Yazar: yonetici
0 Yorum 48 Görüntüleyen

İmralı Ziyaretini Anlamak İçin:
ÖZET KÜRTÇÜLÜK DOSYASI
VE
TÜRKÇÜLERİN SON KATKISI

APO’YA MUHTAÇ MI KALDI TÜRKİYEM!

“Yeni Açılım”mış, Ülkem saçılır
APO himmetine, kaldı Türkiyem!..
Gerçekten sıkılır, Hakk’tan kaçılır
Cumhur batağına, daldı Türkiyem!..

Bebek katilinden, medet umanlar
Siyonist tertibe, gözün yumanlar
Suyumuz ısınır, tüter dumanlar
Bunlar akıntıya, saldı Türkiyem!..

BOP’un kâhyaları, hep iş başında
Hâlâ tevbe etmez, yetmiş yaşında
Baykuşlar ötecek, mezar taşında
Diriliş kararı, aldı Türkiyem!..

Siyonistlerin: Osmanlı zayıf düşünce, yoğunlaşan Kürtçülük istismarı

Üç kıtada şanlı ve adalet odaklı bir medeniyet kuran Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyıldan itibaren iniş ve gerileme dönemine geçtikçe, Merkezi Hükümet taşradaki ve özellikle “uzak” taşradaki kontrolünü de kaybetmeye başlamış, Bab-ı Âli ile aşiretler arasındaki irtibat kopmaya yüz tutmuştu. Aşiret başları da, Osmanlı’nın artık zayıfladığını anladıkları için 19. yüzyılın başlarından itibaren İstanbul’la ilişkilerini zayıflatmaya, kendi başlarına buyruk hareket etmeye başlamışlardı. Pax Ottomana yani “Osmanlı Düzeni” gevşeyince, kendi aralarında da rekabet mücadeleleri kızışmıştı. Kürtleri ve Ermenileri bağımsızlık vaadiyle sürekli kışkırtan ve destek çıkan ise Siyonist mihraklar ve Haçlı Avrupa’ydı.

Büyük Oyun Başlamıştı!

Bölgedeki anarşiye yakın bu durum içinde başta Rusya olmak üzere Batılılar, bölgedeki “Büyük Oyun”larına başlamışlardı. İlginçtir, 19. yüzyılın başlarında ilk defa Kürtlerle tanışan Ruslar, daha önce Osmanlı Ermenilerini kullandıkları gibi, 1829’da Kars’ı alırken, organize edip silahlandırdıkları bir “Müslüman” Kürt aşiret alayını da Türklere karşı Kars’ı almak için kullanmışlardı. Bu arada her mezhepten Hristiyan, Katolik, Protestan ve Rus Ortodoks misyonerler de bölgede yoğunlaşmıştı. Bab-ı Âli (Osmanlı Yönetimi) ise başlangıçta bu faaliyetlere lakayt kalmıştı.

Önce III. Sultan Selim, sonra da II. Mahmud bu çöküşü durdurmaya çalışmışlardı. III. Selim’in, Yeniçeri Ocağı’nın yerine modern bir ordu kurma teşebbüsü akamete uğradıktan sonra II. Mahmud, 1820’den sonra derebeylerine ve aşiret beylerine karşı başarılı tedbirler almıştı. Zira Osmanlı ordusu, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, Mısır Ordusu’na Suriye’de yenilmesinden sonra Kürt aşiretleri Merkezi Hükümete karşı büsbütün meydan okumaya başlamışlardı. Merkezi Hükümete meydan okumaların başını Ravanduz “hükümdarı” Mir Mehmed çekiyordu. 1834’te, bölgedeki ilk bağımsızlık hareketi değilse de, ilk hatırı sayılır başkaldırı sayılabilecek bu isyan ve bu vesile ile diğer ahali derebeylerinin kıpırdanmaları da eski Sadrazamlardan Sivas Valisi Reşit Mehmet Paşa’nın dirayeti sayesinde fazla kan dökülmeden, Mir Mehmed’in sessizce öldürülmesi ile etkisiz bırakılmıştı.

Bedirhanlar Sahneye Çıkarıldı.

Bölgedeki ikinci önemli Kürt kıpırdanması, sonraları adı Kürtçülük hareketlerinde çok işitilecek olan Bedirhan Bey‘in 1843-1845 Diyarbakır harekâtıdır. Bedirhan Bey’in; Ermenilere, Nasturi Hristiyanlara ve hatta misyonerlere saldırılarının Batı’nın protestolarına sebep olması üzerine; Bab-ı Âli, ileride kendi otoritesine karşı da tehlike oluşturacağı düşünülen, hatta bağımsızlığını ilan eden Bedirhan Bey’e ve kuvvetlerine karşı harekete geçmek zorunda kaldı. Bedirhan ve avenesi 1845’te yakalanarak Girit’e sürgüne yollandı. Bu arada belli başlı Kürt aşiret liderleri ve Baban aşireti lideri yakalanmış ve kontrol altına alınmıştı. Bölgedeki aşiret tehdidi dönemi bir süre için kapanmıştı.  

Yeni Bir Çözülme Dönemi Başlatıldı.

Aşiret emirlerinin ve büyüklü küçüklü derebeylerin otoritelerinin kırılması ile bölgeye beklenen barış ve düzen egemen olmamıştı. Bundan evvel aşiret başları birbirlerini dengeliyor ve bir nevi -hassas ve netameli de olsa- düzen sağlıyorlardı. Ortaya çıkan otorite boşluğunda Kürtlerle Ermeniler arasında cereyan etmeye başlayan kanlı olaylar, Hristiyan Batı devletlerine ve Ortodoks Rus Devleti’ne, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki içişlerine müdahale imkânını veriyordu ve “Büyük Oyun” artık bu bölgede ajanlar arasında ve Ermenilerin Osmanlı’ya karşı kışkırtılması şeklinde oynanmaya çalışılmaktaydı. Ermeni vatandaşlarımızı kendi içlerinde asıl karıştırıp kışkırtanlar ise, Yahudi oldukları halde Ermeniliğe dönen PAKRADUNİ takımıydı.

Kürtçülük Hesabına Tarikatların İstismarı

Daha önceki eski dönemlerde aşiret ve aileler arasındaki ihtilaflara, zaten birbirleri ile hısım veya akraba oldukları için kabile reisleri tarafından “aile ve aşiret içinde” çözümler aranırdı. Bu düzen kalkınca yerine tarikat şeyhlerinin ve temsilcilerinin otoriteleri geçmeye başladı. Ancak zamanla tarikatlarda da yozlaşma yaşandı. Toplumda sosyal disiplin ve dengeyi sağlayan manevi karakollar hükmündeki tarikatlar, maalesef zamanla bir istismar ve suistimal ocağı konumuna taşınmıştı.

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda, Irak ve Suriye’nin kuzey tarafında Kürtlerin yaşadığı coğrafyada, Tarikat Şeyhleri giderek aşiret reislerinden daha etkili olmaya başlamışlardı. Bunların en önemlisi, önceleri Abdülkadir Geylani’nin kurduğu Kadiri Tarikatı mensuplarıydı. Bu tarikata mensup başlıca iki şeyhlik vardı: Şeyh Abdülkadir’in sülalesinden ve iddialarına göre Peygamber neslinden gelen, Hakkari havalisinde hâkim “Nihr seyitleri ve şeyhleri”; diğeri de Irak Süleymaniye havalisindeki Barzınca Köyü’nden oldukları için “Seyid” yani Peygamber soyundan olduklarını söyleyen “Barzinciler” olmaktaydı. Ne var ki, 19. yüzyılın başlarında Nakşibendi tarikatının içinden çıkan, başını Şeyh Mevlâna Halid’in çektiği bir yenileşme veya “Yeniden Doğuş” (Müceddidin) hareketinin bölgede yaygınlaşması üzerine Nakşibendilerin nüfuzu Kadirilerinkini geçip bütün bölgeye yayılmıştı. Bab-ı Âli’nin (Osmanlı Yönetiminin), bu Sünni tarikatı İran’a karşı bir denge unsuru olarak kullanmak istemiş olması da hesaba katılmalıydı.  

İlk Kürt milliyetçisi sayılmaktaydı.

Bazı Kürt araştırmacılar, Nihri Şeyhi Ubeydullah’ı Kürt milliyetçisi saymaktadır. Osmanlılarca Urumiye Valisi tayin edilen Şeyh Ubeydullah, bir taraftan Osmanlılara sadakat teminatı verirken, diğer taraftan ikinci oğlu Abdülkadir’i (sonraları, mütareke döneminde Kürt bağımsızlık hareketlerinde önemli rol oynayacaktır) İran’a karşı kullanmaktaydı.

Abdülhamid’in akılcı ve vicdanlı tedbir adımları!

Siyonizm’i ve emperyalist gayelerini çok iyi kavrayan ve 1876’da Osmanlı tahtına çıkan Sultan Abdülhamid; imparatorluğu, tahtta kaldığı sürece 1908’e kadar parçalanmaktan korumuş bir hükümdardı. Doğu’daki Ermeni hareketlerini büyük bir tehdit olarak görüyordu ve bunların Dindar Kürt halkını kandırıp kışkırtmalarına engel oluyordu. Bütün bunları da Tanzimat’ın, dolayısıyla Avrupalıların önerdiği liberal ve demokratik tedbir ve reformlardan başka usullerle yapılmasına çalışıyordu. Hatta, açıkça söylemek gerekirse, Tanzimat’ın Batı destekli liberal fikirlerinin, bölgedeki ayrılıkçı hareketlere ivme kazandıracağına inanıyordu.  

Sultan Abdülhamid, Ermeni tehlikesine karşı Kürt aşiretlerini ve şeyhlerini şuurlandırmaktan yana idi. Bunun için de Şeyh Ubeydullah’ın başını çektiği bir Kürt hareketini hem alttan alta desteklemiş hem de kontrol altında tutmak istemişti. Hatta bazı tarihçiler bu konuda Abdülhamid’in çok stratejik bir gaye güttüğünü söylemektedir. Şeyh Ubeydullah hareketine, Hristiyan Ermenileri ve Nasturileri de katarak böylelikle Avrupalıların Ermenilere olan sempatileri de körlenecekti…  

Hamidiye Alayları

Abdülhamid’in Ermeni tehlikesine karşı en belirgin hareketi, Sünni Kürt aşiretlerinden yarı muntazam Hamidiye Alayları’nı kurması idi. Osmanlı Devleti’nin ve II. Abdülhamid’in Ermeni ihanetine karşı başlıca güvencesi de Kürt aşiretleri ve sonra kurulan sadık Hamidiye alayları, bir de İstanbul’da devlete yakın Kürt aydınları yetiştirmek için kurdukları “Zadegân” okulları idi. Ne var ki, hem Mason İttihatçıların, hem bazı münafık hocaların istismarıyla bu okullardan bazı Kürtçüler de çıkacaktı.

Meşrutiyet’ten Sonraki Kürtçülük Kışkırtmaları

Haçlı Batı’nın ve Mason İttihatçıların desteklediği Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’da Kürt ve Kürtçülük hareketleri Emin Ali Bedirhan‘ın, Baban ailesinden Mahmut Şerif Paşa‘nın ve Ubeydullah’ın oğlu Nihri Şeyhi Abdülkadir‘in kurdukları Kürdistan Teali (uyanış) ve Terakki Cemiyeti gibi cemiyetlerle hareketlenecek ve Doğu bölgesinde yayılacaktı. Aynı zamanda ayrı bir Kürt derneği, gene Abdurrahman Bedirhan’ın kurduğu, Kürt Eğitimini Yayma Derneği de, o sırada İstanbul’da yaşadığını öğrendiğimiz Kürtlerin çocuklarını eğitmek için özel okullar açmışlardı.  

Bediüzzaman Said-i Nursi’nin Tavrı

Bu okulların destekçileri arasında Bediüzzaman Said-i Nursi de vardı. Nursi, Kürt kimliğinden gocunmadığı halde, tam Kürt bağımsızlığına karşı çıkmaktaydı. Maksadı; ırk, aile ve mezhep farklılıklarının yerine İman ve İslam bağını koymaktı. Bu maksatla II. Abdülhamid’e, maksadının Doğu’ya “Manevi ilimlerle, Müspet bilimlerin birlikte okutulacağı ‘çağdaş eğitim sistemini’ taşımak ve Kürt aşiretleri mensuplarını” sadık Osmanlı tebaaları ve Türk Devleti’nin bağlıları yapmak için “Kürtçe bilen Osmanlı öğretmenlerinin gönderilmesini sağlamak” olduğunu belirten bir dilekçe verdiği aktarılmıştır.

Bediüzzaman Said-i Nursi, Kürtçülüğe ve Türkçülüğe karşıdır; İslam mayalı ve Din kardeşliğine dayalı bir toplum oluşturmaktan yanadır.

“Çağdaş Batılı araştırmacılardan David McDowallaslen Bitlisli bir Kürt olan, bunun için de Said-i Nursi denilen bu kişinin, ‘dini ve etnik kimliklerini karıştırdığı ‘muğlak’ bir alanda hareket ettiğini’, Kürt kültürel kimliğine sahip çıkmak ve mahalli özerkliği savunmakla beraber aslında hiçbir zaman ‘ayrılıkçı’ olmadığını ve Bağımsız Kürdistan kurma hareketlerine katılmadığını vurgulamaktadır. Yazara göre, İslamiyet’te tecdit (yenileme) istemesi ve İttihatçılara meyletmesi Abdülhamid’in kuşkularını arttırmıştır. Ayrıca Said-i Nursi, Kürtçü bölücülüğü bir İslam kimliği ve bu kimliğe dayanan Osmanlılık şemsiyesi altında bertaraf etmeye çalışmıştır. Said-i Nursi bu maksatla Abdülhamid’e 31 Mart Vak’ası’ndan birkaç ay evvel başvurarak, çağdaş Osmanlı eğitimini ve Türkçeyi Kürtçe konuşan Osmanlı öğretmenler vasıtası ile Doğu’ya taşımak ve kendi deyimiyle ağaların nüfuzunu kırmak ve eğitimi ‘Bağnaz Medrese Ulemasının’ elinden almak için uğraşmıştır… Bu düşünceleri ve özellikle Osmanlı birliğini muhafaza etmekteki ısrarı yüzünden, Kürdistan hayali peşinde koşan Kürt aydınları ile Bediüzzaman’ın yıldızı hiç barışmamıştır.

Başlangıçta Abdülhamid’le ters düşen Said-i Nursi, 31 Mart Vak’ası’ndan sonra, isyan hareketine katıldığı için Divan-ı Harp’te yargılanmış, kendisini savunurken “Vaka”yı oluşturan sebepleri objektif olarak ortaya koyduktan sonra, kendisinin bu harekete fiilen katılmadığını vurgulamış ve başkaldıranların “itaat-ı askeriyeyi” feda etmelerini şiddetle kınamıştı. Ve neticede de beraat edip aklanmıştı.”

 

 

MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ..

 

 

Yorum Yap

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi