BİR DELİNİN SON DİLEKÇESİ VE GÖNÜL FERYADI
Sosyal medyada oldukça yaygınlaşan, ibretli ve hikmetli içeriği dolayısıyla
ilgi odağı olmaya başlayan; ama maalesef Milli Çözüm Dergimizden alındığı ve
Üstadımız Ahmet Akgül tarafından yazıldığı (ve O'nun sohbetlerinin bir dökümü
olarak hazırlandığı) özenle saklanan, böylece telif haklarına saygısızlık ve
bir nevi fikri haksızlık ve hırsızlık sayılan “Bir Delinin Son
Dilekçesi ve Gönül Feryadı” yazımızın tamamıdır. (Genel Yayın Yönetmeni:
Osman Eraydın)
Hz. YUŞA Nebi’nin İstanbul’a Getirilişi!
Ahmet Cömert kardeşimiz sordu: “Hocam, bizim Beykoz’daki çok uzun ve heybetli
makamın Hz. YUŞA’ya ait olduğu söylenmektedir. Bu denli büyük olması ve
İstanbul’da bulunması mümkün ve münasip midir?”
Ahmet Akgül Hocamız:
Doğal ortamların ve coğrafi durumların giderek bozulması, sosyal ve
ekonomik sıkıntıların artması ve yaşam şartlarının zorlaşması sonucu insan
neslinde, zamanla fiziki yönden kısmi bir küçülme görülmesi mümkün ve muhtemel
ise de, bunun çok aşırı ve ihtimal dışı boyutlarda olması pek makul ve münasip
düşmemektedir. Çünkü öyle 17-18 metre uzunluğunda 4-5 metre genişliğinde bir
insan yaşadığına, ne fosillerde ne tarihi eserlerde rastlanmış değildir. Peki
Hz. Musa döneminde ve Mısır Filistin bölgesinde yaşayan Hz. Yuşa İstanbul’a
nasıl gelmiştir? Doğu Roma (Bizans-Konstantin) Kralları, Batı Roma’ya
(Vatikan’a) üstünlük sağlamak ve Hristiyan dünyasının fiili merkezi ve hamisi
olduklarını ispatlamak için, Ortadoğu’daki Nebi ve Aziz kemiklerini ve Hz.
Musa’nın emanetlerinin saklandığı sandık gibi kutsal objeleri, yerlerinden alıp
Konstantin’e getirmişlerdir. İşte bunlardan birisi de Yuşa Nebi’nin
kemikleridir. Onun kabri Filistin’de Efrahim Dağı eteklerindeki Eriha karyesinde iken
çıkarılıp İstanbul’a nakledilmiştir.
Yuşa Peygamberin, Hz. Yusuf (A.S) neslinden olup, Hz. Musa döneminde “fetası
(genç yol arkadaşı) ile birlikte iki denizin birleştiği yere" kadar
yaptıkları tarihi ve gizemli yolculukları ve burada Hızır (A.S) ile
buluşmaları Kur’an-ı Kerim'de Kehf Suresi'nin 60-65. ayetlerinde anlatılan
mübarek kişi olduğu bildirilir. Burada, Hz. Musa'nın yanındaki genç adamın Hz.
Yuşa olduğu bazı rivayetlerde haber verilmektedir. Hz. Yuşa'nın kemiklerinin
Beykoz Yuşa Tepesi'nde gömülüp çevrildiği, Beşiktaş'ta türbesi bulunan Kanuni Sultan
Süleyman'ın sütkardeşi, evliyaullahtan Yahya Efendi'nin (1494-1570) manevi keşfi
ile tespit edildiği söylenir. Bazı tefsirlerde Yuşa (A.S)'nın Musa (A.S)'nın
vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hz. Musa'nın yeğeni ve
yardımcısı olduğu, Hristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşu dedikleri nakledilir.
Buna göre Yeşu (Yuşa) Beni İsrail'e gönderilen dört büyük peygamberden biridir.
Hz. Yuşa’nın birçok mucizesi nakledilir: Şeri'a ırmağını ayakları
ıslanmadan geçmiştir, Geboan savaşında günü uzatıp Güneş’in batışını ertelemiştir,
Eriha surlarını bakışıyla yıkıp devirmiştir. AMALİKA kâfirleriyle ve yerli
kavimlerle uzun süre harp ederek, Filistin, Ürdün ve Şam topraklarını ele
geçirmiştir. Yuşa Peygamber, Hz. Musa’nın, HIZIR Aleyhisselam’la tuzlu balığın
METAFİZİK İSTİHBARAT ÂLEMİNDE remz/işaret olarak kullanıldığı, İKİ DENİZİN
buluştuğu yerdeki görüşmesinde yanlarında idi.
Evet Bizans (Konstantin) Kralları Ortadoğu’daki, Hz. Musa’nın tabutu
(Kutsal emanet sandığı) dâhil tüm manevi objeleri İstanbul’a getirip Ayasofya
mahzenlerinde muhafaza etmektelerdi. Ancak 1203 senesinde İstanbul Latin (Batı
Roma) işgaline girince -ki bu saldırgan ve yağmacı askerlerin elebaşları,
Yahudi güdümlü Tapınak Şövalyelerinin temelini teşkil
etmektedir- bu talanı önceden haber alan Bizans Kralı ve adamları, Hz. Yuşa’nın
mezarını ve kutsal sandığı kaçırıp şimdi Beykoz’daki tepeye gömlemiş ve asıl
yerleri belli olmasın diye de öyle çok uzun ve geniş bir alanı çevirmiş
olabilir. Bu işgali gerçekleştiren Latin Kralının mezarının hâlâ Ayasofya’nın altında
olduğu bilinmektedir. Bu işgal ve talan sırasında Bizans Kralı ve yakınları
İznik’e göç etmişler ve orada küçük Ayasofya’yı inşa etmişlerdir. Hatta ta o
dönemlerde, bu tür saldırı ve tahribatlardan kutsal emanetleri korumak-kaçırmak
üzere Haliç ve Boğazın altından şehrin iki yakasını birleştiren dehliz dibi
tüneller kazıldığı rivayet edilmektedir.
Hem Topkapı’daki kutsal emanetlerin, hem de Hz. Musa’ya ait Tabut (sandık
emanetinin) Hz. Mehdi Aleyhisselam’a teslim edileceği konusu da pek çok
kaynakta haber verilmektedir!
Bakara 248: “Peygamberleri, onlara (şöyle) dedi: “Onun
hükümdarlığının belgesi, size Tabut’un gelmesi (olacaktır ki) onda Rabbinizden
‘bir güven duygusu ve huzur’ ile Musa ailesinden ve Harun ailesinden
artakalanlar var; onu melekler taşır. Eğer inanmışlarsanız bunda şüphesiz sizin
için bir delil vardır.” ayetinde geçen “tahmilihül Melaiketü”, “Onu
melekler yüklenip (kucağında ve göbek hizasında) taşır” ibaresine uygun olarak,
Ayasofya’nın kubbesinde kanatlı meleklerin tam altında ve Ayasofya’nın
ortasında bulunan ve göbek taşını andıran mermerin, bu bahsedilen kutsal
tabutun gizlendiği yere bir işaret olduğu söylenmektedir. Bu Kutsal sandığın
(Tabut’un) Babil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Beni İsrail’i
dağıttığı; “Nitekim (ikiden) ilk vaid geldiği zaman, güç ve şiddet
sahibi kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar girip
araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdü.” (İsra: 5)
ayetinde haber verilen tarihlerde kaybolduğu veya Yahudi hahamlarca kaçırılıp
saklandığı bilinmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ve Kehf Suresi’nde anlatılan
Zülkarneyn hadisesinin de:
“Sana (Ey Muhammed,) Zu'l-Karneyn hakkında sorarlar. De ki: 'Size, ondan
'öğüt ve hatırlatma olarak' (bazı bilgiler) vereceğim.” (Kehf:83) “Ki
onlar, Beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde içindeydi. (Kur'an'ı)
dinlemeye katlanamazlardı.” (Kehf: 101) ayetlerinde olduğu
gibi, gelecekte, yani önümüzdeki süreçte ve Hz. Mehdi Döneminde
yaşanacağı kanaati de akla uygun düşmektedir. Çünkü Kur’an’da ve diğer Kutsal
Kitaplarda “gelecekte vuku bulacak bazı olayların geçmişte
yaşanmış gibi hikâye edilmesi,” belki de bir şifreleme tekniğidir.
Hz. Nuh’un kavmine: "(Baktığınız ve şahit olduğunuz
halde) Hâlâ görüp (inanmıyor musunuz) ki, Allah yedi (kat) göğü birbiriyle
(nasıl) bir uyum (irtibat ve mutabakat) içinde yaratmıştır!" (Nuh Suresi: 15) ayetindeki “Bakıp
görmüyor musunuz?” sorusu, o çağlarda bile gökleri seyredecek özel
teleskop gibi yüksek teknolojilerin varlığına bir işarettir. Çünkü Kur’an’ın
başka birçok ayetinde “Görmüyor musunuz?” sorusunu “Fark
edip anlamıyor musunuz?” anlamında sadece Cenab-ı Hak buyurduğu
halde, bu ayette bizzat Hz. Nuh (A.S) kendi kavmine bu soruyu yöneltmektedir.
Ve zaten azgın dalgalara ve tufan şartlarına dayanacak sağlam bir gemi yapması
da, üstün bir teknolojiye sahip olduklarının ayrı bir göstergesidir.
Burada bir hatırlatma yapmamız gerekmektedir: Kur’an’da Hz. Musa’nın
Tabut-Kutsal emanetine ve Zülkarneyn hadisesine yer verilmesi elbette
önemlidir, bazı konulara dikkatimiz çekilmektedir. Ancak bunlar “Muteşabihat” cinsinden ayetlerdir.
Biz mü’minler birinci derece “Muhakemat=anlamı açık ve kesin” hükümlerle
mükellefizdir. Asli görev ve mesuliyetlerimizi bırakıp bu müteşabih haberlerle
fazlaca meşguliyet gereksizdir. Çünkü Al-i İmran: 7. ayetinde “Kalplerinde
kayma olanların, fitne çıkarmak ve uydurma yorumlar yapıp (halka bilgiçlik
taslamak) üzere, muhakemat emirleri bırakıp, müteşabihat ayetleriyle
uğraşacakları” bildirilip mü’minler ikaz edilmektedir.
Bir Deli’nin son dilekçesi!
Nevzat Gündüz Ağabeyimiz sordu: “Hocam, hemen her yerde, aklını yitirmiş
deliler ve divaneler içinde Veli-ermiş kimseler olduğu söylenmektedir. Bunlara
ne derece itibar edilir?”
Ahmet Hocamız: Cenab-ı Hak bazen, bir kısım hikmetli hakikatleri “âkil-mükellef” kimseler
söylese, itikadi ve itibari sorunlara ve sorumluluklara yol açacağından, böyle
birtakım mecnun-deli kullarının diliyle bazı ibretli öğütleri bizlere haber
verdirebilir ve bunun tarih boyunca pek çok örnekleri görülmektedir.
Şiir:
Bu hasretmiş muhabbetin, peşin haşin bedeli
Hangi kalpte zerre şirk var; Dostu görmez, perdeli
Kimi mecnun kimi meczup, deyip güler geçerler
Bin kâfirden münafıktan, bence yeğdir bir deli!
Herkes hayal dünyasında, boş hedefe yol yapar
Senaryoyu kendi yazar, filim çeker rol yapar
Hep cinlerle perilerle, maç oynarız tek kale
Her takımın kaptanı; bir delidir, gol yapar!
Hz. Peygamber Efendimiz (SAV): “Şam ehline sövmeyin,
zira içinde “Ebdal”lar vardır.”[1] buyurmaktadır. Ebdal: Kalbinden dünyayı
bırakıp Mevlâ’ya bağlanmış ve adı divaneye çıkmış Allah dostlarıdır.
Türkçemizde yanlışlıkla “aptal” olarak kullanılır. (Bunların Kutup-Yediler ve
Kırklardan sonraki “70”ler arasında oldukları kanaati vardır.) Not: Fırat-Murat
Irmağı’nın güneyinden Ürdün vadisine kadar olan bölge “ŞAM” toprağı
sayılmıştır.
NAZ VE NİYAZ!
Gariplik büktü boynumdan
Rabbim kimsesiz kalmışım…!
Sevdiğim söktü koynumdan
Mevlâm sahipsiz kalmışım…!
Selam verip soranım yok
Şefkat ile saranım yok
Dertsiz geçen bir anım yok
Ey dost, çaresiz kalmışım…!
Aklım döndü pervaneye
Gönül yurdum meyhaneye
Adım çıktı divaneye
Mevlâm sahipsiz kalmışım…!
……………….
Ahmet Akgül Hocamız devamla şunları aktarmıştı:
Geçenlerde üstadının vefatı nedeniyle taziye ziyaretine gittiğim, “Hakka
teslim ve tevekküllü ama halka küsülü” olduğunu fark ettiğim,
doksanına dayanmış Hacı Kaya Efendi, 1965 yılında vefat eden bir “deli”nin son
dilekçe gibi, birtakım temennilerini ve ruh halini içeren kayıtları bana
gösterdi. Oldukça etkilenmiştim. Aklımda kaldığı ve hissiyatıma yansıdığı
şekliyle kardeşlerime arz etmek isterim:
“Ben dünya kürresi, Türkiye karyesi ve Urfa köyünden, El-Aziz Tımarhanesi
(Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi) sakinlerinden; ismi önemsiz, cismi değersiz,
çaresiz ve kimsesiz bir abdi acizin, ahir deminde misafiri Azrail’i beklerken,
Başhekimlik üzerinden Hâkimler Hâkimi’nin dergâhı Uluhiyetine son arzuhalimdir:
Ben ğam (dertlilik) deryasında, fakirlik ve gariplik vatanında, horluk ve
rezillik kaftanında PADİŞAH yapılmışım... Meyvalardan dağdağana, çalgılardan
ney-kemana kapılmışım… Benim yatağım akasya dikeninden, yorganım kirpi
derisinden farksızdır. Kalbim Ayizman’ın (Hitlerin işkenceci Nazi Komutanı)
fırını, ve sahranın çöl fırtınasıdır.
Ruhum âşık-ı Hüda Mahbubperesttir, lâkin aklım kaderin cilvesi ve talihin
sillesiyle gurestir (gelgittir). Bana gelen derdü gamın kilosu beleştir. Nerde
bir güzel varsa bana karşı keleştir (yüz vermez, cesaretlidir), bütün yiğitler
de bana hep ters ve terestir. Aylar geçti, tek temizliğim, gözyaşıyla ve kara
toprakla aldığım teyemmüm abdesttir. Yani, içtiğimiz kezzap suyu, mezemiz ise
ateştir.
Ol Resul-i Zişan ve Sultan-ı dücihan: “Cenab-ı Allah’ın insanları dünya,
dünyayı ise insanlar için yarattığını; ruhları vücut için, vücutları ise ruhlar
için yarattığını; erkekleri kadınlar; kadınları erkekler için yarattığını;
cenneti mü’min kullar, mü’min kulları da cennet için yarattığını; cehennemi
inkârcılar ve münafıklar, inkârcıları ve münafıkları da cehennem için
yarattığını” hadisleriyle haber vermiştir. Peki acaba benim gibi meczup
divaneleri ne maksatla halk etmiştir? Bilen babayiğit, meydana çıkıp söylesin…
Allah sana iman verdi, sen tuğyan edersin; O in’am etti, sen küfran (nankörlük)
edersin; O ikram etti sen inkâr edersin; O ihsan etti, sen isyan edersin; bir
de kalkıp bana deli divane diye bühtan edersin!..
Bu söylediklerimin hepsi ruhumun içinde cenk etmektedir. Eğer dilekçemin
cevabı gelirse bu manevralar sona erecektir. Şimdi adresimi arz ediyorum:
Kur’an’ı geldiği yere, yine Kur’an’ı getiren geri taşısın. Madem ki ahkâmı ve
ahlâkı kalmadı, Kur’an’ın kâğıdı ve yazısı neye yarasın?! Ta ki Hz. Muhammed
Mehdi (A.S) gelince yeniden okunup yaşansın.!
Ey zerrelerden kürrelere, yerlerden göklere bütün âlemlerin Rabbi!.. Ey
cemadi, nebati, hayvani, insani, ruhani ve nurani her şeyin ve herkesin yegâne
sahibi!... Ey iman ve şuur ehli kalplerin en yüce habibi!.. Ey dertli
bedenlerin, kederli gönüllerin ve yaralı yüreklerin tabibi! Ben biçare kulun
ki; garipler garibi, hüzünlerin esiri, zulümlerin muzdaribi, öksüz, yetim ve
sahipsiz bir tımarhane delisi… Ama kutsi muhabbet ve hasretinin divanesi!...
Herkesi ve her şeyimi elimden aldın, ama Sana sığındım, aşkına sarıldım, yegâne
Sen kaldın! Yurdumdan yuvamdan, evimden barkımdan ayırdın, gurbete ve hasrete saldın,
ama onları ararken Sana ulaştım, sevdana daldım! Böylece fani ve hayali
görüntülerden kurtarıp hakiki tecelline mazhar kıldın.
Yüceler Yücesi Rabbim, Efendim!
Hak’tan saparak ve haddimi aşarak, hâşâ Senden, Burak bineği, Cebrail
seyisi, Sidretül Münteha menzili, cümle mahlûkatın en şereflisi, Rahman’ın en
mükemmel tecelli ve temsilcisi… Kâinatın fahri ebedisi, Ahir zaman Nebisi ve
Mehdisi, Levhi Mahfuz’un (Kader projesinin) tercümanı ve tebliğcisi, Efendiler
Efendisi Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
Mahbubiyet’ini mi istedim?.. Hanif Dinin üstadı ve nice
Nebi’lerin atası Hz. İbrahim’in haliliyet’ini, Hz. Süleyman’ın saltanat ve
servetini, Hz. Musa’nın celadet ve cesaretini, Hz. İsa’nın ruhaniyetini mi istedim?.. Hz. Ebu
Bekir Sıddık’ın yüksek fazilet ve kurbiyyetini, Hz. Ömer-ül Faruk’un dirayet ve
teslimiyetini, Hz. Osman-ı Zinnureyn’in asalet ve sehavetini, Hz. Aliyyül
Murtaza’nın ilim ve velayetini mi istedim? Senden mülkü hâkimiyet, şanü şöhret,
malü servet mi talep ettim? Senden vücuduma sıhhat ve afiyet, aklıma ziya ve
selamet, hayatıma huzur ve istikamet dilendimse, bunlar için de bin kere tevbe
ettim! Çünkü Şeriatın iptal, tarikatın ihmal, hakikatin ihlal ve mü’minlerin
iğfal edildiği bir zillet ve rezalet döneminde, bana akıl ve mükellefiyet
verseydin, bu sadece benim mesuliyet ve mahzuniyetimi ziyadeleştirecekti!
Sultanım Efendim:
Ben Senden, sadece Seni istedim; pahası elbet böyle yüksektir ve tüm
sevdiklerimi ve sahiplendiklerimi uğruna feda etmektir. Rabbim; elbet vardır
hikmeti ki, bu kuluna böyle zillet ve zahmet çektirirsin. Ben hâşâ itiraz
değil, naz ederim, ama umarım Sen niyaz kabul edersin. Aile efradımı, akl-ı
iz’anımı alıp beni hicrana saldın. Ama yine de şükür; ya akıllı kalıp, ama hain
ve hilekâr olaydım… Ya varlıklı kalıp, ama zalim ve sahtekâr olaydım… Ya âlim
ve saygın kalıp, ama gafil ve riyakâr olaydım… Ya arkalı etraflı kalıp, ama
azgın ve zulümkâr olaydım… Ya sağlıklı sefalı kalıp, ama sapıtmış, ahlâksız ve
vicdansız olaydım!..
Derd-ü bela ki, sabredenlerin vesile-i miracıdır. Mü’minler kalbimin tacı,
mücrimler rahmetin muhtacı, münkirler hikmetin icabı, sadık ve aşık ehli cehd
adaletin ilacıdır. Velâkin bu münafık hain ve zalimler ise çıbanbaşıdır, akrep
gibi sancıdır; şerefli insana, helâli dışında bütün kadınlar kızlar
ana-bacıdır.
Ey Rabbim, Efendim!
Malum-u âliniz ve zaten yüce takdirinizdir ki; ne özenli-bezekli
elbiselerle gezdiğim bayramlarım oldu… Ne onurlu ve huzurlu seyahatlerim ve
seyranlarım oldu… Ne etrafımda hizmet ve rağbet gösteren dostlarım ve
hayranlarım oldu!.. Lezzet ne imiş, izzet ne imiş ve fazilet ne imiş tatmadım;
ama şikâyet şekavettir; bütün bu fani ve fena nimetlerin asıl sahibi olan
Padişahlar Padişahını buldum… Beni yoktan var ettin, iman ve hidayet buyurup
varlığından haberdar ettin, ama aklımı alıp kulunu bi-karar ettin, Sana sonsuz
şükürler olsun!.. Şimdi son dileğim, beni yanına al ve bir daha huzurundan ve
sonsuz nurundan ayırma, ne olursun! Umarım bu dilekçeyi yazdım diye bana
darılmazsın; çünkü zaten Zatından gayrıya yalvarıp yakarmanın ŞİRK olduğunu
buyurdun!”
Çifte Standart Örnekleri!
Ali Çağıl Ağabeyimiz sordu: “Hocam, münafıklığın en yaygın şeklinin “çifte standart”
uygulamak olduğunu birkaç kere hatırlattınız. Bunu biraz açar mısınız?
Ahmet Akgül Hocamız:
“Aynı ortamda ve aynı işe (çalışmaya) aynı ücretin ödenmesi; aynı şartlarda
işlenen benzer suçlara aynı cezanın verilmesi” hukuk ve adaletin
temel kurallarından olduğu gibi; “Aynı kategoride değerlendirilen
insanların davranışlarını ve sonuçlarını da aynı terazide tartmak ve aynı
kriterlerle yaklaşmak lazımdır ve bu insaftır.” Ancak birilerini
masum ve makbul göstermek için farklı tavır almak, işine gelmediklerini
kötülemek ve gözden düşürmek için de kendince kusurlu yanlarını öne çıkarmak, “çifte standart”tır ve tabi münafıklık
ve vicdansızlıktır. Örneğin; şanlı Çanakkale şehitlerini ve gazilerini hürmetle
anarken, kasıtlı olarak Anafartalar Mücadelesini görmezden gelmek, elbette bir
garazdır ve ruhi bir marazdır:
Hakiki ve samimi İslam rehberleri yerine, Bel’am tipli vaizler geçince:
“Yuvadan kaçırdılar, ol Zümrüd-ü Anka’yı
Yerine geçirdiler, şol kuzgun-u kargayı
Bunlara bakan insan, İslam’dan ürker oldu
Muhsinler makamında, görünce maskarayı”
Çanakkale istismarcılarının, nedense hiç hatırlamadığı hakikate gelince:
“Çanakkale deyince, Yarbay Mustafa Kemal
Hatırlanır Conkbayır, sonra Anafartalar…
Mehmetçik; dilde Kur’an, meleklerle hasbihal
Şehit beden toprakta, ruhlar Arafat’talar!...”
Ve yine, devlet bursuyla ve özel iltimasla üniversite okusun ve ülkeye
faydası dokunsun diye Fransa-Paris’e gönderildiği halde, orada kumar gibi kötü
alışkanlıklara ve “nerde akşam orda sabah” başıboş bir bohem hayatına bulaşan
ve okulu bitirmeden eli boş yurda dönmek zorunda kalan, ama buna rağmen
sonradan gençliğin şuurlanmasında önemli bir öncülük rolü oynayan şahsiyetlerin
zaafiyetlerine bile, bin türlü mazeret ve keramet uyduran İslamcı ve edebiyatçı
takımı, buna karşılık; Masonik tabakanın kasıtlı ve planlı engelleme çabalarını
aşıp, beyninin ve bileğinin hakkıyla Almanya’ya giden, Aachen Üniversitesi
Profesörlerine yeni projeler öğretip orijinal makina ve motor keşifleri üreten,
Türkiye’ye dönünce, dünyayı avucuna alan süper şeytanilerle mücadeleye girişen
Zatın en makul ve masum davranışlarına bile haset ve hakaret damarıyla
yaklaşıyorsa, bu onların seviye ve samimiyetini yansıtmaktadır. Elbette her
insan farklı bir fıtrattadır, ayrı bir maksatla yaratılmıştır, mü’min ise;
sevapları hatırlanıp, hataları Allah’a ısmarlanmalıdır; ancak bizim itirazımız,
bazılarının çifte standardına ve marazlı nankörlük damarlarınadır.
Siyonizm güdümlü Haçlı Batı’nın, sözde insan hakları ve özgürlük-demokrasi
tamtamları ile Güneydoğu’muzu bizden ayırıp özerk Kürdistan’ı kurma çabalarına
karşın, Rahmetli Erbakan Hocamızın Milli cesaret ve metanetiyle ve kahraman
ordumuzun üstün yetenekleriyle başarılan 1974 Barış Harekâtı sayesinde huzura
kavuşan KKTC’yi, tekrar Rumlarla birleştirme ve Kıbrıs’ı İsrail’in arka
bahçesine çevirme girişimleri de tam bir çifte standarttır; AKP iktidarının bu
tezgâha taşeronluk yapması ise açık bir işbirlikçilik ayıbıdır. Bunun gibi;
geçen yıllar yaşadığımız ve vahşi kapitalizmin bir nevi köleleştirdiği
insanları, nasıl toplu imhasına ve iflasına şahitlik yaptığımız Soma faciası nedeniyle, 750 liracık
asgari ücrete mahkûm ve masum işçileri suçlayıp-karalayıp; ama 750 Bin Dolarlık
-rüşvet- saat takan bakanları ve iktidarı aklamaya çalışanlar da böyle çirkef
kafalı ve çifte standartçıdır.
Bunun gibi, tarihleri toplu katliam ve soykırımlarla kirlenen Batı’nın
(Avrupa ve Amerika’nın), ikide bir Ermeni Meselesi yüzünden Türkiye’yi
suçlaması da tam bir çifte standarttır. Oysa Ermeniler, kendilerinin ve İttihat
ve Terakki içindeki Yahudilerin kışkırtmasıyla, 1914-1918 arası ayaklanıp tam
854 bin Müslüman vatandaşımızı hıyanetle katletmiş, mecburi tedbirler sonucu
Ermenilerden ise sadece 270 bin insan etkisiz kılınmıştır. BM 1920’lerde: “Türkiye’den
farklı ülkelere göç eden Ermenilerin 870 bin, İstanbul ve Anadolu’da asli
kimlikleri ile kalanların 260 bin, İslam dinine girenlerin ise yaklaşık 100 bin
kadar (toplam: bir milyon iki yüz bin) olduğu yönünde resmi raporlar
hazırladığı halde bunların hâlâ “1,5 milyon Ermeni’nin
katledildiği” iddiaları yalandır, şeytani amaçlıdır ve çifte standartlıdır.
DOSTA YALVARIŞ
Ya Rab her şeyin güzel,
elbet her kulun özel
Ama zikrinden başka,
lezzet alamıyorum!
Her takdirin mükemmel,
tayin taksimin Ezel
Sensiz per perişanım,
huzur bulamıyorum!
Bırakma beni bana, bir
an bile baş başa
Çün nefsim azgınlaşıp,
kalbim dönüşür taşa
Hiç Senden gayrı Ma’bud,
maksut olur mu hâşâ
Kur’an’sız kararsızım,
nura dalamıyorum!
Ey dost, halim nic’olur,
mağfiretin olmazsa
Hayatım zahmet olur, bol
rahmetin olmazsa
“Fedakârlık ahmaklık,
menfaatin olmazsa!”
Diyen vicdansız gibi,
boşa salamıyorum!
Beden dedikleri ki, fani
bir can kafesi
Dünyada baki kalmak,
ahmakların hevesi
Hepsi gölge hayalmiş,
Hak’tan gayrı kâffesi
Can mal gidecek diye,
saç baş yolamıyorum!
Her yerde benimlesin,
her halimde hazırsın
Her şeyi halk edensin,
her zerreye nazırsın
Zalime fırsat verip,
sonra kökün kazırsın
Bunlar “süper
güç” diye, korku dolamıyorum!
Hak’tan bâtıla kayan,
hakikaten kaçıktı
Küffâra mert ve şedit,
dosta kalbim açıktı
Rabbim veli edindim,
adım deliye çıktı
Zulüm haksızlık görsem,
sessiz kalamıyorum!
Gurur kibir sanırlar,
oysa İslami onur
Minnet etmem kimseye, o
şirk yerine konur
Yalan ve riyâ ile,
kalpte kalır mı o nur
Makam menfaat için, ayak
yalamıyorum!
Çamurdan demir olmaz,
hamdır mayasız adam
Gâvura kiralanan, kancık
kimyasız adam
Hak sevdadan ne anlar,
dertsiz davasız adam
Kınamayın dostlar her,
telden çalamıyorum!
Ezel: Öncesi olmayan Allah’ın değişmez sünneti.
Ma’bud: İbadet edilen Allah (C.C)
Maksut: Rızası aranan Allah (C.C)
Kâffesi: Hepsi, tamamı.
Nazır: Her şeyi her an görüp gözeten Allah.
Mayasız: Aslı ve ahlakı bozuk.
Kaçık: Akılsız, anlayışsız.
Kancık: Hain ve dönek.
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
[1] Celaleddin Suyuti
Camius-Sağir C.6.Fazilet Kitabı 9790 nolu hadis
Batı sözden anlamıyor, onlara caydırıcı güç gerekiyor!
Haberi Oku*** Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın En Kapsamlı Video Arşivi ***
Haberi OkuERBAKAN HOCAMIZLA AHMET AKGÜL ÜSTADIMIZIN İLGİNÇ ANILARI
Haberi Oku