Anasayfa Genel BAZI DİNİ CEMAATLER NİÇİN İSLAMİ ADALET VE SİYASETE KARŞI ÇIKAR

BAZI DİNİ CEMAATLER NİÇİN İSLAMİ ADALET VE SİYASETE KARŞI ÇIKAR

Yazar: yonetici
0 Yorum 212 Görüntüleyen

BAZI DİNİ CEMAATLER NİÇİN İSLAMİ ADALET VE SİYASETE KARŞI ÇIKAR  

Allah tarafından gönderilen bütün Peygamberlere ve İslam tarihindeki müceddid ve hak dava önderlerine “dindar bilinen bazı gruplar” neden karşı çıkıyorlardı?.. Ve hatta, niçin bunlara karşı müşrik ve münkirlerin yanında yer alıyorlardı? 

 

 

Müslümanlar dışında “Ehli kitap”[1] diye bilinen, yani Tevrat ve İncil`in tahrif edilmiş ve değiştirilmiş nüshalarıyla oyalanan, Müslümanlar arasında da, İslam alimlerinin kendi çağının şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yazdıkları eserleri “ana kaynak” yerine koyan ve sadece “kendi kitaplarını” okuyan bu insanlar, neden “İslam`ın asli değerleriyle ve bütün hükümleriyle hakim olması” için yapılan davetlere ve bu yoldaki gayretlere ilgisiz kalıyorlardı? Milli siyasete ve Mehdiyet hareketine niye katılmıyorlardı?

 

 

Bu sorulara, Kur`an ayetleriyle, Hadisi şeriflerle ve Peygamber Efendimize karşı, özellikle Medine’li “Ehli Kitabın” ibret verici haset ve hıyanetleriyle cevap vermeğe çalışalım. 

 

 

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, Onu (Kur`an-ı ve Resulüllah’ı) öz oğullarını tanıdıkları gibi bilirlerdi (Hz. Peygamberin özelliklerini ve güzelliklerini kitaplarında okurlardı ve gelişini beklerlerdi) Buna rağmen onlardan bir grup, bilebile gerçeği gizlerlerdi”[2] ayetinde açıkça haber verildiği gibi, özellikle Yahudiler bir peygamberin gelişini biliyor ve bekliyorlardı. Ancak:

 

 

1- O peygamberin Hz. İshak’ın soyundan olacağını, yani kendi içlerinden çıkacağını umuyorlardı. Ve böylece, o peygamberin de yardımıyla sanat ve servet yönünden olduğu gibi, siyasi yönden de Hicaz da üstünlüğü ele alacaklarına inanıyorlardı…

 

 

2- Yahudi ve Hıristiyanlar, gelecek Peygamberi, “kendilerini manevi ve ahlaki yönden düzeltmesi ve yükseltmesi” için değil, dünyevi amaçlarına yardım etmesi ve nefsani arzularına fırsat vermesi için istiyorlardı. 

 

 

3- Arapların sürekli çatışmaları, özellikle Medine`deki Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki kavgalar, Yahudilere yarıyor ve onların değerini artırıyordu. Çünkü her iki taraf da Yahudilere ihtiyaç duyuyor, Yahudiler de bu fırsatı çok iyi değerlendiriyor ve çok yönlü yararlanıyorlardı.

 

 

Halbuki Hz. Peygamber (sav), her iki kabileyi, İslam’la barıştırıp birleştiriyor ve artık kavgaya son veriyordu. Bu durum ise, Ehli kitabı bir nevi değersiz duruma düşüyordu.

 

 

4- Medine`de hakim kılınan bu yeni din ve düzen, sadece şehirde barışı sağlamak, farklı din ve kavimlerin bir arada yaşama şartlarını hazırlamakla kalmıyor, aynı zamanda dışarıdan saldıracak düşmanlara karşı Medine`yi birlikte savunmak ve bu amaçla yapılacak savaşların maddi ve manevi külfetine katlanmak sorumluluğunu da beraber getiriyordu.

 

 

Bu ise, rahatına ve menfaatına düşkün olan, devamlı sorumsuz ve rizikosuz yaşamaya alışmış bulunan Ehli Kitabın işine gelmiyordu. 

 

 

5- Ehli Kitabın, genellikle cahil ve ümmi olan müşrikler üzerinde dini bilgilerinden ve statülerinden dolayı, özel bir imtiyazları vardı. Ehli kitap içinde de Ahbar ve ruhbanın (sözde bilgiçlerle ermişlerin) kendi mensupları üzerinde din istismarı yaygınlaşmıştı…

 

 

Bir şeyin gerçeğinin ortaya çıkması, sahtesinin anlaşılması ve artık rağbet bulmaması demek olacağından, Hak din olan İslam`ın gelmesi de, sahte dinlerin ve istismarcı kesimlerin işini zorlaştıracak ve yollarını tıkayacaktı…

 

 

İşte bütün bunlar, nefsinin kölesi olmuş kitap ehlini, İslam`a karşı müşriklerle işbirliğine zorlamaktadır. 

 

 

6- Siyasi, ahlaki, iktisadi ve hukuki bütün kurum ve kuralları batıl olan bir ortamda ve çoğunluğu cahil   bırakılmış bir toplumda, din istismarı kadar, sahte ilim adamı ve “maneviyat kahramanı” olmak ta kolaydır… Çünkü nasıl olsa “Karanlıkta kusurlar belli olmamakta, dadılarla cadılar birbirine karışmaktadır.” Ve işte İslam güneşinin doğması ve adil bir düzenin kurulması, en çok bu istismarcı yarasaların ve sahte din adamlarının huzurunu kaçırmaktadır. 

 

 

Bir uyarıcı ve kurtarıcının geleceğini bildikleri ve bekledikleri ve bunu zaten Allah`tan ısrarla istedikleri   halde, özellikle “Kitap ehlinin ve dindar çevrelerin” tavrını şu ayetler ne güzel izah etmektedir:

 

 

“(Onlar) şayet kendilerine inzar (İkaz ve irşad) edici (bir peygamber ve önder) gelirse, diğer milletlerden daha önce hidayete tabi olacaklarına (ve o davetçiye sahip çıkacaklarına) dair, bütün güçleriyle Allah`a yemin etmişlerdi. Fakat (ne yazık ki) Onlara istedikleri ve bekledikleri uyarıcı (Peygamber) gelince, bu durum onların   haktan uzaklaşmalarını artırmaktan başka işe yaramadı. 

 

 

(Bunun sebebine gelince) Çünkü onlar, yeryüzünde (bulundukları ülkede ve mevcut batıl düzende hak etmedikleri makam ve menfaatlerle) büyüklük taslıyor ve (bu sömürü sistemler yıkılmasın diye, Hakkı hakim kılmak isteyenlere karşı müşriklerle beraber) kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki (eninde sonunda mutlaka) bu kötü tuzaklar, onu kuranların başına geçecek ve herkes kendi kazdığı kuyuya düşecektir. Bu Allah`ın değişmez sünnetidir.”[3].

 

 

Evet işte tarih… Hz. Musa`nın şeriatını ihya ve icra etmek için geldiği halde, Hz. İsa`ya (as) ilk düşmanlığı maalesef Yahudiler yapmışlardır.

 

 

Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin geleceğini ve hatta ismini ve işaretlerini bildikleri halde, ehli kitap ona haset ve hıyanette bulunmuşlardır.

 

 

İslam tarihindeki mücedditlerin durumuda aynıdır. 

 

 

Bir İmam-ı Azam Hz. lerine en büyük sıkıntıyı taklitçi ve taassubcu alimler açmışlardır. Zalim idareciler tarafından dövülerek şehit edilmesi karşısında bile maalesef suskun kalmışlardır.

 

 

Ve asrımızda bir Bediüzzaman Hazretlerine ilk sahip çıkması gereken, medrese ve tekke ehli, maalesef “nur’lardan” yararlanmaya ilgi ve ihtiyaç duymamışlar ve Hz. üstadı şanlı mücadelesinde yalnız bırakmışlardır.

 

 

Ve yine Risale-i Nur pek çok yerde, Milli siyaseti işaret ettiği ve açıkça müjdelediği halde, nurcu kardeşler bu davaya gerektiği gibi sahip çıkamamışlardır…

 

 

İşte “taassup inadı ve haset damarı psikolojisini” izah ve ifade eden ayeti kerime:

 

 

“Kitap ehlinden çoğu, Hak (Hakikat) kendilerine apaçık bir şekilde belli olduktan sonra, sırf nefislerini (kuşatan içlerindeki) kıskançlıktan dolayı, sizi imanınızdan (ve inandığınız davadan) döndürmeye çalışırlar.”[4] 

 

 

Güçlüden ve kazanacak gibi görünenden yana olmak… Haksız ve hayırsız da olsa, peşin dünya menfaatini korumak… Riskli ve zahmetli işlerden kaçıp kaytarmak, basit kimselerin ortak karakteridir.

 

 

İnsanoğlu, genellikle çoğunluktan taraf olmaya, kalabalıkların yanında bulunmaya meyillidir. Çoğunluk yanlış ve batıl bir yol üzerinde de bulunsa, nefsine hoş ve kolay geldiği için hazır kalabalığın safında olmayı tercih eder. ”Alem nasılsa ben de öyleyim.” ”Elle gelen düğün bayram” mantığıyla kendini avutmaya çalışır. Hatta çoğunluğun, ”Haklı” olduğunu, ekseriyet nasıl düşünüyor ve nasıl yaşıyorsa onun, ”Doğru” sayılacağını savunmaya başlar. Halbuki Cenab-ı Hak En`am suresi 116. ayet-i kerimesinde:

 

 

“Eğer yeryüzündeki insanların ekserisine uyarsan, onlar seni Allah yolundan sapıtırlar. Onlar ancak zan ardında yürürler ve sadece yalan uydururlar” buyurmaktadır.

 

 

Bu ayet-i kerimeden şunları anlıyoruz ki :

 

 

1- Her asırda yeryüzündeki insanların büyük ekseriyeti cehalet ve dalalet üzerinde olacaktır.

 

 

2- Çoğunluğa değil, Hakka ve doğruya uymak lazımdır.

 

 

3- Çoğunluk ”Hak” tan ve mutlak ”doğrudan” ziyade kuru zan ve tahminlerin peşinde koşacaktır.

 

 

4- Batıl üzere olan çoğunluk bilerek ”yalan” uyduracak ve yanlışı savunacaklardır.

 

 

5- Ayette herhangi bir din ve mezhep mensubu belirtilmeyip mutlak olarak ”yeryüzündekilerin ekserisi” buyrularak, daha önce ”Hak” iken sonradan tahrife uğramış ve yozlaştırılmış, Yahudilik ve Hıristiyanlık dini mensupları olabileceği gibi, sözde şeklen müslümün görünen ve dindar geçinen, ama İslam’ın hayat disiplinini kabul etmeyen ve müşrikler gibi yaşadıkları halde hala kendisini müslüman zanneden ”kalabalıklara” da uyulmaması öğütlenmektedir.

 

 

“İnandığınız gibi yaşayamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” hikmetince, yaşaya geldiği bozuk hayat tarzını giderek sevmeye ve savunmaya başlayan topluluklar, ”Her ümmete böylece amellerini süslemişizdir.”[5] ayetlerinin kapsamına girerler…

 

 

“Her parti kendi yolunun doğru olduğu kanaatiyle avunup övünmektedir.”[6] Ayeti de bu psikolojiyi ifade etmektedir.

 

 

Şu bir gerçektir ki, “geçmiş ümmetlerin çoğunu (iman ve itaatten çıkan) fasık ve facir kimseler bulduk.”[7] ayetiyle, her zaman ve her yerde, asla çoğunluğun değil, doğruluğun yanında olmamız gereğine işaret edilmektedir. İnsanların ve özellikle inananların bir kısmı da, gerçeği görür. Kalben tasdik eder. Ama ne var ki başkalarının kınaması ve dışlaması korkusuyla hakkın safına geçemez. Halbuki Cenab-ı Hak müminleri, ”Onlar cahil ve gafil kimselerin, ayıplamasından korkmazlar.” şeklinde tarif ve tavsif etmektedir.

 

 

Her yerde ve her halde çıkarının değil, Hakkın rızasını gözetenler… Rahatını ve menfaatini davasının hatırına feda edenler kazançlıdır ve şereflidir… Bugün Hindistan`da bir milyara yakın insanın ineğe tapıyor olması, inekperestliğin mübarek olduğunu gösteremeyeceği gibi, bu kadar hürmet ve ibadet edeninin bulunması, ineği de ”muhterem” kılmaz.

 

 

 

 

 

 

 

 


 

[1] Yahudi ve Hrisiyanlar, kendi meşrep ve tarikatına ait kitapları yeterli görüp Kur’an yerine kaim kılanlar.

 

 

[2] Bakara: 146

 

 

[3] Fatır: 42-43

 

 

[4] Bakara: 109

 

 

[5] En’am. 108

 

 

[6] Rum. 32

 

 

[7] Araf: 102

 

 



 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi