimi kendi arzularının Milli Çözüm’de yankılandığını görmelidir. Erbakan Hoca’nın olumlu ve ılımlı yaklaşımları prensip haline getirilmelidir.
Madem Türkiye’de, bu cennet ülkede birlikte yaşayacağız… Öyle ise birbirimize katlanmaya ve nimetleri paylaşmaya alışacağız!.. Hepimiz buna mecbur ve mahkûm durumdayız!..
“Müslüman, başka Müslümanların, onun elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü’min ise diğer insanların, canları, malları ve namusları hususunda kendisinden emin oldukları kimsedir” hadis-i şerifi, Müslüman olsun olmasın, fitne çıkarmamak ve anarşiye karışmamak şartıyla, herkesin hakkına saygı göstermeyi emretmektedir.
Uğraşılacak kesimlerle, uzlaşılacak kesimleri iyi belirlemelidir. Uzlaşmamız gereken kesimlerle kavgalı olmak, ama uğraşılması ve mücadele yapılması gereken masonik merkezlerle barışmak ise, gaflet ve ahmaklık belirtisidir. Velhasıl, Adil bir Düzen’e ve yeni bir medeniyete yürüyen Milli Görüşçülerin artık barış fedaileri gibi hareket etmeleri ve kapalı gönülleri fethetmeleri gerekmektedir. İnsanlar genellikle, kendi arzu ve ihtiyaçlarını dile getiren, duyguları ve değerleri doğrultusunda yaşama fırsatı veren şahsiyetleri ve sistemleri putlaştırma eğilimindedir. Bazı münafık mihraklar da bu putlara sahip çıkarak, bir sömürü ve istismar saltanatı oluşturup sürdürmekte ve insanları sömürmektedir. Ve insanlar bu putlara saldıranları kendi öz çıkarlarına ve benimsedikleri hayat tarzlarına saldırıyor zannetmektedir. Öyle ise Donkişot gibi taşlara ve tağutlara sataşmak yerine, insanların arzu ve ihtiyaçlarını dile getirip seslendirmek ve onların dertlerini sahiplenip sorunlarına çözüm üretmek suretiyle, onların ümidi ve güveni haline gelmek, toplumları sahte tanrıların tuzağından kurtarmanın en emin ve etkili yöntemidir. Onların putlarına sövmek ise hem dinen, hem de siyaseten yanlıştır. Hem basitliktir ve ucuz kahramanlık gösterisidir. Biz ise kolaycılığı değil, kalıcı ve yapıcı olanı tercih etmek zorundayız vesselam…
Cumhurbaşkanlığı Makamı veya; Kaptanlarla Korsanların Farkı!
Gemileri kaptanlar yönetirse selamete, korsanlar yönetirse felâkete yönelir. Ülkeler de böyledir. Ehil ve emin insanlar tarafından yönetilirse huzur ve hürriyete, gafil ve hain insanlar tarafından yönetilirse anarşi ve sefalete sürüklenir. Çeşitli hile ve hıyanetlerle, kaptan köşküne çıkmak kolay olsa da, gerçekten kaptan olmak zor bir iştir. Çünkü kaptanlık feraset ve cesaret gerektirir. En küçük bir tehlike anında bile, gemiyi en önce terk edip, canını kurtarmayı düşünenler, kaptan kılıklı korkak korsanlara benzemektedir.
İşte, bugün yeryüzündeki ülkelerin pek çoğu, bu kahraman rolü oynayan kaypak kaptanlar yüzünden, rotasını şaşırmış ve azgın dalgalara kapılmış gemiler görünümündedir. Bu gemilerin yolcuları -yani o ülkenin halkları- ise bitkin, perişan ve bu gemide bulunmaktan dolayı pişman bir vaziyettedir. Kendi rantları ve rahatları için vapurlarını ve yolcularını tehlikeye iten ve biraz başı sıkışınca gemiyi terk eden… Kendi makam ve menfaatleri uğruna, milletin sürünmesine ve memleketin sömürülmesine rıza gösteren bu kiralık korsanlar, kaptan köşkünde oturduğu müddetçe, insanlar refah ve rahat yüzü görmeyeceklerdir.
Evet, aslında insanlar kötü değildirler. Ancak kötü yönetildikleri ve kötülüğe yönlendirildikleri takdirde, haliyle kötüleşirler. Bu yüzden, iyi bir yönetim; kötüleştirilmiş bir halkı yönetebilir ve onları iyiliğe ve istikamete döndürebilir. Ama kötü bir yönetim, asla iyi bir halkı yönetemez. Çünkü şuurlu ve onurlu bir halk, böyle bir yönetime müsaade etmez… Şayet kötü ve katı bir zihniyet, herhangi bir halkı yönetebiliyorsa ve o halk, yapılan haksızlık ve yanlışlıklara tepki göstermiyorsa, onlar da körlenmiş, kirlenmiş ve kötüleşmiş demektir. Çünkü hakkını istemekten korkan ve haksızlıklar karşısında susan… Daha da beteri, zalimleri alkışlayan bir toplum, ruhen çürümeye ve çözülmeye başlamıştır. Kendi korkaklık ve nemelazımcılıklarının neticesi olan zillet ve sefaleti, “kadere teslimiyet” diye yutturmaya çalışmaları boşunadır. “Bir pulun bin kişiye, bin pulun bir kişiye” dağıtıldığı böylesine dengesiz bir düzende, elini kolunu sallayarak gezmeyi ve sofrasına geleni yemeyi özgürlük zannetmek de yanlıştır. İnsanların tek tek zindanlara tıkılmaması, onların özgür olduklarını göstermez. Eğer ülkenin tamamı açık bir cezaevine döndürülmüşse, yöneticiler gardiyan rolünde ise, vatandaşlar da mahkûm konumundadır.
…
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ..