Anasayfa Genel Ali BULAÇ’ın ERBAKAN ve AKP itirafları

Ali BULAÇ’ın ERBAKAN ve AKP itirafları

Yazar: yonetici
0 Yorum 228 Görüntüleyen

Ali BULAÇ’ın ERBAKAN ve AKP itirafları 

Sonunda Ali
Bulaç bile Milli Görüşün gerçek mahiyetini ve Erbakan Hoca’nın yüksek meziyet
ve marifetini itiraf etmek mecburiyetini hissetmişti.


“Kendine
özgü bir “Türkiye modeli” varsa, bunun siyasetteki karşılığı Milli
Görüş partileri; eğitimde imam hatip mektepleri ve ekonomide ise Anadolu’da
neşvünema bulan küçük ve orta ölçekli ticari ve sanayi işletmelerdir. (Aslında
hepsi Milli Görüş’ün meyveleri ve Erbakan Hoca’nın eserleridir. A.A.) Bunlar,
aynı zamanda “Batı-dışı modernleşme”nin de tek örneğidir. Türkiye(nin
Müslüman) toplumu, modern hayata -başlangıç aşamasına mahsus olmak üzere- bu üç
formu kullanarak katılmayı denemiştir.

Milli Görüş
partilerinin öne çıkardığı temel sorunları şöyle sıralamak mümkündür:

1) Adil
düzen: Gelir bölüşümünde adaletin tesis edilmesi fikridir;

2) İslam
kardeşliği: Türk-Kürt ayrışmasının önüne geçecek, hem Türkler hem Kürtler için
birleştirici ortak payda veya manevi bir çerçevedir;

3) Ahlaki
dürüstlük: İdarede, ekonomide ve siyasette arınma vaadi ve girişimidir.

4) Kimlik:
İslam’ın ve tarihimizin referans kaynaklarından hareketle net bir tanım ve
tavır sergilemektir;

5) Dış
politikada inisiyatifi elinde bulunduran ve bölgenin liderliğine aday olan bir
Türkiye idealidir.

Şimdi
sormamız gereken sual şudur: Gelir bölüşümü, Türk-Kürt kardeşliği, ahlaki
dürüstlük, kimlik ve dış politika alanındaki sorunlar çözüldü mü? Hayır.
(Bunlar gerçekçi ve gereklimiydi? Evet. A.A)

Bu çerçevede
“Milli Görüş’ten uzaklaşma oranında merkeze yaklaşma veya merkez partisi
olma” retoriğinin ne anlama geldiğini düşünelim. Milli Görüş partilerini
kabule şayan kılan, bu beş temel sorunun altını çizmeleriydi. AK Parti, bu
formla, yani dil, üslup ve şekille ilgili değişimleri yaptığı için, bu miras
üzerinden iktidara gelmiştir.[1] (Ama Milli Görüş gömleğini çıkarmak ve dış
güçlere yaranmakla iflas ve bir nevi intihar etmiştir. A.A. )”

Ve aynı Ali
Bulaç, zoraki teviller ve temennilerle yıllarca arka çıktığı ve alkışladığı
AKP’yi ve Milli Görüşün akreplerini şöyle eleştirmektedir:

” İki
senedir en yüksek perdeden AK Parti iktidarının 5 temel sorunla yüz yüze
bulunduğunu söyledim ve yazdım. AK Partililer, bin bir iftira ve yalan üreterek
karşılık vermeye, bu eleştirilerin etkisini küçültmeye çalıştılar. Fakat
gelişmeler söz konusu eleştirilerin ne kadar yerinde olduğunu açıkça ortaya
koymuş oldu. Önce beş temel eleştiri noktasının ne olduğunu hatırlamakta fayda
var:

1) Gelir
bölüşümünde adalet sağlanamadı. AK Parti hükümeti, takip ettiği ekonomi
politikalarıyla son tahlilde zengini daha çok zengin ediyor. Sıkı usullerle
uygulanan IMF politikaları yoksul kesimlerin, çalışanların, çiftçinin,
emeklinin, esnafın durumunda herhangi bir iyileştirme meydana getirmedi. Finans
sektöründeki hareketliliği reel ekonomiden ayırmak gerekir. Aslolan reel
ekonomide yaşanan ciddi sorunlar ve vukua gelen büyük haksızlıklardır.

Elimizde
somut veriler var. Mesela, Koç Grubu, 2010 hedefine beş sene önce, yani 2005’te
ulaştığını açıkladı. Koç Grubu, nasıl bir cennette iş yapıyor ki, servetini
katlıyor. Aydın Doğan, bu hükümet döneminde tam 8 kat büyüdü. 2002 yılına kadar
Türkiye’den 3 dolar milyarderi vardı, şimdi bunların sayısı 21’e çıktı. Kim ne
derse desin, resmi rakamlara göre 19 milyon yoksul ve 1 milyon aç insan var.
Çalışan, yani iş bulduğunu söyleyenlerin yarısından biraz fazlası asgari
ücretle çalışıyor, yani aylık gelirleri 300 dolardan fazla değil. Bütün
çabasını zenginleri daha çok zengin etmesine harcamış olmasına rağmen, Koç
Grubunun patronu Rahmi Koç “Bunlar ekonomide iyi, ama başka konularla
ilgilenmesinler, eşi başörtülü cumhurbaşkanı seçmeye çalışmak olmaz” dedi.
Demek ki, yaranamadılar.

2) Bütün
umutlar AB üyelik sürecine bağlanmasına rağmen, Müslümanların temel hak ve
özgürlükleri konusunda hiçbir iyileşme meydana gelmedi. Gelmediği gibi daha da
kötüleşti. Başörtüsü sorunu, İmam Hatip Okulları, Kur’an kursları ve diğer
konularda her zamankinden çok daha büyük sıkıntılar yaşanıyor. 2002 yılında
AB’ye destek yüzde 76’lara çıkmış bulunuyordu. Bu aynı zamanda Hükümet’in
tutumunun da tasvibi ve bazı beklentilerin ifadesi anlamını taşıyordu. Şunun
unutulmaması lazım, eğer bu destek ve AK Parti hükümeti olmasaydı, Türkiye AB
üyelik sürecinde bu mesafeyi alamazdı, fakat bu karşılıksız bir destek oldu.

Geldiğimiz
noktada şu açıkça ortaya çıktı ki, hükümet AB üyelik sürecini iyi kullanamadı.
Müslümanlar 28 Şubat sürecinin akabinde fonksiyonel düşüncelerle AB’yi
desteklediler, durumlarında bir rahatlama olma düşüncesini taşıyorlardı. 2002
‘de AK Parti iktidara gelince, AB ile olan ilişkilerin her aşamasında sorunları
çözülecek, AK Parti bunları gündeme taşıyacaktı. Tam aksine oldu. Yapılması
gereken şey, Müslüman cemaat ve grupların temel hak ve özgürlük taleplerini AB
üyelik sürecine dâhil etmek ve bu konuda ısrarcı davranmak olmalıydı; fakat AK
Parti iktidarı Müslümanların hassasiyetlerini sürece dâhil etmedi, gündeme bile
almadı, AB’den gelen reform paketlerini sorgusuz sualsiz kabul edip geçirdi.
İdam cezasını kaldırdı, zinayı yasak olmaktan çıkardı. Süreç eşcinselleri bile
kanunların koruması altına alırken dindar kitleleri görmedi bile. Bugün
eşcinselliğin aleyhinde yazmak ve konuşmak kanunen suç oldu. Müslüman
cemaatlerin bugün AB’ye olan destekleri azalmışsa, bu aslında AK Parti’ye olan
umutlarının da azalmasının bir başka yönden göstergesidir. Çünkü bu süreçte AK
Parti değil de, mesela CHP veya başka bir sağ parti iktidarda olsaydı, zaten
bundan farklı bir sonuç hâsıl olmayacaktı, yani onlar da Müslümanların
taleplerini dile getirmeyecek, dertlerine tercüman olmayacaklardı. Bu bağlamda
AK Parti ile diğer partiler arasında hiçbir fark yoktur, bundan sonra ise AB üyelik
sürecinin bir rahatlama getireceği hayalden ibarettir, çünkü şartlar kökten
değişti.

Eğer kararlı
davranılsaydı AB’nin Müslümanların hak taleplerini geri çevirmesi
düşünülemezdi.(Ali Bulaç burada açıkça yanılıyor veya kasıtlı olarak toplumu
yanıltmaya çalışıyor. Çünkü AB, Müslüman halkımıza temel insan haklarını asla
reva görmüyor ve hatta bunu kendisi için en büyük tehlike sayıyor. AKP’yi de bu
hakları istesin diye değil, istismar etsin diye destekliyor. Ali Bulaç
Avrupa’ya sığınmak ve savunmakla hem temel inançlarıyla, hem daha öncesi
yazdıklarıyla çelişiyor. A.A. ) Mademki, AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı var -ki
eski İtalya Başbakanı ve AB’den başka yetkililer bunu açıkça itiraf ediyor ve
elbette öyledir- bu durumda hükümet her masaya oturuşunda Müslümanların
sorunlarını dile getirmeliydi. En azından Almanya’da Merkel’in, Fransa’da
Sarkozy’nin başa gelmesinden önce bunlara bir hal çaresi bulunmalıydı. Fakat
hükümet kendini bu sorunlarla ilişkilendirmekten dahi korktu; öyle ki
Başbakan’ın en yakın adamı televizyon ekranlarında “Biz kamuda hizmet
verenlerin başörtüsü kullanmasına karşıyız, bu laikliğe aykırıdır” dedi.

3) Genel dış
politika sorunlarıyla ilgili olarak hükümetin elinde AB yol haritası ve ABD’yle
uyumlu bir dış politika izlemekten başka bir inisiyatif olmadı. Hatta uluslar
arası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olan akademisyen ve
gözlemcilerin açıkça ifade ettikleri gibi, AK Parti’nin kendini Amerika ve
Avrupa nezdinde “desteklenmeye değer parti” olarak takdim etmesinin
en önemli argümanı budur. Eğer AK Parti, AB üyelik sürecini bütün var gücüyle
ve samimiyetle yürüteceği yönünde sağlam bir taahhütte bulunmamış olsaydı, dış
güçlerin onu desteklemesi düşünülemezdi. Dış politika konularında yeterince
donanımlı olmadığı herkesçe bilinen lider buna inandırıldıktan sonra, AB üyelik
sürecine dört elle sahip çıkıldı.

Hükümetin
-dış ve etkin destek kaygısıyla ve tabi AK Parti’nin kuruluşunda rol oynayan
büyük güçlerle uzlaşma doktrini çerçevesinde- İsrail’le giriştiği açık ve gizli
ilişkiler -en azından- Türkiye’yi “arkadan giden bir ülke” konumuna
itti. Öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye, Amerika ile bile ilişkilerini
“İsrail üzerinden kurmaya” başladı. Türkiye gibi bir ülkenin, radikal
bir biçimde Amerika, Avrupa ve hatta İsrail’le ilişkilerini kesmesini kimse
beklemiyor. Bu yakın veya orta vadede çok akıllı bir tutum olmaz. Ancak
elindeki gücü, avantajı ve kozları görmezlikten gelip, bir iktidarın iplerini
tamamen İsrail’e kaptırması kabul edilemez. Kim bu yönde eleştiri yapıyorsa,
iktidar çevresi “Bunlar radikal adamlar, reel politikten anlamazlar”
diye suçlamaktadırlar ki, bu da tamamıyla boş bir propagandadan ibarettir.
Hakikatte olan şu ki, İsrail ile ilişkiler hiçbir zaman iddia edildiği üzere
reel-politik hesaplar dâhilinde kurulmamış, aksine içerde iktidara gelmenin ve
iktidarda kalmanın yegâne imkânı ve güvencesi olarak görülmüştür. Bazı münferit
ve iç politikaya dönük çıkışlar bir yana, İsrail’le ilişkiler hiçbir dönemde bu
seviyeye çıkmış değildir; öyle ki dünyadaki en büyük Yahudi kuruluşu olan
JİNSA, 28 Şubat sürecinin baş aktörü Çevik Bir’den sonra ikinci ödülü Başbakan
R. Tayip Erdoğan’a verdi. İsrail ve Yahudi kuruluşları, dünyada hiç kimseye,
reel politika yürüten hiçbir hükümete bu ödülü vermez.”[2]

Fetullahçı,
ılımlı İslamcı ve Amerikan yanlısı Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, belki de:

Irkçı
emperyalizmin güdümündeki sömürü arabasına koşulan ve yeterince kullanılıp
yorulan AKP atlarını değiştirmeye…

Ve Marazlı
medyanın beyin yıkama metoduyla, maalesef uzaktan kumandalı robotlara çevrilen
topluma umut haline getirilen dinlenmiş beygirlerle yoluna devam etmeye
çalışan, malum ve melun odaklara dolaylı hizmet etmek;

Hatta,
“icabında gerçekleri de söylüyor ve eleştirmekten çekinmiyor”
görüntüsüyle, yeniden itimat ve itibar tazeleyip, ileride AKP’ye yarayacak
yorumlarını etkin hale getirmek için bunları yazıyor!?

Ama ne
olursa olsun; “Hıyanetler sinsi hastalıklar gibidir, uzun zaman
gizlenemiyor”…

Özetlersek:

· Faiz ve
rantiye sistemiyle IMF reçeteleriyle ve özelleştirme dalaveresiyle ekonomisi
tahrip edilip iflasa sürüklenerek

· Zinanın
suç olmaktan çıkarılması, eşcinsellere resmi himaye kazandırılması, televizyon
programlarının azgınlaştırması, fuhuş ve çocuk pornosunun meşrulaştırılması,
içki ve uyuşturucunun yaygınlaştırılması yoluyla ahlaki ve manevi temellerimiz
dinamitlenerek.

· AB’ye,
ABD’ye ve İsrail’e kayıtsız şartsız teslimiyetle, BOP hıyanetine hizmetle,
demokratikleşme demagojileriyle “Kürt halkının hakları” gibi sinsi
söylemlerle, Sevri uygulama hazırlıkları sürdürülerek;

· Devletimiz
yıkılmaya, ülkemiz parçalanmaya, cumhuriyetimiz laçkalaştırılmaya, yüce dinimiz
laytlaştırılmaya ve geleceğimiz karartılmaya çalışılırken,

Türkiye’mizin
Erbakan beynine ve projelerine, Dünyamızın ise model ve lider ülke Türkiye’ye
acilen ihtiyacı vardır.

İşte Erbakan
Devrimi kitabımızın yedinci baskısı, bu ihtiyacın çerçevesini ve çarelerini
ortaya koymak ve Hoca’yı daha yakından tanımak üzere yapılmıştır.

Atatürk’ün:
“Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesiyle hedeflediği, milletimizin de
milyonluk mitinglerde “ne ABD, ne AB, tam bağımsız Türkiye”
sloganlarıyla dile getirdiği, Türkiye merkezli ve insan endeksli yeni bir barış
ve bereket medeniyetinin çok yakında ortaya çıkacağı, mutlu ve kutlu günlerde
buluşmak umuduyla.

 **********************************************************

Kaynak Makalenin Tamamı:

 

ERBAKAN HOCA’NIN YAKIN ÇEVRESİNE İZLETTİĞİ

Hocamız bununla, kendi yakın
çevresinin de aynen bu filmdeki gibi davranıp durduğunu ve bütün bu hıyanet ve
rezaletlerin farkında olduğunu onlara hatırlatıyor. Biz, Milli Çözüm olarak
yıllardır:

Hocamızın vefatını dört gözle
bekliyormuş gibi ve O’nun vasiyetine aykırı biçimde, çevresindeki birkaç
riyakâr yalakasına kendisini ”Milli Görüş’ün Yeni Lideri” ilan ettiren; Davayı,
camiayı ve teşkilatı unutup mal devşirme ve ”tarikatvari manevi saltanat sürme”
derdine düşen Hatta daha ileri gidip Hocamızın ailesine bile hakaret ve
hıyanete ve onları kendi haklarından mahrum etmeye yeltenen malum marazlı kimseleri
ve ”aman fitne çıkmasın!” mazeretiyle bunlara göz yuman kesimleri uyardığımızda
bizi fesatçılıkla suçlayanların, şimdi bu gerçekleri bizzat Sn. Fatih
Erbakan’dan duymaları ve kendisine sahip çıkmaları, artık bir vicdan borcu
oluyor.

”Böylece (bile bile ve makam-menfaat
beklentisiyle haksızlıklara sustukları için) helak olacak kişi(ler hiçbir
mazerete sığınamayacak şekilde) açık bir delil (ve uyarıdan) sonra belasını
bulsun; (Hakta ve hayır yolunda dik ve) diri kalacak (hidayet ve haysiyetini
koruyup Allah rızasına ulaşacak) kimse(ler) de apaçık bir delil (ve ispatla)
hayatta (ve huzurla) kalsın”
 (Enfal: 42) diye bizim bu
gerçekleri anlatmamız gerekiyor…

 

 

“Başkan” isimli Fransız yapımı
olan siyah-beyaz filmin konusu şu:

Bozuk sistemin mevcut prensip ve prosedürleriyle
başbakanlığa gelen bir zat, sözde demokratik ve laik kurumların ve bunların
başındaki bürokratların, solcu ve sağcı iktidarların, milletvekili ve
bakanların nasıl yozlaştıklarını, hangi kirli ve gizli işlere bulaştıklarını,
niçin sömürü sermayeye uşaklaştıklarını, şahsi feraset ve faziletiyle seziyor
ve bunlara karşı tek başına siyasi bir mücadeleye girişiyor. Ancak; en
yakınları, dava arkadaşları ve hizmet kadroları bilinen kişilerin dahi, hıyanet
merkezleriyle ilişkilerine ve muhalefet partileriyle gizli işbirliğine şahit
oluyor. Bu acı deneyim ve birikimlerinden sonra, çevresindeki resmi veya samimi
(!) insanlara; hep güveniyor, değer veriyor ve danışıyor gözükerek, ama asıl
planlarını sürekli gizleyerek ve safiyane bir gayretle çırpınıyor gibi hareket
ederek, onların destek kılıflı kösteklerinden kurtulmaya çalışıyor. Yani hem
marazlı muhalefetle, hem de münafık mahiyetiyle uğraşmak ve herkesi kendi
ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve
stratejik manevralarla yürümek zorunda kalıyor.

Meşhur Fransız ihtilaliyle Siyonist ve
masonik odakların güdümüne giren ülkede; milli, haysiyetli ve iyi niyetli bir
başkanın, yakın çevresindekilerin hıyanetlerini anlatan bu filmde:

Özel Doktoru: Ziyaret odasına normal
yollardan değil, gizli konuşma ve buluşmalara şahit olsun diye mutfak gibi özel
bölümlerden geçiyor. Hastalığı ve özel hayatıyla ilgili bilgileri, menfaat
karşılığı başkalarına sızdırıyor.

Koruma ve Güvenlik Müdürü: Konuklarını,
konuştuklarını, özel şakalarını ve gündelik programlarını telefonlarla belli
merkezlere rapor ediyor.

Kâtibi ve Sekreterine özel günlük
yazdırıyor:

“Ben gerçek cumhuriyetçi ve
vatanperver olduğum halde, sosyalistler: “bir despot ve diktatör tavırlı,
sendikacılar: işçi ve emek düşmanı, dış güçlerle işbirliği yapan muhalefet ve
yandaşları “vatan haini” göstermeye uğraştı ve kısmen başardı. Yakın
dostlarım ise benim hem zaaflarımdan, hem merhamet ve sadakat duygularımdan
yararlanmaya çalıştı. Hatta beni birbirlerine karşı kışkırttı.

Sonunda; solda bazı fikirdaşlarımın,
sağda ve kendi etrafımda gizli düşmanlarımın olduğunu, halkın ise benden
tamamen koptuğunu anladım.

“Birtakım odakların insanlara
yönetim imkânı verdikleri ve iktidara getirdikleri; ama asla haklarını ve
yetkilerini kullanmasına fırsat vermedikleri gerçeğini kavradım” diyor.

(“Şimdi asla söylemeyeceğim bir
şeyler düşünüyorum”) diyerek, en yakınlarına bile güvensizliğini itiraf
ediyor.

Hatta, borsacılar (para patronları)
kuşkulanmasın diye, Merkez Bankası başkanı ve maliye bakanı ile yapacağı bir
toplantıyı; gittikleri konser salonunun özel odalarında konuşmayı uygun
buluyor.

Sonra bir bakanın evinde özel bir
kokteyl hazırlayıp ekonomik bir devalüasyon yapma niyetini onun bahçesinde
yürürken açıklıyor. Ve onların niyetini ve tiyniyetini test ediyor. Ardından
Merkez Bankası Başkanı kendisini telefonla arayarak:

– Efendim, devalüasyon kararınızı henüz
daha açıklamamış olmanıza rağmen, bazıları şahsi çıkarlar sağlayacak tedbir ve
teşebbüsler içindeler, bu tesadüf mü? Diye soruyor.

“Yani dün konuyu görüştüğün iki
kişiden birisi, bazı rantiyecilere haber uçurmuş” demeye getiriyor.

Yine sekreterine şunları yazdırıyor:

”Her ne kadar bakanlar kurulu üyeleri,
“ülke çıkarlarını şahsi hesaplarının üstünde gördüklerini”
söylemelerine rağmen, maalesef hepsi birden ülke aleyhine olan bu devalüasyon
kararına destek vererek beni şaşırtmış bulunuyor. Maalesef bu demokrasi
dedikleri şey, yanlış ellere geçerse bütün rejimlerden daha tehlikeli
olabiliyor!”

Sekreteri ve özel hizmetçileri:
“Başkan beyin et yemesi yasak… Şu saatte şu ilacı alması lazım… Şu
vakitte dinlenmesi gerekir ” gibi yağcılık yaptıkları halde, her fırsatta
kendisine hıyanet ediyor.

Cumhurbaşkanı bu zatın milli
tavırlarından rahatsız olduğu için, masonik mahfillerin de baskısıyla,
başbakanın yerine Yahudi asıllı birisini getirmeye hazırlanıyor.

Özel danışman gibi sohbet ettiği yaşlı
bir bilge kişi, traktörle çiftçilik yapıyor, görünüşte politikadan ve toplumdan
uzak yaşıyor. Ziyaretine gittiği sadık ve samimi bir dostu için ” 40 yıl
önceki dürüst ve idealist tavrını ve haklı tarafını hiç değiştirmemiştir. Dönekliğe
ve dalavereye tenezzül etmeyen çok ender kişilerdendir” tespitinde
bulunuyor.

Yakın arkadaşlık, akrabalık ve
tanışıklık içinde olduğu, zahiren onurlu ve şuurlu geçinen bir adam gelip: bir
ihalenin kayınbiraderine verilmesini isteyecek kadar alçalıyor ve ayarını
ortaya koyuyor.

Bir gazeteci: Gümrük birliği ile ilgili
bir meclis oylamasının sonuçlarını oturum bitmeden önce basın bürosuna haber
geçiyor!? (yani hangi milletvekili kime satılmış, bunları biliyor)

Başbakanlığa hazırlanan muhalif ve mason
bir milletvekili olan Şalomoni; hükümetin Avrupa Gümrük Birliği fikrine, çok
sert biçimde ve milli çıkarları sahipleniyor diye karşı çıkarak ve böylece
başkanın çevresini kışkırtarak dolaylı destek veriyor ve hatta:

“1,5 milyon Fransız, sınırları
belli olmayan bir Avrupa için can vermemiştir” diyerek hamaset yapıyor.

Başbakanın cevabı: Şalomonun üzüldüğü
şehitler benim arkadaşlarımdı ve ben de o savaşa katılmıştım. Oysa Şalamon
henüz on yaşlarındaydı. Babası ve yakınları da vatan savunmasına katılmak
yerine rant sağlama telaşındaydı.

Ben bu savaşları çıkaranların, bunca
kurban üzerinde nasıl dünyalık hesaplar yaptıklarını gördüm.

İşçi ve köylü dostu, sosyalist Lenin’in
polislerinin, işçi ve köylüleri nasıl ezip hırpaladıklarını ve horladıklarını
gördüm.

İnsan haklarından ve milli çıkarlardan
bahseden Şalamon gibi bankacıların, Avrupa dışındaki Afrika, Asya ve
Amerika’daki halkları nasıl sömürdüklerini ve zengin olduklarını gördüm.

Solcu ve sosyal adaletçi geçinenlerin,
petrol şirketleri ve maden işletmeleriyle ortaklık ve çıkar ilişkilerini ve
milli menfaatlerle birlikte haysiyetlerini de nasıl sattıklarını gördüm.

Burada hak ve adalet savunuculuğu
yapanların, sömürü sermayesinin ve silah sanayinin avukatlığına soyunduklarını
gördüm.

Çevreci geçinen, doğa havariliği yürüten
kişilerin, nükleer denemelere ve zehirli kimyasal üretimlere kanuni kılıflar
hazırladıklarını gördüm.

Şu Meclisteki solcu veya sağcı
milletvekillerinin, tek tek hangi karanlık girişimlerin kiralık hizmetçileri
olduklarını anlayıp gördüm.

Bu nedenle, hem muhalefet
temsilcilerinin, hem sözde benim partimin milletvekillerimin; barış ve adalet
Avrupası projeme hep birlikte karşı çıkacaklarını biliyor ve bekliyorum.

Evet, sizlerin: savaş ve sömürü
sermayesinin güdümünde bir Fransa ve tüm insani ve ahlaki değerlerden
soyutlanacak bir Avrupa isteyen malum merkezlerin güdümüne girdiğinizi, şahsi
heves ve hesaplarınız için, milli ve ahlaki değerlerinizi rüşvet verdiğinizi
gördüm. Ve işte sonunda benden kurtuluyorsunuz… Çünkü ayrılıp
gidiyorum.” Diyerek meclisten çıkıyor.

Kendisiyle kalan şoförüne:

—Bana sadık yalnız siz mi varsınız? Diye
sorunca, aldığı cevaba şaşırmıyor:

“Efendim, dul ve huysuz olan kız
kardeşimin oturduğu; o daracık eski eve dönmek ve sefalet çekmektense,
yanınızda kalmayı tercih ettim!?”

Özel ve gizli anılarını yazdırdığı
sekreterini, bu bilgileri ve bazı şahsi belgeleri gizlice mason Emniyet
Müdürüne vermek ve hıyanet etmek üzereyken yakalıyor…

Hatta bu kadının, kendisini öldürtmek
isteyenlere yardım ve yataklık ettiğini fark ediyor.

Kendisi yerine başbakanlığa hazırlanan
Şalomo görüşmeye geldiğinde:”Avrupa Birliğine girmek, devalüasyona gitmek
konusundaki haklılığını ve bazı gerçeklerin yeni farkına vardığını ve bunları
uygulamaya çalışacağını, o nedenle başbakanın elinde bulunan ve kendi
ahlaksızlığının belgesi olan mektubu yakmasını ve basına sızdırmamasını
istiyor.

Özel hayatıyla ve cinsel yaşamıyla
ilgili bir kadın dergisine verdiği röportajda:

“Her gece striptiz yapan kıvrak
kancıkların dansını seyrettim. İşte belgesi: Meclis oturumlarındaki
Milletvekillerinin ateşli konuşmalarını gösteren fotoğraflar!?
 Diyerek makam ve
menfaat karşılığı satılan, ama ucuz kahramanlık nutukları atan milletvekillerinin
striptiz yapan kadınlardan daha kahpe ve kaypak olduklarını vurguluyor!

Ve nihayet en yakın dostu görünen ve her
türlü riyakarlık ve hilekarlığına dindarlık kılıfı giydiren başpapaz’a bile,
kendisini bir suikastla öldürmek isteyenlerle işbirliği yaptığını yüzüne karşı,
şaka yollu haber veriyor!…

Erbakan Hoca bu filmi izletmekle,
herhalde: Teşkilat içindeki ve yakın çevresindeki bir takım kişilerin gerçek
ayarını, amacını ve ahlakını bildiğini; kendisini ve Milli Görüş hareketini
istismar etmek isteyenlere, kontrollü ve güdümlü olarak izin verdiğini ima
ediyor!… Bu aynı zamanda, Hoca’nın artık “köprüyü geçtiği ve görevini
bitirdiği” anlamına da geliyor!..

Evet, Mustafa Kemal misali, dünya
çapında büyük devrimlere ve köklü değişimlere öncülük etmiş, ender ve önder
kişiler gibi, Erbakan Hoca da “Tek başına bir ümmet” sıfatına layık,
yalnız ve yıldız bir şahsiyetti.

Elinden tutup kaldırdıklarının, makam ve
menfaat kazandırdıklarının, etiket ve şöhret sahibi yapıp adam sınıfına
kattıklarının, nice hatalarına ve hayırsızlıklarına rağmen bağışlayıp
kayırdıklarının ve en yakınına alıp bin türlü mihnetine katlandıklarının
birçoğundan, maalesef vefasızlık ve vicdansızlık görmüş birisiydi. Bu durum
asla, Hoca’nın, adam tanıyamadığını ve çevresini taşıyamadığını değil:

a) Yüzyıllardır uygulanan ahlaki
tahribatla toplumun her kesimini nasıl yozlaştırdıklarını

b) Siyonist merkezlerin sürekli kontrol
altında tutmak üzere, dindarlık ve dava adamlığı rolü yapan hain tipleri, nasıl
ve niçin Milli Görüşe ve Erbakan’ın çevresine soktuklarını

c) Kaliteli, kabiliyetli ve karakterli
elemanlarını, seçkin ve samimi insanlarını, uzun süren geçiş döneminde vitrine
koyup yıpratmanın ve hedef yapmanın yanlışlığını bilen Hoca’nın: hem şeytani
odakları oyalamak, hem de kadrolarını deneyip ayarını ortaya koymak üzere,
bütün bunlara bilerek katlandığını göstermekteydi.

Ve zaten “Dahiler, yalnız kalınca
devleşmekteydi.”

Sonunda Ali Bulaç bile Milli Görüşün
gerçek mahiyetini ve Erbakan Hoca’nın yüksek meziyet ve marifetini itiraf etmek
mecburiyetini hissetmişti.

“Kendine özgü bir “Türkiye
modeli” varsa, bunun siyasetteki karşılığı Milli Görüş partileri; eğitimde
imam hatip mektepleri ve ekonomide ise Anadolu’da neşvünema bulan küçük ve orta
ölçekli ticari ve sanayi işletmelerdir. (Aslında hepsi Milli Görüş’ün
meyveleri ve Erbakan Hoca’nın eserleridir. A.A.) 
Bunlar, aynı zamanda
“Batı-dışı modernleşme”nin de tek örneğidir. Türkiye(nin Müslüman)
toplumu, modern hayata -başlangıç aşamasına mahsus olmak üzere- bu üç formu
kullanarak katılmayı denemiştir.

Milli Görüş partilerinin öne çıkardığı
temel sorunları şöyle sıralamak mümkündür:

1) Adil düzen: Gelir bölüşümünde
adaletin tesis edilmesi fikridir;

2) İslam kardeşliği: Türk-Kürt
ayrışmasının önüne geçecek, hem Türkler hem Kürtler için birleştirici ortak
payda veya manevi bir çerçevedir;

3) Ahlaki dürüstlük: İdarede, ekonomide
ve siyasette arınma vaadi ve girişimidir.

4) Kimlik: İslam’ın ve tarihimizin
referans kaynaklarından hareketle net bir tanım ve tavır sergilemektir;

5) Dış politikada inisiyatifi elinde
bulunduran ve bölgenin liderliğine aday olan bir Türkiye idealidir.

Şimdi sormamız gereken sual şudur: Gelir
bölüşümü, Türk-Kürt kardeşliği, ahlaki dürüstlük, kimlik ve dış politika
alanındaki sorunlar çözüldü mü? Hayır. (Bunlar gerçekçi ve
gereklimiydi? Evet. A.A)

Bu çerçevede “Milli Görüş’ten
uzaklaşma oranında merkeze yaklaşma veya merkez partisi olma” retoriğinin
ne anlama geldiğini düşünelim. Milli Görüş partilerini kabule şayan kılan, bu
beş temel sorunun altını çizmeleriydi. AK Parti, bu formla, yani dil, üslup ve
şekille ilgili değişimleri yaptığı için, bu miras üzerinden iktidara gelmiştir.[1] (Ama Milli Görüş gömleğini
çıkarmak ve dış güçlere yaranmakla iflas ve bir nevi intihar etmiştir. A.A.
)”

Ve aynı Ali Bulaç, zoraki teviller ve
temennilerle yıllarca arka çıktığı ve alkışladığı AKP’yi ve Milli Görüşün
akreplerini şöyle eleştirmektedir:

” İki senedir en yüksek perdeden AK
Parti iktidarının 5 temel sorunla yüz yüze bulunduğunu söyledim ve yazdım. AK
Partililer, bin bir iftira ve yalan üreterek karşılık vermeye, bu eleştirilerin
etkisini küçültmeye çalıştılar. Fakat gelişmeler söz konusu eleştirilerin ne
kadar yerinde olduğunu açıkça ortaya koymuş oldu. Önce beş temel eleştiri
noktasının ne olduğunu hatırlamakta fayda var:

1) Gelir bölüşümünde adalet sağlanamadı.
AK Parti hükümeti, takip ettiği ekonomi politikalarıyla son tahlilde zengini
daha çok zengin ediyor. Sıkı usullerle uygulanan IMF politikaları yoksul
kesimlerin, çalışanların, çiftçinin, emeklinin, esnafın durumunda herhangi bir
iyileştirme meydana getirmedi. Finans sektöründeki hareketliliği reel
ekonomiden ayırmak gerekir. Aslolan reel ekonomide yaşanan ciddi sorunlar ve
vukua gelen büyük haksızlıklardır.

Elimizde somut veriler var. Mesela, Koç
Grubu, 2010 hedefine beş sene önce, yani 2005’te ulaştığını açıkladı. Koç
Grubu, nasıl bir cennette iş yapıyor ki, servetini katlıyor. Aydın Doğan, bu
hükümet döneminde tam 8 kat büyüdü. 2002 yılına kadar Türkiye’den 3 dolar
milyarderi vardı, şimdi bunların sayısı 21’e çıktı. Kim ne derse desin, resmi
rakamlara göre 19 milyon yoksul ve 1 milyon aç insan var. Çalışan, yani iş
bulduğunu söyleyenlerin yarısından biraz fazlası asgari ücretle çalışıyor, yani
aylık gelirleri 300 dolardan fazla değil. Bütün çabasını zenginleri daha çok
zengin etmesine harcamış olmasına rağmen, Koç Grubunun patronu Rahmi Koç
“Bunlar ekonomide iyi, ama başka konularla ilgilenmesinler, eşi başörtülü
cumhurbaşkanı seçmeye çalışmak olmaz” dedi. Demek ki, yaranamadılar.

2) Bütün umutlar AB üyelik sürecine bağlanmasına
rağmen, Müslümanların temel hak ve özgürlükleri konusunda hiçbir iyileşme
meydana gelmedi. Gelmediği gibi daha da kötüleşti. Başörtüsü sorunu, İmam Hatip
Okulları, Kur’an kursları ve diğer konularda her zamankinden çok daha büyük
sıkıntılar yaşanıyor. 2002 yılında AB’ye destek yüzde 76’lara çıkmış
bulunuyordu. Bu aynı zamanda Hükümet’in tutumunun da tasvibi ve bazı
beklentilerin ifadesi anlamını taşıyordu. Şunun unutulmaması lazım, eğer bu
destek ve AK Parti hükümeti olmasaydı, Türkiye AB üyelik sürecinde bu mesafeyi
alamazdı, fakat bu karşılıksız bir destek oldu.

Geldiğimiz noktada şu açıkça ortaya
çıktı ki, hükümet AB üyelik sürecini iyi kullanamadı. Müslümanlar 28 Şubat
sürecinin akabinde fonksiyonel düşüncelerle AB’yi desteklediler, durumlarında
bir rahatlama olma düşüncesini taşıyorlardı. 2002 ‘de AK Parti iktidara
gelince, AB ile olan ilişkilerin her aşamasında sorunları çözülecek, AK Parti
bunları gündeme taşıyacaktı. Tam aksine oldu. Yapılması gereken şey, Müslüman
cemaat ve grupların temel hak ve özgürlük taleplerini AB üyelik sürecine dâhil
etmek ve bu konuda ısrarcı davranmak olmalıydı; fakat AK Parti iktidarı
Müslümanların hassasiyetlerini sürece dâhil etmedi, gündeme bile almadı, AB’den
gelen reform paketlerini sorgusuz sualsiz kabul edip geçirdi. İdam cezasını
kaldırdı, zinayı yasak olmaktan çıkardı. Süreç eşcinselleri bile kanunların
koruması altına alırken dindar kitleleri görmedi bile. Bugün eşcinselliğin
aleyhinde yazmak ve konuşmak kanunen suç oldu. Müslüman cemaatlerin bugün AB’ye
olan destekleri azalmışsa, bu aslında AK Parti’ye olan umutlarının da
azalmasının bir başka yönden göstergesidir. Çünkü bu süreçte AK Parti değil de,
mesela CHP veya başka bir sağ parti iktidarda olsaydı, zaten bundan farklı bir
sonuç hâsıl olmayacaktı, yani onlar da Müslümanların taleplerini dile
getirmeyecek, dertlerine tercüman olmayacaklardı. Bu bağlamda AK Parti ile
diğer partiler arasında hiçbir fark yoktur, bundan sonra ise AB üyelik
sürecinin bir rahatlama getireceği hayalden ibarettir, çünkü şartlar kökten
değişti.

Eğer kararlı davranılsaydı AB’nin
Müslümanların hak taleplerini geri çevirmesi düşünülemezdi.(Ali Bulaç burada
açıkça yanılıyor veya kasıtlı olarak toplumu yanıltmaya çalışıyor. Çünkü AB,
Müslüman halkımıza temel insan haklarını asla reva görmüyor ve hatta bunu
kendisi için en büyük tehlike sayıyor. AKP’yi de bu hakları istesin diye değil,
istismar etsin diye destekliyor. Ali Bulaç Avrupa’ya sığınmak ve savunmakla hem
temel inançlarıyla, hem daha öncesi yazdıklarıyla çelişiyor. A.A. )
 Mademki,
AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı var -ki eski İtalya Başbakanı ve AB’den başka
yetkililer bunu açıkça itiraf ediyor ve elbette öyledir- bu durumda hükümet her
masaya oturuşunda Müslümanların sorunlarını dile getirmeliydi. En azından
Almanya’da Merkel’in, Fransa’da Sarkozy’nin başa gelmesinden önce bunlara bir
hal çaresi bulunmalıydı. Fakat hükümet kendini bu sorunlarla ilişkilendirmekten
dahi korktu; öyle ki Başbakan’ın en yakın adamı televizyon ekranlarında
“Biz kamuda hizmet verenlerin başörtüsü kullanmasına karşıyız, bu laikliğe
aykırıdır” dedi.

3) Genel dış politika sorunlarıyla
ilgili olarak hükümetin elinde AB yol haritası ve ABD’yle uyumlu bir dış
politika izlemekten başka bir inisiyatif olmadı. Hatta uluslar arası ilişkiler
ve dış politika konularında uzman olan akademisyen ve gözlemcilerin açıkça
ifade ettikleri gibi, AK Parti’nin kendini Amerika ve Avrupa nezdinde
“desteklenmeye değer parti” olarak takdim etmesinin en önemli
argümanı budur. Eğer AK Parti, AB üyelik sürecini bütün var gücüyle ve samimiyetle
yürüteceği yönünde sağlam bir taahhütte bulunmamış olsaydı, dış güçlerin onu
desteklemesi düşünülemezdi. Dış politika konularında yeterince donanımlı
olmadığı herkesçe bilinen lider buna inandırıldıktan sonra, AB üyelik sürecine
dört elle sahip çıkıldı.

Hükümetin -dış ve etkin destek
kaygısıyla ve tabi AK Parti’nin kuruluşunda rol oynayan büyük güçlerle uzlaşma
doktrini çerçevesinde- İsrail’le giriştiği açık ve gizli ilişkiler -en azından-
Türkiye’yi “arkadan giden bir ülke” konumuna itti. Öyle bir noktaya
geldi ki, Türkiye, Amerika ile bile ilişkilerini “İsrail üzerinden
kurmaya” başladı. Türkiye gibi bir ülkenin, radikal bir biçimde Amerika,
Avrupa ve hatta İsrail’le ilişkilerini kesmesini kimse beklemiyor. Bu yakın
veya orta vadede çok akıllı bir tutum olmaz. Ancak elindeki gücü, avantajı ve
kozları görmezlikten gelip, bir iktidarın iplerini tamamen İsrail’e kaptırması
kabul edilemez. Kim bu yönde eleştiri yapıyorsa, iktidar çevresi “Bunlar
radikal adamlar, reel politikten anlamazlar” diye suçlamaktadırlar ki, bu
da tamamıyla boş bir propagandadan ibarettir. Hakikatte olan şu ki, İsrail ile
ilişkiler hiçbir zaman iddia edildiği üzere reel-politik hesaplar dâhilinde
kurulmamış, aksine içerde iktidara gelmenin ve iktidarda kalmanın yegâne imkânı
ve güvencesi olarak görülmüştür. Bazı münferit ve iç politikaya dönük çıkışlar
bir yana, İsrail’le ilişkiler hiçbir dönemde bu seviyeye çıkmış değildir; öyle
ki dünyadaki en büyük Yahudi kuruluşu olan JİNSA, 28 Şubat sürecinin baş aktörü
Çevik Bir’den sonra ikinci ödülü Başbakan R. Tayip Erdoğan’a verdi. İsrail ve
Yahudi kuruluşları, dünyada hiç kimseye, reel politika yürüten hiçbir hükümete
bu ödülü vermez.”
[2]

Fetullahçı, ılımlı İslamcı ve Amerikan
yanlısı Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, belki de:

Irkçı emperyalizmin güdümündeki sömürü
arabasına koşulan ve yeterince kullanılıp yorulan AKP atlarını değiştirmeye…

Ve Marazlı medyanın beyin yıkama
metoduyla, maalesef uzaktan kumandalı robotlara çevrilen topluma umut haline
getirilen dinlenmiş beygirlerle yoluna devam etmeye çalışan, malum ve melun
odaklara dolaylı hizmet etmek;

Hatta, “icabında gerçekleri de
söylüyor ve eleştirmekten çekinmiyor” görüntüsüyle, yeniden itimat ve
itibar tazeleyip, ileride AKP’ye yarayacak yorumlarını etkin hale getirmek için
bunları yazıyor!?

Ama ne olursa olsun; “Hıyanetler
sinsi hastalıklar gibidir, uzun zaman gizlenemiyor”…

Özetlersek:

· Faiz ve rantiye sistemiyle IMF
reçeteleriyle ve özelleştirme dalaveresiyle ekonomisi tahrip edilip iflasa
sürüklenerek

· Zinanın suç olmaktan çıkarılması,
eşcinsellere resmi himaye kazandırılması, televizyon programlarının
azgınlaştırması, fuhuş ve çocuk pornosunun meşrulaştırılması, içki ve
uyuşturucunun yaygınlaştırılması yoluyla ahlaki ve manevi temellerimiz
dinamitlenerek.

· AB’ye, ABD’ye ve İsrail’e kayıtsız
şartsız teslimiyetle, BOP hıyanetine hizmetle, demokratikleşme demagojileriyle
“Kürt halkının hakları” gibi sinsi söylemlerle, Sevri uygulama
hazırlıkları sürdürülerek;

· Devletimiz yıkılmaya, ülkemiz
parçalanmaya, cumhuriyetimiz laçkalaştırılmaya, yüce dinimiz laytlaştırılmaya
ve geleceğimiz karartılmaya çalışılırken,

Türkiye’mizin Erbakan beynine ve
projelerine, Dünyamızın ise model ve lider ülke Türkiye’ye acilen ihtiyacı
vardır.

İşte Erbakan Devrimi kitabımızın yedinci
baskısı, bu ihtiyacın çerçevesini ve çarelerini ortaya koymak ve Hoca’yı daha
yakından tanımak üzere yapılmıştır.

Atatürk’ün: “Yurtta sulh, cihanda
sulh” vecizesiyle hedeflediği, milletimizin de milyonluk mitinglerde
“ne ABD, ne AB, tam bağımsız Türkiye” sloganlarıyla dile getirdiği,
Türkiye merkezli ve insan endeksli yeni bir barış ve bereket medeniyetinin çok
yakında ortaya çıkacağı, mutlu ve kutlu günlerde buluşmak umuduyla.

 

http://millicozum.com

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi