696 SAYILI
KHK FERMANI VE HÖH MİLİTANLARI
Süleyman Özışık “Bu madde iç savaş çıkarır!” (27.12.2017) yazısında: “Olağanüstü Hal kapsamında 2 yeni Kanun Hükmünde Kararname daha yayınlandı. Bir madde ki herkes gibi beni de dehşete düşürdü. Buna göre, darbe ve terör ihtimali olan eylemlerde halkın sokağa inmesine her türlü müdahelesine imkân veriliyor… Lafı hiç uzatmadan söyleyeceğim. Bu maddeyi kim düşündü, Cumhurbaşkanı’nın önüne kim getirdi orasını bilemiyorum. Bildiğim şu ki bu maddenin, 15 Temmuz öncesinde bize yutturulan “Asker sokağa insin” maddesinden herhangi bir farkı yok. Bu madde Türkiye’nin başına tamiri, telafisi mümkün olmayan belalar açar. Hele hele ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda PKK’nın çok uğraştığı ve bir türlü çıkaramadığı iç savaşın fitilini ateşler… Böylece, 30 yıldır başarılamayan bir iç savaş ortamı hazırlanacak. Olayların zaman içinde büyük metropollere taşındığı, bir yanda PKK sempatizanlarının, diğer yanda vatanseverlerin sokağa çıktığı bir ortam düşünün! Bu durum bizi, hayal edemeyeceğimiz felaketlere sürükler. Mesele bununla da kalmaz. “Vurdum, çünkü teröristti” diyenlerin sayısında patlama yaşanır. Demokratik protesto hakkını kullanan grupların “terörist” diye saldırıya uğradığı döneme girilir. Bu işin önü alınmaz, alınamaz.” uyarısında bulunmuşlardı ve haklıydı. Ama hayret hemen arkasından çark etmeye, yine Erdoğan’ın kerametlerini dillendirmeye ve kendisi gibi bu 696 sayılı KHK’yı eleştirenlere veryansın etmeye başlamıştı.
“Kendileri sinek gibi her boka konunca sorun yok. Ama birileri Erdoğan’ın yanında durunca, “Vay sen onu nasıl desteklersin” oluyor. Cevabı çok basit kardeşim! Biz yandaş gazeteciler, O’nun gibi biri daha olmadığı için O’nu destekliyoruz… Tek bir hamlede; İslam İşbirliği Teşkilatı, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi dünyanın üç büyük teşkilatını toplayıp, Amerika ve İsrail’in karşısına diktiği için destekliyoruz… Bir tek hareketiyle 128 ülkeyi aynı safta buluşturduğu için, Amerika’yı köy büyüklüğündeki Togo, Mikronezya, Nauru, Palau gibi ülkelere muhtaç hale düşürdüğü için destekliyoruz. Pakistan’da güllerle, Yunanistan’da türkülerle karşılandığı için… Arakan’da nidalarla, Filistin’de dualarla, Sırbistan’da alkışlarla, Almanya’da al yıldızlı bayraklarla karşılandığı için… Somali’de posterlerle, Sudan’da tekbirlerle, Tunus’ta ilahilerle, Çad’da tebriklerle karşılandığı için. Kanın oluk oluk aktığı İslam coğrafyasında “Ümmetin umudu” olarak görüldüğü için destekliyoruz.
Darbelere, vesayetlere, manşetlere boyun eğmediği, tuzaklar karşısında aslanlar gibi dik durduğu için ve sadece Allah’ın huzurunda eğildiği için… Millete rağmen siyaset yapmadığı için, eski siyasetçilerin aksine, milletin inançlarına yasak getirmediği için… Şehidimin cenazesinde Kur-an okuduğu için, Sabah namazında ezan okuyarak milletini “felah”a çağırdığı için destekliyoruz.”
Şimdi Sn. Süleyman Özışık’ın, bir gün önce kendisinin de dikkat çekip uyardığı ve bir “iç savaş kışkırtıcılığı” endişesini paylaştığı; 696 sayılı KHK’yı, başkaları da haklı olarak eleştirmeye başlayınca neden bu denli hırçınlaşmıştı? Bu yaptığı “yandaşlık”tan öte bir“yalakalık” hatta “kaypaklık” sayılmaz mıydı? Yahu bu nasıl bir tutarlılık ve duyarlılıktı? Bu ne menem bir kararlılık ve kahramanlıktı? Bir iki gün önce “Bu madde iç savaş çıkartır!” başlığı atacaksın, sonra da aynı konuyu tenkit edenlere sataşıp saldıracaksın. İşte bu durum karşısında akıllarına: “Acaba kulağı çekilip burkulduğu ve hizaya sokulduğu için mi, yoksa başka imkânlar sunulduğu için mi böyle geri adım atmış ve çark etmeye başlamıştı?” soruları takılanlar haksız mıydı?
Şimdi bu yandaş yalakalara kendi açımızdan Sn. Erdoğan’a niye karşı olduğumuzu söyleyelim:
1- Dilipak’ın itirafıyla, Erbakan’ı yıkmak, İsrail’in işini kolaylaştırmak ve Ilımlı İslam’ı yaygınlaştırmak üzere, Siyonist güçlerin bir “dış projesi” olarak iktidara taşındığı ve bu yönde çok büyük tahribatlar yaptığı için karşıyız.
2- Bunca düşmanlığına ve dışlamasına rağmen, hala Haçlı AB kapısından ayrılmadığı için karşıyız.
3- Yıllarca 20 İslam ülkesini parçalamayı ve büyük İsrail’e zemin hazırlamayı amaçlayan BOP’a eşbaşkanlık (kâhyalık ve hizmetkârlık) yapıldığı için karşıyız.
4- BOP’un önemli bir ayağı olarak, Siyonist ve emperyalist Batı’nın (NATO’nun) kardeş Libya’ya saldırıp 100 bin masum insanın katline ve Libya’nın baştan başa tahribine yönelik; İzmir’in saldırı üssü yapılmasına ve gemilerimizin bu vahşete destek sağlamasına izin verip suç ortaklığı yaptığı için karşıyız.
5- Haksızlık ve ahlaksızlık temelli AB’nin gönderdiği talimatlar doğrultusunda, Milli ve manevi değerlerimizi, ailevi ve ahlaki temellerimizi dinamitleyen “uyum yasalarını” hem de muhalefetle birlikte tıkır tıkır Meclis’ten geçirip kanunlaştırdıkları ve sizin de önce eleştirip sonra yan çizdiğiniz KHK kararlarıyla TBMM’nin devre dışı bırakıldığı için karşıyız.
6- “Kudüs davasına sahip çıktığı ve İsrail’in Başkenti yapılmasına karşı çıktığı” havasıyla, aslında İsrail işgaline meşruiyet ve Kudüs’ün yarısının Siyonistlere teslimine resmiyet kazandırdığı için karşı çıkmaktayız. Oysa bunca tantana ve palavra yerine, İsrail’le imzaladığı normalleşme anlaşmasını askıya alması ve Büyükelçimizi geri çağırması daha etkili olacaktı.
7- Sn. Erdoğan’a ve AKP iktidarına, tarım ve hayvancılığı zayıflattığı, bizi dışarıdan buğday, arpa, hatta saman satın almaya mecbur bıraktığı, ne idüğü belirsiz etleri ithal edip sofralarımıza şüphe kattığı için… İnsanlarımızı köyden, yayladan, topraktan kopardığı için karşı çıkmaktayız.
8- Her şeye rağmen, Sn. Erdoğan’ın hatalarını ve tahribatlarını bahane ederek: a) İslam’a saldıran b) Devletimizi yıkmaya ve ülkemizi dağıtmaya çalışan dış odaklara ve içerideki uzantılarına karşı, elbette ve herhalde Cumhurbaşkanına sahip çıkarız.
Elbette dış güçler ve içerideki masonik-sabataist çevreler, ikbal ve imkân hırsıyla ayartıp Erbakan’dan kopardıkları; medya manipülasyonları ve din istismarıyla iktidara taşıdıkları Sn. R. Tayyip Erdoğan’a, maalesef pek derin tahribatlar ve çok tehlikeli icraatlar yaptırmışlardı. Şimdi aynı odakların ve içerideki uzantılarının, şantaj amaçlı belgeledikleri bütün bu yanlışlık ve haksızlıklarını bahane ederek Sn. Cumhurbaşkanının şahsında,Devletimizi yıkmaya ve Türkiye’mizi dağıtmaya yeltendikleri anlaşılmaktadır. Küresel Siyonizm’in baronları ve Erdoğan’ın etrafını sarmış bazı Bakanları, Danışmanları ve yandaş yazarları eliyle, Cumhurbaşkanı üzerinden ülkemizin bağımsızlığına ve Devletimizin bekasına açıkça kast etmeye başlamışlardır. Bu ahval ve şerait (bu durum ve şartlar) altında, “Pire için yorgan yakılmasına göz yummak ahmaklıktır” gerçeği icabınca, Sn. Cumhurbaşkanına sahip çıkmak ve bu kuşatılmışlık badiresini atlatmasına yardımcı olmak, iz’an ve vicdan ehli her vatandaşımızın tarihi görevi sayılmalıdır.
Evet, Türkiye AKP kafasından, bilerek-bilmeyerek yaptığı tahribatlardan, ülkemizi ve bölgemizi sürüklediği yanlış mecra ve maceralardan mutlaka kurtulmalıdır. Ancak bu değişim; meşru zeminler, hukuki kaideler, demokratik yöntemler ve kesinlikle Milli hedefler doğrultusunda yapılmalıdır. Sn. Erdoğan’ın, günübirlik plansız ve programsız adımları, stratejik derinlikten uzak açılımları, Milli prensip ve projelere dayanmayan ittifak ve irtibatları… Ve hele faizci-rantiyeci ve borca endeksli ekonomi uygulamaları ve teslimiyetçi AB ve ABD politikaları, temelinden ve tümüyle yanlıştır, çünkü bunlarla ülkemizin altı oyulmakta ve geleceğimiz karartılmaktadır. Ancak bunların hiç birisi, Sn. Erdoğan’ın şahsında ülke bütünlüğümüze, Milli birlik ve dirliğimize yönelik saldırı hesaplarını hoş karşılamamıza, gaflet ve dalalete düşüp bunları alkışlamamıza gerekçe oluşturmamalıdır. Ne bazı eski solcuların “Erdoğan Rusya ve İran’a yaklaşıp bizim çizgimize kaymıştır. Bu nedenle sahip çıkılmalıdır” gibi marazlı mantığıyla, ne bazı sağcıların, şahsi ve siyasi gelecek garantisi arayışıyla, ne de AKP iktidarının ve Sn. Erdoğan’ın tahripçi icraatlarına ve tehlikeli irtibatlarına ideolojik kılıflar sarma amacıyla değil; tamamen Milli bir gayretle ve vicdani bir mesuliyetle bu satırlar yazılmıştır. 50 yıllık çileli ve istikametli hayatımız ve 75 kitabımız bu yaklaşımlarımızdaki samimiyetimizin kanıtıdır.
Sn. Abdullah Gül’ün: “İleride hepimizi üzecek olaylara ve gelişmelere fırsat vermemek için gözden geçirileceğini ümit ediyorum… 696 sayılı KHK’nın yazımındaki hukuk diliyle bağdaşmayan muğlâklığı hukuk devleti anlayışı açısından kaygı verici buluyorum” uyarıları bile yandaş takımını niye çileden çıkarmıştı? Oysa “Hukuk devleti anlayışı açısından kaygı verici muğlâklıktan” ve “İleride üzecek olaylara ve gelişmelere sebebiyet verecek” yanlışlıklardan sakınılması gerektiği hatırlatılmıştı.
“Konuştuğunda da, sürekli “partisini” ve “dava arkadaşlarını” suçluyor. AB’yle ilişkilerin bu noktaya gelişinde de hep arkadaşlarını sorumlu tutuyor. (AK Parti için hâlâ “partim” diyor mu? Bilemiyorum. Aktif siyaseti bıraktığını söylese de, son tahlilde AK Parti’nin çıkardığı bir Cumhurbaşkanı adayıydı ve AK Parti grubundaki milletvekillerinin oylarıyla o makama seçilmişti. “Dava arkadaşlarım” ve “Kurucusu olduğum AK Parti” sözlerini daha önce kendisinden çok duydum. Herhalde AK Parti’yi hâlâ partisi olarak görüyordur.) Fakat Sayın Abdullah Gül, kendisi için hassasiyet geliştirmelerini beklediği/istediği insanların (“dava arkadaşlarım” dediği insanların) kırılganlıkları söz konusu olduğunda, beklenen rikkati göstermedi. Onlara yönelik spekülasyonlara, kara çalmalara, düpedüz çürütme kampanyalarına sessiz kaldı. Mesela, çıkıp şöyle bir açıklama yapmadı: “Diktatörden Hitler esintilerine, Midas’ın eşşek kulaklarından otoriter rejime ve popülizme… Demediğiniz lafı bırakmadınız. Bu sözler kırıcıdır, inciticidir. Ayrıca haksızlıktır, vicdansızlıktır. Yapmayın arkadaşlar!” (Abdullah Gül) Bunu demediği gibi, dava arkadaşlarını kriminalize eden odaklara, sosyal medya hesabından “içerik” üretip durdu.”diye sitem eden Star yazarı Ahmet Kekeç, Ona “vefa”lı olmayı hatırlatmaktaydı. Bu zavallı zırvacılar, bu istismarcı yandaşlar; acaba Sn. Erdoğan’ın ve takımının, Rahmetli Erbakan’a, O’nun haklı davasına ve hayırlı programlarına vefasızlık hatta hıyanet etmek karşılığında iktidara taşındıklarını nasıl da unutmuşlardı!?
Oysa AKP iktidarının tam bir “demukratür diktatörlük” havasıyla uyguladığı OHAL ve KHK saltanatı başından beri yaptığı üzere Meclisi devredışı bırakıp bypass ederek nice hukuk katliamlarına yol açarken, 696 no’lu bu KHK’ya koyduğu bir madde ile adeta kendi ayağına sıktığının bile farkına varamamıştı.
15 Temmuz gecesi ve devamında “darbe girişimi ve terör eylemlerinin bastırılması için” hareket ettiği söylenen sivillerin yargı dokunulmazlığı zırhı ile koruma altına alınmasını öngören madde yoğun tepkileri ve kritik tartışmaları da tetiklemiş durumdaydı. Acaba devletin hukuk sistemi içinde silâh taşıma ve kullanma yetkisi verilen meşru güvenlik güçleri varken, sistem ve kontrol dışı paramiliter yapılar mı oluşturulmaktaydı? İnsanları “teröristlik”le suçlamanın bu kadar kolay hale getirildiği ve bu itham üzerinden medya eliyle sosyal linç ortamının bir çırpıda oluşturulabildiği kaygan bir süreçte, her aklına esenin “terörü bastırma” gerekçesiyle herşeyi yapmasının önü açılıp ardından dokunulmazlık zırhıyla koruma altına alınmasının sonu nereye varacaktı? Metindeki muğlâklık ve ucu açıklığı 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahi eleştirirken, kimi iktidar sözcülerinin “Düzenleme 15 Temmuz’la sınırlı” iddiasında bulunmaları, o gecedeki eylemlerin de bu boyutuyla tartışmaya açılması sonucunu doğurmaz mıydı? Ve hele gerek o gece, gerek sonrasında iktidar cenahından farklı isimlerin halkı silâhlandırmaktan söz ettikleri hatırlandığında bu kuşkular daha da artmaktaydı.
“Görünen o ki, iktidar cenahında bile her kafadan ayrı bir ses çıkmasına ve yeni, derin bir çatlak oluşmasına yol açan KHK maddesi, güç zehirlenmesinin iyice şımarttığı bir anlayışın, kendisini en güçlü hissettiği anda yaptığı “ölümcül” bir hata olarak karşımızda durmaktaydı.” tespitleri haklıydı. Ama maalesef, boşbakan çıkıp 696 sayılı KHK tartışmalarıyla ilgili olarak: “Bu konuşmaların hepsi boş konuşmalardır. Buna karşı çıkmak demek vatandaşlarımıza ‘Niye bu darbeye karşı çıktınız?’ anlamı taşır.” demekten sakınmamıştı!
Başbakan açıkça halkı yanıltmaya çalışmaktaydı. Çünkü bu düzenlemenin Meclis’te tartışılıp kabul edildiği bir yalandı. Meclis’te kabul edilen madde, 8 Kasım 2016’da çıkan 6755 sayılı olağanüstü hal kapsamındaki tedbirleri içeren düzenleme olmaktaydı. Yani 15 Temmuz darbesinin bastırılmasında ‘görev alan’ kişilerle alakalıydı. Oysa şimdi hükümet ‘görev almamış olan’ yani kendi inisiyatifiyle darbeye karşı çıkmış olanlara da dokunulmazlık sağlamaktaydı.
Ancak Başbakan hatta destekçisi Sn. Bahçeli daha tehlikeli ve endişe verici bir tavır takınmaktaydı. “FETÖ ve istilacılara vatanı dar edenlerin cezai sorumlulukları doğsun mu isteniyor? Bu soruya evet diyenler var ise bize göre vatan hainidir, FETÖ’nün uyanmış ve harekete geçmiş kripto koludur.” Yani hem Başbakan hem iktidar ortağı bu KHK’nın 121. Maddesine karşı çıkmanın darbeye destek vermek anlamına geleceğini öne sürmüş oluyorlardı.
“Şimdi herhangi bir vatandaş çıkıp 121. Madde yanlıştır dese, bir savcı da onu darbecilik, FETÖ’cülük ve vatana ihanetle suçlayacaktı. Eğer bir hâkim FETÖ’nün halen darbe arayışında olduğunu, dolayısıyla bugünün söz ve eylemlerinin de 15 Temmuz’un ‘devamı’ niteliğinde ele alınması gerektiğini düşünüyorsa, o vatandaşın 121. Maddeye karşı çıkışı ‘darbeciliği’ destekleyen bir fiil olarak mı sayacaktı?” soruları kafaları kurcalamaktaydı.
Velhasıl: “15 Temmuz darbe girişimi ve terör olayları ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması için müdahale eden sivillerin cezai sorumluluktan muaf tutulacağı” KHK’ya ilişkin kuşkular giderek artmaktaydı. Bu haklı kaygıları konuşup yazanları “FETÖ” yandaşlığı saymak ise saçmalıktan öte bir saldırganlıktı. Hatta MHP İstanbul Milletvekili Atilla Kaya da itiraz edenlere katılmış ve “Yeni 2 KHK, Anayasa’nın üstünlüğü, hukuk devleti anlayışının konduğu tabuta son bir çivi çakmak anlamına geliyor” açıklamasını yapmıştı.
Acaba bütün bu hırçınlıklar, Sn. Erdoğan’ın, öne alınmazsa 2019’daki Başkanlık seçimlerini kaybedeceği kuşkularını yansıtan huzursuzluklar mıydı?
Kamuoyu araştırma şirketi SONAR başkanı Hakan Bayrakçı, “Gereken yüzde 51-52’yi, Erdoğan’ın karşısındaki aday bulabilir. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın ikinci turda ilave gelecek 6-7 puanı görülmemektedir.” iddiasında bulunmuşlardı. SONAR Başkanı’nın: “Her ne kadar MHP AKP’ye destek verecek olsa da, Tayyip Erdoğan’ın birinci turda yüzde 50’yi geçebileceğini ben hiç düşünmüyorum. Birinci turda Tayyip Erdoğan yüzde 40 veya en fazla 45 alsa, rakipleri de yüzde 10-15-20 diye dizilseler bile, ikinci turda Tayyip Erdoğan’ın bu kez yüzde 51’i bulabileceğine de ihtimal vermiyorum. Tam aksine yüzde 51-52’yi karşısındaki aday bulabilir! Çünkü Tayyip Erdoğan’ın ikinci turda ilave gelecek 6-7 puanı yok! İkinci turda o yine 44-45’ini alır ama herkes rakibine oy verir. Rakibi kim olursa olsun, Erdoğan karşıtları ona oy vereceği için yüzde 55’i bile alabilir.” iddiaları iktidar cephesinin korkularını yansıtmaktaydı.
HÖH (Halk Özel Harekât) tuzağı!
15 Temmuz’un ardından AKP tarafından paramiliter güçlerin yapılandırıldığı, AKP’lilerin halkı bireysel silahlanmaya kışkırttığı pek çok kez gündeme taşınmıştı. Ankara Kızılay’ın göbeğindeki bir binada bulunan “Halk Özel Harekâtı” tabelası bu tartışmayı yeniden kızıştırmıştı. İyi de “Halk Özel Harekâtı?” ne olmaktaydı?
Halk Özel Harekâtı, Dernekler Dairesi Başkanlığı’nın internet sitesinde kaydı bulunan “resmi” bir dernek olarak karşımıza çıkmaktaydı. Derneğin faaliyet alanı ‘düşünce temelli dernekler’, detaylı faaliyet alanı ise ‘sosyo politik alanda faaliyet gösterenler’ olarak tanımlanmıştı. Derneğin Trabzon merkezli bir dernek olduğu anlaşılmıştı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası kurulduğu belirtilen Halk Özel Harekâtı Derneği’nin (HÖH) resmi internet sitesinde (https://halkozelharekati.org.tr) şu ifadeler yer almaktaydı: “Milli birlik ve beraberliğin buluşma noktası olan yerli STK Halk Özel Harekatı milletimizin gür sesi olmaya ve toplum içerisindeki vatanseverlerin bir çatı altında toplanması için öncülük eden milli bir oluşumdur.”
Bu Halk Özel Harekâtı’nın (HÖH) genel başkanı ise Fatih Kaya olmaktaydı. Harekât 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ertesi günü ilk çadırını Trabzon’da kurmuşlardı. 30 Kasım 2016’da dernekleşen oluşum kısa sürede 7 binin üzerinde üyeye ulaşmış ve 22 ilde şube açmışlardı. Kamu görevlisi olan ve izin alarak Suriye’ye geçip orada elinde silahla Türkmenlere yardım ettiğini açıklayan Fatih Kaya, HÖH’ün amacını: “kendilerine her ihtiyaç duyulduğunda, darbeye karşı millete yardım etmeye hazır olmak”şeklinde savunmaktaydı. Fatih Kaya’nın: “15 Temmuz gibi, devletin EMİREL MÜMİNİ talimat vermediği sürece sokağa çıkmayız” sözleri üzerinde durmak lazımdı. Bu sözler HÖH’ün amaçlarıyla 696 sayılı KHK’deki ifadelerin ne kadar örtüştüğünü ortaya koymaktaydı.
Bunlar hem HÖH’ün silahsız olduğunu söylüyor, ama ihtiyaç duyulduğunda darbeye karşı sokağa inerek millete yardım edeceklerini savunuyorlardı. Üstelik Fatih Kaya’nın: “Emirel Müminin” dediği Sn. Erdoğan mıydı? sorusu da ayrı bir muammaydı.
“İhtiyaç duyulduğunda darbeye karşı millete yardım etme amacında olan HÖH’e kasıtlı sızmalara nasıl engel olunacaktı? Darbeciler HÖH’e sızarlarsa, kuruluşun istemeden de olsa, sokağa indiğinde darbenin amaçlarına hizmet etme tehlikesine karşı hangi tedbirler alınmıştı? Ve en tehlikelisi; ancak bir aşiret devletinde yer alması çok doğal karşılanacak HÖH ve benzeri kuruluşları bir hukuk devletinde nereye koyacaklardı? Böylece 696 sayılı KHK ile ilgili kaygıların ne kadar ciddi ve gerçekçi olduğu HÖH oluşumu ve Genel Başkanı Fatih Kaya’nın açıklamalarıyla ortaya çıkmıştır.” yorumlarına ve uyarılarına kulak asmayanlar sonunda pişman ve perişan olacaklardı.
İçişleri Bakanlığı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bireysel silahlanma iddiasıyla ilgili Halk Özel Harekât (HÖH) adlı dernek hakkında nihayet inceleme başlatmıştı. Bu hayırlı neticenin hasıl olmasında, Milli Çözüm Dergimizdeki uyarıların da önemli bir payı vardı.
“Halk Özel Harekâtı” Derneği çatısı altında yasa dışı silahlanma iddialarına ilişkin haberleri ihbar kabul eden İçişleri Bakanlığı çok geç de olsa; ilgili mevzuat kapsamında inceleme başlatmak zorunda kalmıştı. Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada aynı zamanda resmi olarak kurulmayan, bakanlık kayıtlarında da yer almayan Halk Özel Hareketi Derneği hakkında da suç duyurusunda bulunulduğu vurgulanmıştı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ortaya çıkan ve kendilerine Halk Özel Harekâtı (HÖH) adını koyan derneğin başkanı Fatih Kaya “bir yılda 22 ilde 7 bin üyeye ulaştıklarını” açıklamıştı.
3. Dünya Savaşı kapımızdaydı!
Maalesef AKP destekçisi bazı “sivil milis” örgütlenmelerinin silahlanması haklı kuşkulara yol açmaktaydı. Türkiye’de ateşli silah sayısının ve bundan kaynaklanan saldırıların artması üzerine kafa yorulmalıydı. Ve hele sözde “darbeye karşı” durma iddiasındaki grupların silahlandığını gösteren haber ve fotoğraflar kaygılarımızı daha da artırmaktaydı. Bu arada kendilerini “halk özel hareket” diye niteleyen araçlı- gereçli-sirenli kesimlerin silahlandığı iddiaları üzerinde mutlaka durulmalıydı. Çünkü sivillerin elindeki çeşitli silahların sayısının 10 milyonu aştığı konuşulmaktaydı.
Türkiye bu kafalarla ve bu iktidarla, çevremizi iyice kuşatan ve gittikçe yaklaşan savaş badirelerini atlatamazdı.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in 2018 yılı mesajı dünyada endişe ile karşılanmıştı. Guterres, her ne kadar iyimser olmaya çalışsa da 2018 yılının dünya insanlarına ve ülkelerine nasıl yansıyacağını bilmediğini açıklamıştı. Amerika New York’ta BM binasında yaptığı basın toplantısında 2018 yılı mesajında şunları vurgulamıştı:“Bir yıldır Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri durumundayım, amacım 2017 yılının barış içinde geçmesini sağlamaktı. Ama maalesef başarılı olamadım ve olamadık. 2018 yılı için de dünya barışı için pek de ümitli değilim, bence dünyamız kırmızı çizgisinde olup yeni tehlikeler içinde bulunmaktadır. Bu kriz nükleer savaş korkusu olup, soğuk savaş sonrasında yaşanan en tehlikeli durumdur. Bu tehlikeli havayı derhal değiştirmemiz şarttır. Bütün dünya ülkelerinin yeni yıla bu zor duruma yıkıcı değil, yapıcı olarak yaklaşması lazımdır.”
Yahudilerin ve Hristiyanların -hâşâ- Peygamber makamında saydığı kâhinlere göre 2018’le başlayan süreçte büyük bir savaş çıkacaktı. Ve bu “dinler arası bir savaş” olacaktı. Yani yeni bir Haçlı saldırısı başlatacaklardı. Aslında Sn. Erdoğan’ın uzun zaman eş başkanlığını yaptığı BOP da bu savaşa bir hazırlıktı. Mehdi, Mesih tartışmalarının yoğunlaştığı; İran, Irak, Suriye, Suudi Arabistan ve Türkiye coğrafyasıydı. Amik Ovası savaşı ve Armageddon yaklaşmaktaydı. Amik Ovası’nda Melheme-i Kübra denilen bir savaş kaçınılmazdı.
Bakınız, ABD Başkanı Donald Trump Twitter hesabından yaptığı paylaşımda Çin’in Kuzey Kore’ye petrolün girmesine izin vermesinin kendisini hayal kırıklığına uğrattığını açıklamıştı.“Suçüstü yakalandı. Çin’in Kuzey Kore’ye petrol girişine izin vermesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Böyle devam ederse Kuzey Kore sorununa asla dostça bir çözüm bulunamayacak.”diyen Trump savaş çığırtkanlığına başlamıştı. Oysa Çin Devlet Başkanı Şi, Trump’la düzenlediği ortak basın toplantısında “Kuzey Kore meselesinin diyalog ve müzakere ile çözülmesi noktasında mutabık kaldık ve bu doğrultuda ortak çaba göstereceğiz.” açıklamasını yapmıştı.
Bu şartlarda Rusya’ya güvenmek de hataydı!
Peş peşe yapılan zirvelerde Suriye’nin geleceği konuşulmaktaydı. Türkiye’nin bir temel şartı vardı: PYD katılmasındı… Ama Rusya buna hiç yanaşmamıştı. Hatta PYD tarafının iddiasına göre; Moskova, onlardan 155 temsilcinin katılması konusunda söz vermiş durumdaydı.
Evet, Moskova’nın “Kürt kartı”na bakışında hiçbir değişiklik olmamıştı. PKK/PYD’yi“Terör örgütü” saymamışlardı. Üstelik Moskova’daki büroları da açıktı. Türkiye Afrin’e girmeye hazırlandığında ise Ruslar, “Biz burada gözetim gücüyüz” demeye başlıyorlardı. Bu durumda Rusya’ya ne kadar bel bağlanırdı?
“Port Sudan’dan Dakar’a kadar olan 7500 kilometrelik bir demiryolu hattı kurulmaktaydı. Bu Kızıldeniz’i Atlantik’e bağlayacaktı. Demiryolunun geçtiği yerlerdeki Çad ve Nijerya gibi ülkeler de sisteme dahil olacaktı. Çinliler bunun için uğraşıyorlardı. GelelimSevakin Adası’na… Sudan’ın kuzeydoğusunda Kızıldeniz’in batı kıyısında düz ve oval bir ada olan Sevakin, yüzyıllardır önemli stratejik noktalardan biri konumundaydı. Tarihçilere göre 3 bin yıldır buranın önemi hiç azalmamıştı. Bütün imparatorluklar için önemli olan Ada elbette ABD için de önemli sayılmaktaydı. Obama dönemindeki Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Sevakin Adası’na kesinlikle üs kurulacaktı, ama ABD bunu başaramamıştı.
Trump döneminde ise Sudan’daki askeri kampın, üsse dönüştürülmesi kararlaştırılmıştı. Ancak Sudan yönetimi ile olan restleşmeler, uluslararası arenada Sudan yönetimiyle ilgili yapılan yayınlara rağmen Washington amacına ulaşamamıştı. Şimdi ABD, bölgede etkinliğini arttıracak yeni formüller aramaktaydı, çünkü Sudan’da askeri üs kurmak isteyen ülkeler vardı: Rusya, Türkiye, İngiltere bunlar arasındaydı. Erdoğan’ın aldığı Ada’yla ilgili en büyük hayalin sahibi Rus lider Putin’di ve burada askeri üs kurmak istiyorlardı. Vladimir Putin, 25 Kasım’da Soçi’de Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir’i ağırlamıştı. O toplantıda Sevakin Adası’nı talep eden Putin, olumsuz cevap almıştı. Putin, Sevakin Adası’nı alması halinde İpek Yolu projesi Washington’ın istediği gibi sonuçlansa dahi kazanan taraf olacaktı. Olmadı!
Afganistan ABD için ne kadar önemliyse, Somali veya Sudan da o kadar önemli sayılmaktaydı. İşte Türkiye buraların önemini 2011’deki Somali ziyaretinde kavramıştı. Katar’a üs kuran Türkiye burada da oyunun içinde olduğunu açıklamıştı. Somali-Katar ve Sudan… Haritayı önünüze alın ve bakın! Belki S-400’lerle korunacak bir alan oluşturulmaktaydı. S-400’lerin menzilinin 400 kilometre olduğu konuşulmaktaydı. Kızıldeniz’in de genişliği 350 kilometre kadardı. Çin’den hareket eden bir geminin sağlıklı bir şekilde Venedik Limanı’na yanaşması için güvenlik şarttı. Türkiye bu oyunda büyük rol kapmıştı ve kapacaktı. En stratejik hamleleri peş peşe yapmaya başlamıştı. Artık ticaretin güven ve huzur içinde yapılabilmesi için önde olan ülke Türkiye sayılmaktaydı.” diyen yandaş yazara bir hatırlatmamız vardı:
Evet, AKP’nin değilse de, Milli Türkiye’nin çok önemli ve etkin bir strateji uyguladığı açıktı. Ancak bütün bu gelişmelerin bir savaşa ve hesaplaşmaya dönüşmesi de kaçınılmazdı. İşte bu noktada, Rahmetli Erbakan Hocamızın ısrarla hatırlattığı ve altyapısını hazırladığı “teknoloji harikaları” devreye sokulacaktı. ABD ve İsrail hizaya sokulduktan sonra, “AKP ne olacak?” diye sormak ise akıl fukaralığıydı.