28 ŞUBAT HIYANETİ VE
HAİNLERİN AKIBETİ
1990’lı
yılların ortalarında (Yani Refah Partisi
1995 Genel Seçimleri’nden 21.4 oy oranı ve 158 milletvekili ile birinci çıkar
çıkmaz) Washington Enstitü gibi etkin ve yetkin
‘‘küresel merkez’‘lerde yapılan gizli toplantılarla ipi çekilmeye
ve çökertilmeye karar verilen Milli Görüş, ‘‘Yenilikçiler’in başını çektiği
küresel bir köleliğe’‘dönüştürülmeden önce; Türkiye en sağlam zincir olan
ekonomi kanalı
ile bağlanıp çepeçevre kuşatılmalıydı.
Hedef zemini, yani Türkiye gibi
stratejik bir bloğu tamamen
kuşatabilmek için ise;Türkiye Ekonomisi’ne,
başetmekte zorlanacakları bir bela musallat edip, ondan sonra da ülkeye, derde deva olacağına
yarayı iyice genişletecek bir ‘‘hain doktor’‘ göndermek lazımdı..
Zaten onlar da tam böyle yaptı
Önce ekonomi denizinde önü
alınamayacak bir tufan yaşandı
ve hemen akabinde de derviş kılığında bir mesih () görünür oldu ufukta
Sonrası ise hepten hezimet, hepten ihanet.
Refah Partisi’ne Taarruz Emri
Verenler; ‘‘Küresel Senaryo’‘yu İhale Edecekleri Yenilikçi Hareket’e Yol Açmak
İçin Türkiye’yi Hangi Kayığa Bindirdiler?
Küresel Kurgu’yu muzaffer kılmak
adına mesai veren ‘‘siyonist cunta’‘nın kumandanları; Türkiye üzerindeki küresel
stratejileri istenilen süratte gitmeyince, ellerindeki uzaktan kumandayı daha
hızlı bir yazılıma programlayıp ülkeyi apar topar 28 Şubat Kayığı’na bindirdiler
Zira Türkiye bu kayığa binmeliydi
ki; ‘‘Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’‘ni yok etmek için üstüne üstüne gelen
‘‘irtica canavarı’‘ndan uzaklaşarak, kendini sağ salim karşı kıyıya atabilsin
Hal böyle olunca da, birdenbire
elinde sopasıyla Türkiye’yi kovalamaya başlayan bu ‘‘irtica canavarı’‘nın içine
itina ile yerleşmiş İsrail, ABD ve İngiltere şeklinde sıralanan o ‘‘muhteşem
üçlü’‘den bihaber olan Türkiye; ‘‘laik, demokrat ve vatanperver paşaların ve
Jinsa’dan madalyalı maşaların da takdire şayan desteği () ile alelacele bu
kayığa bindirilerek yola çıkarıldı.
Bu suni ve sinsi irtica canavarı
gerçekten de korkutucuydu Necmettin Erbakan Hoca gibi başından beri İslam
Birliği’ni ve insanlığın dirliğini savunan ve Türkiye’nin menfaatlerine sahip
çıkan bir lider de Başbakan olunca, marazlı medya marifetiyle kandırılan
kamuoyu rahatlıkla ‘‘Çanlar rejim için çalıyor’‘ demeye başladı.
Ve bu sıcak gelişmelerin hemen
akabinde de; 9 saat süren ‘‘28 Şubat 1997 Tarihli Milli Güvenlik Kurulu
Toplantısı’nın Tarihi 28 Şubat Kararları’‘ alındı.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin iç tehdit sıralamasında PKK Terörü’nün
önüne geçerek ilk sıraya oturan ve ülke gündemini
tamamıyla işgal ederek etkili bir panik havası doğuran ‘‘irtica’‘; tetikleyici
unsur olarak
ülkenin post-modern bir darbegörmesine
vesile olmuş ve Milli Görüş Tabanı’nı tuzla
buz ederek aynı kumaştan daha ‘‘farklı’‘ bir elbisenin
podyumlara servis edilmesini sağlayacak
süreci başlatmıştı.
AKP’nin amacı ise; desenleri arasına gizlenmiş siyonist motiflerin kitleyi
gizliden gizliye hipnotize ederek, (Örneğin bu süreçte
kurulan ASAM’ın, Hz. Muhammed’e büyü yapan Yahudi Lebib Bin Asam’dan
etkilenerek siyonist telkinlerle kurulduğunu AKP Kulisleri’nden söyleyerek) ülkeyi Genişletilmiş Orta
Doğu ve Kuzey Afrika Projeleri için istenilen kıvama getirmesi
olacaktı…
Ve ’‘Bindik bir alamete,
gidiyoz kıyamete’‘ demeksizin
gayet büyük bir kararlılıkla bu
kayığa bindirilen Türkiye; Türk Silahlı Kuvvetleri içine yerleştirilen ’‘küresel çipler’‘ ile o çiplerin yarattığı ‘‘yapay kamuoyu’‘nun
etkisiyle operasyonun amacını bilmeksizin aynı safta yer tutan paşaların
sergilediği kararlılıkla ’‘irtica canavarı’‘nın kafasını koparmak adına son derece tarihi bir adım attı…
‘‘Bugün 28 Şubat Süreci’ni
küçümsemeye çalışanlar, Çevik Bir ve Güven Erkaya’ya karşı ”kıskançlık
hissiyle’ ‘ hareket ediyorlar. Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı.
Tıpkı NATO’nun Varşova Paktı’nı teslim alması gibi
28 Şubat, günün koşullarına uygun
bir yöntemde gerçekleştirildi. O günün dünya ve ülke koşullarında 12 Mart ve 12
Eylül gibi klasik bir müdahale yapılamazdı. Cumhuriyetin karşılaştığı teh (),
bir tek mermi atılmadan, demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesiyle
bertaraf edilmiştir. Silahsız kuvvetler kavramını kullanmamızın nedeni ve amacı
budur’‘ şeklindeki son derece kendinden
emin açıklamalarla övünecek ve o savunmasını yaptığı güzide TSK paşası
Çevik Bir, ilerleyen
süreç içinde operasyonun verdiği sürgünlerden vücuda gelen
AKP’nin en flaş danışmanlarından biri olacaktı.
Emekli
Tümgeneral Erol Özkasnak; art
niyetlerini ele veren şu konuşmayı yapacaktı:
‘‘O günün koşullarıyla ilgili
yapılan değerlendirmede varılan sonuç şudur; Tıpkı 31 Mart Vak`ası gibi ülke,
75 yıllık Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş planlı bir irticai kalkışmayla (TSK’nın Türk Toplumu ile ilgili bilgisinin yüzeyselliği ve
halka olan yabancılığının ne kadar şaşırtıcı boyutlarda olduğu da, bundan daha
çarpıcı bir şekilde anlatılamaz olsa gerek) karşı
karşıyadır. Bu tespitten sonra demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesi
yoluyla tehnin bertaraf edilmesi kararına varılmıştır. Bu amaçla bir seri
brifing verilmesi planlanmıştır.
28 Şubat Süreci’nin başlangıcı 11
Ocak 1997 tarihidir. O tarihte dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel,
Genelkurmay`a davet edilmiş ve kendisine 28 Şubat Günü Milli Güvenlik
Kurulu`nda verilen bilgileri içeren bir brifing sunulmuştur. Cumhurbaşkanı`ndan
başlayarak bu bilgiler toplumun aydınlatılması amacıyla basına, yargıya ve
üniversite mensuplarına tekrarlanmıştır. (Basının,
yargının ve üniversitenin, çok önemli enformasyon merkezleri olduğu gözönüne alınırsa; Türkiye’deki
yabancılaşmanın ve yüzeyselliğin çok geniş mesafelere uzanışı
ve buralardan aykırı bir ses gelmeyişi; ilüzyonun yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.)
Bugün 28 Şubat`ı küçümsemeye
çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur; O süreç başarılı olmasaydı 18
Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı Cumhuriyete karşı irticai faaliyetlerin
kaynağı olan akımlara 18 Nisan`da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28
Şubat’tır’‘
28 Şubat
Süreci’nin mağdurlarından biri olan RP kurmaylarından
Recai Kutan, ‘‘post-modern darbe’‘ tanımlamasını kabul eden Özkasnak’ın
bu tavrını ’‘Anayasa ihlali suçunu itiraf etmek’‘ olarak niteleyip ’‘Demokratik ve hukuk
düzenine sahip olan bir ülkede bu tür davranışlar için yasalar ne diyorsa aynen
yapılmalıdır’‘ diyerek savcılarıgöreve
çağıracaktı.
Ve taraflar arası tartışmalar sürüp giderken operasyon içinde ayrı ayrı saflaroluşacak; senaryoyu şaşkın ve
kaygılı gözlerle izleyen toplumsal kitle ise ne bu safların varlığının,
ne de 28 Şubat örtüsü altından yürütülen operasyonun farkına varacaktı.
Sözü
edilen saflar ise; (28 Şubat’ın figüranları):
TSK içinde yer
alıp ‘‘planlamayı yapan küresel senaristler’‘ ile ‘‘işbirliği’‘ içinde olarak
sözkonusu ‘‘küresel kurgu’‘ya bilerek ve isteyerek iştirak eden paşalar.
TSK içinde yer
alıp ‘‘planlamayı yapan küresel senaristler’‘den tamamıyla bihaber olan ve
kamuoyunda yaratılan ‘‘panik havası’‘na paralel ‘‘TSK içindeki küresel çipler’‘in
oluşturduğu ‘‘yapay kamuoyu’‘ndan da etkilenerek ‘‘laiklik’‘in zedelenip ‘‘rejim’‘in
tehye girmemesi adına konuya sahip çıkanlar,
Basın içinde
yer alıp beslendiği küresel kaynaklar hasebiyle operasyon bilgisine sahip olan
ve buna bağlı olarak ‘‘irtica canavarı’‘nı pompalayanlar,
Basın içinde
yer alıp yürütülen operasyonun farkında olmamakla birlikte, yaratılan ‘‘yapay
kamuoyu’‘nun tesirinde kalarak ‘‘irtica canavarı’‘yla toplumu korkutanlar,
Operasyon
esnasında ‘‘ani bir tasfiye’‘ye uğratılan ve ne olduğunu anlamakta güçlük çeken
mağdurlar,
Ve düğmeye basarak
operasyonu yönlendiren odaklar ile onlara ait mason locaları ve medya
kuruluşlarıydı.
Erbakan Hükümeti’nin ’‘Sakıncalı’‘ İcraatları
Toplumsal kitlenin
farkında olmaksızın şaşkın ve kaygılı gözlerle
izlediği ‘‘28 Şubat’‘; sonuçta böylesi bir toz bulutundan
başka bir şey değildi.
Bu toz bulutunun
aniden Türkiye’nin başına musallat
edilmesinin ardında yatanana neden ise; daha önce de sözü edildiği üzere, ülke üzerinden
gitmesi planlanan ‘‘küresel senaryolar’‘ın arzulanan hız ve kalitede
götürülemiyor olması ve işin başına direkt
‘‘küresel odaklar’‘ tarafından programlanan uygun bir yönetsel zincirin
getirilerek sorunun aşılması istemiydi.
Ve bu temel nedeni destekleyerek
operasyon sürecini hızlandıran asıl sebepler arasında da, Erbakan Hükümeti’nin
gündemine aldığı ‘‘Kamu Tek Hesabı’‘ ile ‘‘D-8 Projesi’‘ gibi tarihi ve talihli
girişimlerdi.
Zira ‘‘İrticaya karşı
çıkıyoruz’’ yanılgısıyla alet olunan ‘‘büyük ihanet’‘ ile 28 Şubat’ta hedef
haline getirilen Erbakan; süratle icat edilen ‘‘irtica canavarı’‘ ortaya çıkmadan
hemen önce kamuoyuna ‘‘havuz hesabı’‘ olarak yansıyan ‘‘Kamu Tek Hesabı’‘nı hayata
geçirme yönünde çalışmalar başlatmış ve başarmıştı.
Bu yöntem ile kamu kurumlarının
nakit ihtiyacını piyasadan faiz ile borçlanmak yerine, kendi öz kaynaklarından
ve diğer Kamu Kurumlarının hesaplarından olabildiğince istifade ederek
karşılamayı planlayan Erbakan Hoca; aslında bu sistemin işletilmeye başlaması
halinde önemli finans çevrelerinin bu işten son derece rahatsız olacağını da
biliyor olmalıydı.
Erbakan Hoca’nın projesi; kamu
kurumlarının kasasında biriken paranın mesai bitiminde bir havuz içinde
toplanarak; ihtiyacı olan kurumun kasasına anında transfer yapılmasıydı.
Böylece nakit ihtiyacı olan kamu
kurumu gecelik faiz üzerinden borcuna borç katmak yerine, ihtiyacı olan parayı
havuz hesabından temin edecek ve devlet de gereksiz borçlanma durumundan
kurtulacaktı. (IMF ve ABD’ye olan yalvarmalar gözönüne alınırsa, ‘‘küresel
tefeciler’‘in kaybını idrak edebilmek o kadar da güç değil.)
Ancak, Refah-Yol’un ipinin
çekilmesine sebep olan asıl konu ise; söz konusu sistem ile ‘‘kamunun sırtından
çok yüksek meblaalar elde eden ve havadan para kazanan iç ve dış çevreler’‘in
akarlarının tıkanmasıydı.
Dolayısı ile bu akarların Kamu Tek Hesabı’na
geçilmesi ile büyük oranda tıkanacak olması ’‘küresel kurgu ile irtibatlı tezgâh’
sahipleri’‘nin canını sıkmaya başlar başlamaz, ’‘siyonist
kumandanların ellerindeki kumanda’‘ da hızlı bir yazılıma programlanıverdi.
Erbakan
Hükümeti’nin ’‘küresel teşkilat’‘ açısından hoşa gitmeyen bir diğer önemli çalışması ise; İslam Ülkeleri ile
sırt sırta vererek dünya üzerindeki ekonomik dengelere dahil olmak ve ‘‘küresel
sömürü’‘nün önüne geçebilmek adına vizyona koyulmak istenen ‘‘D-8
örgütlenmesi’‘ydi.
O yüzden 15 Eylül 1996’da İzmir’de
yapılan ECO (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı)toplantısında ’‘İslam’ın Ortak
Pazarı’‘ anlayışına
dikkat çeken konuşmasıyla D-8 Zirvesi’ne hazırlık yapan Başbakan Erbakan’ın
bu adımları karşılıksız kalmadı ve D-8 Hareketi’nin öncülüğünü yapan Refah
Partisi, 15 Haziran 1997’de İstanbul’da yapılanilk D-8 Zirvesi’ne
katılamadan devre dışı bırakılıverdi.
Ve Refah Partisi’nin 28 Şubat Süreci ile devre dışı bırakılmasının akabinde deoluşuma destek veren diğer İslam Ülkeleri’ni
baltalamak yönünde girişimler başlatıldı.
Zira tıpkı Türkiye gibi diğer D-8 Ülkeleri’nde
de siyonist sermayeye ve küresel güçlere göre: ‘‘boyundan büyük işler yapmaya kalkışan ve İsrail’in çarkına çomak sokan
yönetimler’‘ taciz
edilerek saha dışına atılmıştı.
Nijerya Devlet
Başkanı suikaste
uğrarken, Endonezya’da iç savaş başlatılıp ülke bölünerek Habibi uzaklaştırıldı. Pakistan’da
ise direkt darbe yapılmıştı.
Gerçi bu gelişmelerin ardından 22 Ekim 1996’da İstanbul’daki Kalkınma İşbirliği
Konferansı ile
kurulup, Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır,
Nijerya vePakistan’ın katılımı ile yine İstanbul’da
gerçekleştirilen zirve ile başlatılan D8 Zirveleri
1 2
Mart 1999 Dakka Zirvesi (Bangladeş),
25 Şubat
2001 Kahire Zirvesi (Mısır) ve
13 14
Şubat 2004 Tahran Zirvesi (İran)
ile devam etti. Ancak oluşumun
hızı kesilerek verilmesi gereken caydırma mesajları verildiğinden şimdilik tehnin
önü alınmıştı
Bu nedenle: ’‘küresel iradenin
eteğindeki küresel tefeciler’‘in ‘‘havuz sitemi’‘ ile ilgili S.O.S’leri ve Orta Doğu’daki ‘‘küresel teşkilatlanma’‘ya
engel olacak ‘‘sakıncalı’‘ politikalar nedeniyle alınan bu karar sebebiyle ülkede ani bir siyasi
değişim yaşanması
aslında son derece planlı bir olaydı.
Sonuçta ’‘toplumsal dikkat’‘
profesyonel hamleler ile havuz hesabından ‘‘irtica’‘ya kaydırılmış ve etkili bir darbe ile dağıtılan Milli Görüş Tabanı’ndan
biçilecek yeni kıyafete işlenilecek
olan ’‘siyonist motifler’‘in hazırlık çalışmaları başlatılmıştı
Yenilikçiler’in Muhteşem Üçlüsü ’‘Gülen – Bir –
Zapsu’‘
(Erdoğan ve Gül; 28 Şubat’ı
Önceden Biliyor muydu?)
Küresel
odaklardan alınan güç temeli
üzerinde yavaş yavaş yükselecek olanYenilikçi Hareket’in
üçlü sacayağı ise; Amerikancı Hoca
Fethullah Gülen, Kürt Teali Cemiyeti’nin 52 no’lu kurucu üyesi, Kürt Hevi
Cemiyeti Kurucusu olan ve ‘‘Kürdistan’da Kürt’ten başka hiçbir devlet yoktur’‘
diyen Abdurrahim Zapsu’nun torunu olan H. Cüneyt Zapsu ile ’‘28 Şubat’ın truva atı’‘ Çevik Bir’dir.
Yenilikçi
Hareket’in, tek başına iktidar koltuğuna oturan AKP’ye dönüşme serüveninde ciddi katkısı
bulunan bu üç noktadan biri olan Fethullah Gülen oluşumaonursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen Abant Toplantıları üzerinden kaynak sağlayıp Abant
Toplantıları’nın müdavimleri arasında yer alan Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Ali
Coşkun ve Burhan Kuzu gibi isimleri partiye entegre ederken; Gülen’e yakınlığı ile
bilinen Azizler Holding A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı ve BİM Marketler
Zinciri’nin ortaklarından H. Cüneyd Zapsu da Erdoğan’ın TÜSİAD ile olan yakınlaşmasını
sağlayabilmek adına çaba sarf etmişlerdir.
Erdoğan bir yandan Bülent Eczacıbaşı’nın Zapsu’nun
organizasyonu ile
evine yaptığı davete yine Zapsu ile iştirak ederken, bir yandan da 28 Şubat’ın TSK
içindeki baş tetikleyicisi olup,
süreci ’‘Demokrasiye balans ayarı çektik’‘ diyerek özetleyenÇevik Bir ile görüşmelerine hız vermiştir.
Erdoğan’ın, ABD ve Uluslararası Yahudi Lobileri’nden
özellikle JINSA ile ilişkileri ödül alacak kadar iyi olan Çevik Bir’le
olan ilişkisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Dönemi’nde
başlamış ve Bir’in emekliliğinden sonraki
bu son derece meşakkatli dönemde de
kuvvetlenerek devam etmiştir.
Kanarya ve Loca Kardeşliği
Erdoğan’ın cezaevi çıkışından
sonra İstanbul’da Çevik Bir ile yaptığı görüşmeye, ardından Çevik Bir ekibinden
Emekli Koramiral Atilla Kıyat da eklenmiş ve Erdoğan Kıyat ile Hidiv Kasrı’nda
yediği yemekte Kıyat’a parti kapsamında yapmak istediklerini anlatarak
rızalarını elde etmiştir.
Hatta Kıyat ile olan görüşme
basına da yansımış ve 25 Haziran 2001 Tarihli Hürriyet Gazetesi’nde görüşme
‘‘Askerle iki temas’‘ manşetiyle verilmiştir.
Habere göre Tayyip Erdoğan bir
emekli albay ve Emekli Koramiral Atilla Kıyat ile Hidiv Kasrı’nda yemek yemiş
ve Erdoğan kendisini sıcak karşılayan bu iki isme parti programını özetlemiştir.
Ancak ertesi gün Genelkurmay’ın
bir açıklama yaparak Hürriyet’in Erdoğan’ın askerle görüştüğü ve onların
onayını aldığını iddia eden haberini yalanması da göstermektedir ki; Erdoğan’ın
temasa geçtiği mercii ‘‘asker’‘ değil, Pentagon ve Yahudi örgütlenmeleriyle
yakından ilişkili Çevik Bir ve ekibiydi. (En azından o dönemde böyle
düşünmüştük Ama şimdi Genelkurmay içindeki Recep Tayyip Cemaati Kocatepe’yi
dolduracak hale gelmiş durumdadır. Haber kaynağı ise bizzat AKP Kulisleri’nin
kendisidir…)
Ayrıca Çevik Bir’e en yakın
isimlerden biri olan Atilla Kıyat’ın emekli oluşunun ardından Fethullahçı
Aksiyon Dergisi övgü dolu bir Kıyat haberi yayınlamış ve ‘‘Teamüllere aykırı
biçimde emekli edildi’‘ demiştir.
Kıyat – Erdoğan
görüşmesinin Çevik Bir köprüsü dışında yer alan diğer bir
hazırlayıcısı ise Gülen’e yakınlığı ile bilinen ve Erdoğan’ın
hatırı sayılır finansörlerinden olan Asya Finans’ın Yönetim Kurulu Başkanı
İhsan Kalkavan’dır.
Haberde adı verilmeyen emekli albay ise emekli olduktan sonra Albayraklar Holding’e
ve Erdoğan’a danışmanlık yapmaya başlayan Adem Darama’dan
başkası değildir!
İçeride ’‘Teşkilatçılık’‘, Dışarıda ’‘Taahhüt’‘ Dönemi
Ülke içindeki
teşkilatlanmasını hızla genişletmeye çalışan Erdoğan’ın o dönem içinde
asıl kuvvetlendirmeye çalıştığı bağlantılar ise dış bağlantılardır.
İçerideki
teşkilatlanmaya iktidarın nimetleri vaat edilirken, dış bağlantılara
yönelik vitrini ise; yeni kurulacak partinin iktidara geldiği
vakit ABD – İsrail ve AB Politikaları’na uygun
hareket eden ‘‘uslu’‘ bir iktidar olacağı yönünde taahhütte bulunulması oluşturmaktadır.
(Tam taahhüt =
tam teslimiyet)
Erdoğan’ın
bilerek ya da bilmeyerek kendisine destek veren içerideki taraftarlarından bir
diğer üçlü ise; ’‘Akşener – Avcı –
Orakoğlu Üçlüsü’‘dür.
Zira 28 Şubat Süreci’nin
ardından ’‘Çiller Özel Örgütü’‘ yakıştırmasıylakamuoyunda yer alan Meral Akşener, Hanefi
Avcı ve Genelkurmay’a kulak
yerleştirip elde ettiği bilgileri ABD’ye servis etmekten ötürü suçlanan Bülent
Orakoğlu daYenilikçi Hareket’e ’‘Arkandayız’‘ mesajı veren diğer isimlerdendir. (Ve
artık hadisenin bir kurgu olduğu, askerin niyetinin
ciddiliğini ortaya koyacak bir senaryoya Avcı ve Orakoğlu’nun alet olduğu söylenebilir.)
Gerçi Orakoğlu daha sonra Erdoğan’ın hararetli
bir muhalifi olan Genç Parti’denEskişehir Belediye Başkan Adayı olup ’‘AKP ile Çevik Bir’in yakınlaşmasına tepki
vermek adına GP’de siyaset yapma kararı aldım.’‘ diyerek zigzaglar çizecektir ama o
dönemin oyuna gelmiş veya getirilmiş etkili AKP
destekçilerinden biridir.
İçerideki
kaleler ile dışarıdaki güç dengeleri arasındaki hassas teraziyi
gözetmeyi ihmal etmeyen Erdoğan, ülke içindeki teşkilatı genişletme
çabalarına dış destekli köşe başlarının
da yardımı ile hız verirken; İsrail Büyükelçisi David Sultan’la
buluşup yeni kurulacak partinin İsrail ve ABD
Politikaları’na ters düşmeyecek ‘‘cici’‘ bir partiolacağının garantisini
vermekte ve Abdullah Gül’ü de İngiltere
Büyükelçiliği’ne gönderip aynı garantinin İngiltere’nin Türkiye
Büyükelçisi Sir David Logan’a da verilmesini sağlamaktadır.
Ülkeyi Satılığa Çıkarmanın Adı ’‘Yenilikçilik’‘ Olursa,
‘‘İktidarı Verin, Türkiye’yi Alın’’ diyenler de ’‘ilerici’‘ sayılır..
Ancak Erdoğan ve ekibi
‘‘ülkeyi satılığa çıkarma’‘nın adını ’‘Yenilikçilik’‘ koyarakkonuyu yumuşatmaya çalışanların hazırladığı şemsiye altında kamufle olmaya çalışsalar da; ABD Büyükelçiliği’ndeki
Müsteşar Silver Lawrence’la sık sık yinelenen gizli görüşmelerin
de, Anadolu’da görev yapan Kenny Bob gibi çeşitli
CIA görevlilerinin Erdoğan’a olan yakın ilgisinin de, ’‘Tayyip Hıristiyan
Demokratlar’a benziyor’‘ diyen Karen Fogg’un bu açıklamalarının ne
anlama geldiği de gayet açıktır!
ABD İsterse ATATÜRK Bile Hain İlan Edilir..
CIA Washington
Bürosu’nun etkin isimlerinden olan ve 12 Eylül’den sonra Türkiye’de Kemalizm
Modası’nın geçtiğini savunan ünlü CIA ajanı Graham Fullerbasına
verdiği demeçlerle ’‘Kapatılan FP içindeki yenilikçi gençler ağır
basarak kazanacak. Çünkü bu gençler Türkiye ve dünya için değişimi temsil
ediyorlar. Yaşlı ve gelenekçi akım ise zaman içinde kaybolacak. Yenilikçi kanat
İslami Hareket’in lideri olacak’‘ şeklinde açıklamalar yaparak, ’‘Ilımlı İslam’‘
vitrini ile Büyük Orta Doğu Projesi’nin pazarlamacılığını Yenilikçi Gençler’e
ihale ettiklerinin sinyallerini vermişti. Ayrıca,
Atatürkçülüğün eskidiğini ve bittiğini de söylemişti
‘‘Küresel Piramit’‘in En Tepesinde
Tertiplenen Madalya Töreni
(ABD’ye Gittiği Kadar Umre’ye Ya da Eyüp’e
Gitseydi, Hırsına Yenilmezdi)
1994’te RP Beyoğlu İlçe
Başkanı’yken o dönem ABD Ankara Büyükelçisi olanMorton Abramowitz tarafından
keşfedilen ve kendisiyle birçok kereler kamuoyundan gizli görüşmeler yürüten Tayyip Erdoğan’ın, sonraları
ABD yolları’na düşerek neredeyse yılda iki kez ABD’ye gitmeyi adet haline
getirmesinin arkasında
da buönemli başlangıç yatmaktadır.
Zira İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığı görevinin
öncesinde ve sonrasında birçok kez bir araya gelen ikilinin
bu özel görüşmeleri; ’‘küresel tefeci ve
efendiler’‘ önünde görücüye çıkan Erdoğan’ı ABD Yolları’na
düşmeye mecbur bırakmıştır.
Amerika’ya
ilk kez 17-21 Nisan 1995’te giden Erdoğan, ardından ’‘küresel seferler’‘ini
sıklaştırarak 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996 tarihlerinde vecezaevine girdiği 26 Mart 1999 Tarihi’nin hemen
öncesinde de birer ABD ziyaretiyapmıştır. Ayrıca AKP’nin kuruluş
çalışmalarının hız kazandığı 16 Temmuz 2000 tarihinde de ABD’yi
ziyaret etme gereği duyan Erdoğan’ın bazı ’‘önemli ziyaretler’‘de
yanında bulundurmayı tercih ettiği isim ise tahmin edilebileceği üzere Çevik Bir’dir…(Nerede o ‘‘ihanet’‘in hesabını soran
Genelkurmay Başkanı?)
Hidayeti Kararıp, Hıyanete Yolculuk Eden
Bir ’‘Müslüman’‘ın Tehli Gidişi
Bu önemli ziyaretlerin
bazı adresleri ise
şöyledir; İlerleyen süreç içinde Erdoğan Çevik Bir İkilisi’ne ’‘üstün hizmet
madalyası’‘ neviinden
bir ödül takdim edecek olanJINSA (Yahudi Milli Güvenlik İlişkileri
Enstitüsü) ve Amerikan Jewish
Commite (Amerikan Yahudi Komitesi)
Bu iki kuruluşun üstünde yer alan NSA (Beyaz Saray’ın
Ulusal Güvenlik Örgütü)ve NSA ile eşit statüde bir resmi devlet
kuruluşu olup ABD Gladyosu’nun beyin takımını bir araya
toplayan bir örgütlenme olan USIP’te (Birleşik Devletler
Barış Enstitüsü) görevli yetkililer ise yine Erdoğan ile yakından ilgilenmektedirler.
USIP’in CIA ve Pentagon ile
irtibatlı olan, bünyesinde generaller, diplomatlar ve bilim adamları
bulundurarak İsrail’in askeri, siyasi ve ekonomik güvenliğini öncelikli hedef
olarak gözeten bir devlet kuruluşu olduğu göz önüne alınacak olunursa; Erdoğan ve ekibinin
hızla basamakları tırmanan başarı grafiği ile iktidara geldikten sonra
sergiledikleri ’‘siyon merkezli politikalar’‘ı
anlayabilmek şüphesiz daha kolay olacaktır.
Ayrıca Erdoğan’ın İsrail’i devlet terörü yapmakla suçladığı ve ’‘kendi yolu’‘
açısından son derece ‘‘talihsiz’‘ olan bu açıklamanın, daha sonra
kendisini Bush’tan randevu alabilmek için öncelikle İsrail Toprakları’nı arşınlamak zorunda bırakışı da
hatırlanacak olursa; Erdoğan’ın özellikle de 1 Mart Tezkeresi sonrasındaki süreç içindemahrum kaldığı ’‘küresel bonuslar’‘ın
ne hikmet taşıdığı daha iyi algılanacaktır.
Türkiye’yi Rüşvet Veren Bir ’‘Siyaset
Oyuncağı’‘nın Beklenen Akıbeti
Çok genel satırbaşları ile Erdoğan Gerçeği’nin
ne olduğuna işaret etmeyi amaçlayan bu veriler eşliğinde çok net olarak
söylenebilir ki; Milli Görüş bünyesinde beslenmiş olan ve Erbakan’a hıyaneti
karşılığı sivriltilmiş olan Erdoğan; siyasi geçmişi
boyunca, şahsi internet sitesinde ’‘Siyasetin tek limanı
ahlaktır’’ demekle
birlikte düstur edinilmesi gereken bu özlü sözün yakınından dahi geçmemiştir
Zira,
Türkiye’nin
üzerine basıp geçerek Orta Doğu Coğrafyası’na yayılmak isteyen ‘‘küresel
baronlar’’ın önünde gerdan kırarak puan toplamaya çalışırken; iyi oynadığı
‘‘Halk Adamı Tayyip’’ rolü ile millete kurtuluş umudu olan da,
Kamuoyundan
gizli yaptığı ‘‘küresel pazarlıklar’’la güçlendikçe bıyık altından sırıtan da,
Siyasi
kariyerine enjekte edilen ‘‘küresel proteinler’’ eşliğinde serpildikçe çiftçiyi
köylüyü azarlayıp haddini aşan da,
Kasımpaşalı
imajını siyasi icraatlarına da bulaştırıp, hamlığı ve vatanına olan
sadakatsizliği üzerinden gövde gösterisi yapmaya çalışan da,
Bugün artık
önünde diz çöktüğü ‘‘küresel güç odakları’’nın stratejilerine bağımlı hale gelip
Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden milyonlarca şehit ve şehit yakınının ahını alan da RECEP TAYYİP ERDOĞAN’dır
Aslında yakın çevresine ’‘Benim sonum
Menderes’inkinden beter olacak’’şeklinde pek de üstü kapalı
olmayan itiraflarda bulunan T. Erdoğan; oynadığı tehli oyunun
kendisini nasıl bir sona doğru sürükleyeceğini çok iyi biliyor olmakla
birlikte, yarı beline kadar içine battığı bu aşağılık senaryoyu çaresiz
devam ettirmeye çalışmaktadır.
En yalın ifade ile Erdoğan’ın en büyük
hatası; kendisine vaadedilenlerin parlaklığı ile kamaşan gözlerinin, kendisini
yönlendirenler ve etrafını alan sözde danışmanlar eşliğinde tertiplenen
organize tuzağı layıkıyla fark eden ferasetten mahrum olmasıdır.
Onun bu belaya bulaşmadan önce
gördüğü yegâne şey ’‘başbakanlık koltuğuna oturmuş bir Tayyip
fotoğrafı’’ olmuş
ve bu buram buram intikam kokan etkileyici fotoğrafın
cazibesi eşliğinde attığı hipnotize adımların da ne yeterince bilincinde olmuş, ne
de bu hamlelerin sonunu düşünmüştür.
Etrafını alan bu ’‘küresel zincir’’in
kendisinden neler talep edebileceğini anlayıp işin kendisini fersah fersah aşan
boyutlarını yavaş yavaş algılamaya başladığında ise; iş işten çoktan geçmiş, ok
bir kere yaydan çıkmıştır.
ABD ve AB üzerinden takip ettiği politikalarla
iyice içinden çıkılmaz bir hale getirdiği Kuzey Irak meselesi ve PKK Terörü karşısında ne yapacağını şaşırıp, ’‘Ne aracıyız ne
aydın’’ diyerek teröre oluk gibi kan akıtmış bir Türkiye’ye akıl vermeye
çalışan kuryelerden fikir almak zorunda bırakılması da yine
kendi ördüğü çorapların bir çıkmazıdır.
Akabinde yaptığı Diyarbakır gezisi ise neredeyse Misakı – Milli
sınırları dışında yeralan yabancı ülkelerden birine yapılan bir ziyarete
dönüştürülmüş ve eli kolu uzun Sorosçular’ın
sıkıştırmaları ile ‘‘Kürt Sorunu’’ ifadesini devlet literatürüne sokmayı başaran
Tayyip, PKK ve PKK uzantısı olan
çevrelerce sempati toplamış, ancak yavuz hırsız ev
sahibini bastırır misali AKP’nin 4. Yaş
Kutlamaları’nda yaptığı
konuşmada dakan üzerinden siyaset yapmanın ne
kadar aşağılıkça birşey olduğuna vurgu yapmadan sakınmamıştır.
Ancak şurası bir gerçektir ki; KATİL RUM’u, HAİN
ERMENİ’yi ve KALLEŞ PKK’yı tepemize çıkarıp hem kendini hem de ülkeyi gittikçe
daha fazla çarşafa dolayan Erdoğan; ’‘bir yalan söyleyip
söylediği yalana kendi de inanan adam’’ misali, gözünü kulağını kapayıp siyaset kazanı içindeki iddiasını sürdürme yoluna da
gitse, orasından burasından çekiştirilip kendisine Cumhurbaşkanlığı yolunu açacak olan olası YeniAnayasa ile Çankaya’ya çıkma yolunu da seçse; bu ülkeye yaptığı ihanetin bedelini
kesinlikle ödemekten kurtulamayacaktır..
Bu ’‘hesaplaşma’’ Yüce
Divan kanalıyla
mı olur, ’‘Siyasete devam’’ diyenErdoğan’a üzerinden prim yaptığı Türk Halkı’nın
indireceği Osmanlı Tokadı ile mi olur, yoksa tamamen ’‘bambaşka metotlar’’
üzerinden bir hesaplaşma mı yaşanır bilinmez ama; o hesaplaşma bir gün
mutlaka yaşanacaktır..
İktidara
geldiği ilk günlerde ’‘Zafer sarhoşu olmayacağız’’ şeklinde halkın gönlünü
okşayıp güven telkin eden açıklamalarla yıldızını parlatan Erdoğan; yazık ki janjanlı bir siyaset
koltuğunun içinde eriyip tükenmeye başlamıştır.
Ve bu yokoluş; toplumsal
düzlemde sık sık dile getirilir olan ve gün be gün büyüyen ‘‘dip dalgası’’na
iştirak edenlerce yakinen görülmektedir
‘‘Saf duygularla oy verdikleri
Tayyip’in, hangi amaçlara hizmet ettiğinden bihaber olmakla birlikte ‘‘vatanın
bölünmez bütünlüğü’’nü herşeyin üzerinde tutan HALK ise; kendisinin gözünü
boyamak için türlü dolaplar çevrilerek aziz şehitlerin kanları üzerinde
yükselen bu yüce devlete yapılan ihaneti fazla uzak sayılmayacak bir süreç
içinde öğrenerek, böylesi bir onursuz harekete cüret edenlerin ipini bizzat
kendi elleri ile çekecektir’‘[1]
[1] www.sesar.com.tr / 29.03.2006