MİLLİ GÖRÜŞ VE ORDU!
Erbakan Hocamız’ca
defalarca ve çok önemli ortamlarda dile getirilen ve aslında levha halinde
yazılıp asılması ve üzerinde kafa yorulması gereken şu vecizeleri, maalesef
yeterince anlaşılmış değildir:
“Bir kimse
Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan; Kosova’da, Niğbolu’da bir kılıç
olup parlamadan; Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, Sultan Fatih olup
atını denize sürmeden; Kanuni olup şanlı ordularıyla Avrupa’nın içlerine
yürümeden… (Çanakkale’de) Seyit Çavuş olup 250 kiloluk mermiyi “Ya
Allah!” diyerek namluya sürmeden… Bir insan (Kutlu Kurtuluş Savaşımızın ilk
büyük zaferi sayılan ve Mustafa Kemalin komutasında yapılan) Sakarya’nın
siperlerine girmeden ve (bizzat kendisinin büyük bir dirayet ve cesaretle
tarihi hareket ve çıkarma emrini verdiği) Kıbrıs’ta düşman
tahkimatının arasından geçmeden, Milli Görüş’ün ne olduğunu anlayamaz!” sözleri,
kahraman ordumuzun değerini ve Milli Görüş düşüncesini ne güzel ifade
etmektedir. Şanlı Kurtuluş Savaşımızı ve Kıbrıs çıkarmamızı yapan askerle;
Malazgirt’ten, Kosava’ya, İstanbul’un Fethinden Mohaç’a, tarih boyunca
destanlar yazan ecdadın aynı ruh ve şuura sahip oldukları da veciz bir şekilde
belirtilmektedir.
Bu tarihi ve talihli
ifadeler:
1- Milli Görüşü anlamak
için asker ruhuna ve cihat (yani Milli Savunma, hak ve adaleti hakim kılma)
şuuruna sahip olmak gerektiğini.
2- Çünkü Malazgirt’te,
Kosova’da, Niğbolu’da, İstanbul’un Fethi sırasında, Mohaç’ta, Çanakkale
destanında, Sakarya’da ve Milli Kurtuluş savaşında ve nihayet şanlı Kıbrıs
çıkarmasında başkalarının değil, bizzat kahraman askerlerimizin zalim güçlerle
mücadele ettiğini.
3- Ve zaten Hz. Peygamber
Efendimizin İstanbul’un Fethini müjdeleyen hadis-i şerifin de, Sultan Fatih’e
işaret ederken aslında Türk askerini ve onun inançlı ve liyakatli komuta
kademesini överek zikrettiğini
4- Böylece hem Efendimiz
Aleyhissalatü vesselamın, hem de Aziz Erbakan Hocamızın bizim “Ordu-Millet”
gerçeğimize işaret ve beşaret ettiklerini açıkça bildirmektedir.
5- Erbakan Hocamızın
yukarıdaki sözleri, aynı zamanda “Mademki Milli Görüşü en iyi anlama yeteneğine
ve yetişme geleneğine sahip bulunan, herkesten ve her kesimden önce “vatanı ve
kutsalları için fiilen mücadele eden ve zaten bu düşünce ve disiplinle
eğitilen” kahraman askerlerimizdir. Öyle ise “Yeniden büyük Türkiye”nin ve Adil
bir Düzenin ihyası da herhalde ve öncelikle askerlerimizin gayretiyle
gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.
6- Ve zaten, ülkemizin de
yarısını kendi sınırları içinde sayan “Arz-ı Mev’ud-Yahudilere vaad olunan
topraklar” hedefine odaklanan Siyonist Merkezler (ve onların güdümündeki ABD ve
AB) bu şeytani projelerinin önündeki en büyük engel olarak ordumuzu gördüklerinden,
malum 28 Şubat darbesini: “Erbakan’ın kökünü kurutmak ve TSK’yı etkisiz
ve yetkisiz bırakmak” üzere tertipledikleri, feraset ehlince gözlenen
ama özenle gizlenen bir gerçektir.
7- Erbakan Hoca’nın
yukarıdaki tespitlerini bu şekilde tahlil ve tefsir etmemizi sindiremeyen ve bu
hikmetleri bugüne kadar sezip fark edemeyen kimselerin, dar çerçevede ve kapalı
odalar içerisinde yapacakları tenkit ve itirazlar hiçbir öneme ve değere haiz
değildir; çıkıp bu yorumlarımızın yanlışlarını ve çarpıtılmış yanlarını ortaya
koymaları gerekir. Çünkü Erbakan sayesinde makam ve menfaat sahibi olmak ve
uzun yıllar maaş ve mevki hatırına yanında bulunmak başka şeydir. Onu anlamak
ve inanmak ve bunlar uğruna her türlü fedakarlığı göze almak ise çok daha başka
şeydir.
İşte 05 Haziran 2001
Milli Gazete’nin Yıldızlı yazısı: Asker ve Milli Görüş!
Türkiye’de en iyi
anlaşması gereken iki kesimden söz ediyoruz: Asker ve Milli Görüşçüler! Baştan
belirtelim ki, bu yaklaşım bazılarına “itici” gelebilir. Bazılarının “bıyık
altından gülümsemesine” yol açabilir. Fakat bütün bunlar gerçeği
ve olması gerekeni asla değiştirmeyecektir. Önce bu görüş “bazıları”na niçin
“itici” gelebilir, onu düşünelim. Çünkü bu “bazıları” Türkiye Cumhuriyeti’nin
“mürtecilik” diye bir problemi olduğunu kabul etmektedir. Oysa Bizim milletimiz
hamdolsun bugün, İslâm’ı en iyi anlayan bir millettir. Ve bu millet, dininin
kendisini geri götürmeyeceğini, bilâkis ülkesini dünyanın en ileri, en medeni,
en müreffeh ülkesi haline getirmenin dini bir vecibe olduğunu bilmektedir.. Böyle
bir şuurun Cumhuriyet Türkiyesi için “tehlike” arz etmesi safsatadan başka bir
şey değildir. Ama o “bazıları” kendi çıkarlarını sürdürmek için en iyi yolun
“Millet-Devlet kavgası”nı kışkırtmak olduğunu düşünmektedir. Doğrudan doğruya
İslâm’ı, Müslüman’ı zikretmezler. Bir irtica yargısıyla propagandalarını
sürdürürler. “Tehlike” olarak ortaya koydukları, Anadolu’nun örtülü kadınının
büyük şehirlerde de kendi tarzıyla hayat sürmesi, başörtülü kızın üniversiteye
gitmesi, İmam Hatip Lisesi’ni bitiren evladımıza devlette görev verilmesi gibi
son derece doğal ve insani olan şeylerdir. Bu saydıklarımızın bugüne değin,
hiçbir terör işine, yolsuzluk, vurgun, talan pisliğine bulaşmamış olmaları bu
“bazıları” için her hangi bir anlam ifade etmez. Onlar yine de hoyrat, düzmece
raporlarıyla çeşitli kesimleri etkilemek peşindedir.
Bu ülkenin gerçek
değeri olan Milli Görüş’le askeri cenahın, birbirini en iyi anlayan, hatta
birbirini tamamlaması gereken iki cüz olduğunun belki binlerce karinesi vardır.
Ancak bugün bir örnek vermekle iktifa edeceğiz. Aydınlık’tan Uğur Yıldırım’ın
sorularını cevaplayan emekli Hava Korgeneral Aslan Öner 34 askerimizin şehit
olduğu CASA olayını değerlendirirken, söz dolaşıp Kuzey Irak’a, oradan da
Kıbrıs’a geliyor. Sayın Öner, Ecevit’i kastederek “Sen ne anlarsın
harekâttan. Ada’nın yarısını zaten almışız, o ise Amerika istiyor diye harekatı
durduruyor. Halbuki al tamamını, ondan sonra otur onlarla masaya. Onlar
yalvarsın sana yarısını ver" ...diye. doğru bir çıkış
yapıyor. İşte 1974’teki O harekat yapıldığında hükümete Milli Görüş ortaktı ve
harekatı Ecevit’e rağmen Erbakan başlatmıştı ve bu tarihi gerçeği Rahmetli Rauf
Denktaş da İtirafta bulunmuşlardı. Milli Görüş’ün kapsayıcı ve kalıcı bir çözüm
için o zamanki ısrarı bugün de herkes tarafından hatırlanmaktadır. Şimdi bu
asker hassasiyeti nasıl olur da Milli Görüş’le değil de Ecevit zihniyetiyle
paralel zannedilir, anlaşılır şey değildir!
“Burada aşılması
gereken problem yerli, milli ve gerçek Türkiyeli olup olamamakla ilgilidir.
Şecerenizi çok iyi takip edip Oğuz boylarından geldiğinizi ispat edebilirsiniz.
Ama bu toprakları Türkiye yapan imani, tarihi ve kültürel değerlerden uzak
düştüğünüzde, ya da onları siyasette bir yere gelmek için engel gibi
gördüğünüzde, soy ağacınız hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran zihniyet “Müslüman Anadolu” diyebilen zihniyettir. Kaçak
güreşi seven herkesin “bazı çevreler”den kastının ne olduğu çok iyi biliniyor:
ASKER! Bu tür savunma ve safsatalar bir bakıma Müslüman Türk’ün askerini “Müslüman
Anadolu” gerçeğinin karşısında göstermektir. Daha açık bir ifadeyle, askerin
“din düşmanlığı yaptığını” ileri sürmektir. Oysa Siyasi teşekküllere düşen
görev, Türkiye’mizi dış güçlerin marifetiyle açılan böyle bir tuzağa itmek
değil, çekip çıkarıvermektir; bu toprakları kanlarıyla yoğuran “iman”
gerçeğinin ve kahraman askerinin bir tehdit unsuru değil, bilakis kıyamete
kadar varlığımızı sürdürmemizin tek garantisi olduğunu göstermektir.[1]”
Erbakan’ın Silahlı
Kuvvetler ve Savunma Sanayi Çabaları!
Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin modernizasyonu ve reorganizasyonu aşağıdaki temel prensipler
doğrultusunda yapılmalıdır:
TSK’nın silahaltında
tutulan ateş kabiliyeti yüksek, mevcudu gerekli, her kademeye indirilmiş
ihtisas sahibi elemanlar ve profesyonel kadrolardan müteşekkil bir konumda
bütün vatan sathına yayılmış eli silah tutan ve gerektiğinde savaşa ait her
türlü hizmeti yapabilecek inançlı vatandaşlardan meydana gelen bir millet-ordu
haline dönüştürülmesi amaçlanmıştır. Silahaltındaki kadrolara sürekli
eğitim yaptırılacak, silahaltında olmayanlar da çalışma hayatlarını bozmayacak
şekilde zaman zaman modern silahlar ve gelişen konular üzerinde eğitim alıp
deneyim kazandırılacaktır.
Silahaltında olan ve
olmayan millet-ordunun en belirgin hususiyeti asırlar boyu her zaman olduğu
gibi manevi ve maddi eğitim derecesinin en üst düzeyde tutulması olacaktır.
Manevi eğitimde şehidi şehit yapan, gaziyi gazi yapan mananın öğretilmesi
kaçınılmazdır. Ordunun gayesi ve görevi yurdu her türlü dış saldırı ve tehdide
karşı korumak ve savunmak, yurttaki “Hakkı üstün tutan” “Adil Düzen”i yıkıp
yerine “Sömürü ve Zulüm Nizamı” kurmak isteyen dış güçlere fırsat vermemek
olacaktır. Bunun için aynı gayeyi benimsemiş kardeş Müslüman ülkelerle “Savunma
İşbirliği Teşkilatı” yani Müslüman ülkelerini kendi NATO teşkilatını
kurmalarına öncülük yapılacaktır.
Diğer Müslüman
ülkelerde yapılma imkanı olmayan ve ileri teknoloji gerektiren harp silahlarını
ve vasıtalarını Türkiye’de üretip onların da ihtiyaçlarının karşılanması
sağlanacaktır. Onların harp silah ve vasıtaları bakımından zulüm düzenini
savunan emperyalist ve Siyonist ülkelerle bağımlılıklarının ortadan
kaldırılmasına çalışılacaktır. Müslüman ülkeler savunma işbirliği teşkilatına
üye bütün Müslüman ülkelerin savunma silah, araç ve gereçleri standardize
edilecek, işbirliği ve iş bölümü yapılarak bu ihtiyaçların teşkilata üye
ülkelerden karşılanması prensibi esas alınacaktır.
Erbakan'ın Milli
İstihbarat tanımı:
Yukarıdaki amacı güden
ordu, milleti ve devleti temsil eden siyasi otoritenin emrinde olacaktır. Bunu
içtenlikle severek yapacak şekilde bütün ülkedeki eğitim buna göre yeniden
ayarlanacaktır. En çok önem verilecek hususlardan birisi de ordu istihbaratının
ve milli istihbaratın tamamen milli bir istihbarat olmasıdır. Her ne suretle
olursa olsun bu istihbaratların “işbirliği yapıyoruz!” adı
altında CIA ve MOSSAD gibi zulüm düzenine hizmeti esas alan emperyalist ve
Siyonist maksatlar için kurulmuş olan dış istihbarat teşkilatlarının art
maksatlı etkilerine maruz kalmamaları en fazla dikkat edilecek husus olacaktır.[2]
En büyük tehdit ve
tehlike, “vatanın işgal edilmesi ve düşman esaretine düşülmesi” ihtimalini
hesaba katmamak ve milli savunma (cihat) görevini aksatmaktır!
Amerika’nın, “halkı
Saddam'ın zulmünden kurtarıp, ülkeye demokrasi getireceği”bahanesiyle
Irak’ı işgal ettiği, bir kısım Iraklının da: “Amerika bizleri
Saddam’ın zulmünden kurtardı, halkımıza huzur ve özgürlük getirecek” diye
sevindiği haberlerinin yayımlandığı dönemde bir Türk gazeteciyle röportaj yapan
Iraklı bir direnişçi şunları anlatmıştı:
“İşgal sürecinde tıp
fakültesinde talebeydim, aslında direnişçi değildim, Irak’ın işgaline
“Saddam’ın zulmünden kurtulduk, Irak’a demokrasi gelecek!” diye seviniyordum,
hatta tankın üzerindeki işgal askerlerine çiçek ve içecek ikramında bile
bulunmuştum.”
Peki, neden direnişçi
oldunuz? Sorusuna ise: “Bir gün evime gittiğimde, bize demokrasi
getireceğine inandığımız işgalci askerlerin babamı ve erkek kardeşlerimi
öldürüp, anneme ve kız kardeşime tecavüz ettiklerini görünce afallamış, acı ve
alçaltıcı gerçeğin farkına yeni varmıştım. Artık direnişçi olmaktan başka çarem
kalmamıştı!”
“Allah yolunda (Adil
bir Düzen kurulsun, hazırlıklı ve caydırıcı bir savunma gücünüz bulunsun diye)
infak (harcama ve fedakarlık) yapın; ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye
atmayın. İhsanlı davranın (Hakkı Hâkim kılma ve milli savunma konusunda oldukça
dikkatli ve gayretli çalışın, görev ve sorumluluklarınızı en iyi şekilde yerine
getirmeye bakın) Şüphesiz Allah, ihsan ehlini sever (ve mükâfatlandırıp
başarıya ulaştırır)” (Bakara: 195)
Erbakan Hocamız Fetih
konuşmalarında bu ayeti kerime için şunları anlatmıştır:
Yüzlerce yüksek
faziletinin her birisi binlerce mü’mine şefaat hakkı kazandırmaya yeten ve Hz.
Peygamber Efendimizi Hicret’te kendi evinde misafir etme ve İslam Devleti’nin
kurulma merkezi şerefine erişen büyük sahabi Eba Eyyüp El-Ensari Hazretleri 90
yaşında 6 oğlu ile birlikte dönemin süper gücü Bizans’a karşı İstanbul surları
önüne geldiğinde, oklara karşı herkesten önce o atılıyordu. Genç Kumandan: "Ey
muhterem ve mübarek Zat, Sen bize Allah Resulü’nün bir hediyesi ve emanetisin,
Sizin duanız ve bereketiniz yeterlidir. Niçin bu şekilde oklara hedef oluyorsun
ve tehlikeden sakınmıyorsun? Sana birisi isabet ederse, biz ne yaparız? Niçin
geride durmuyorsun?" ricasında bulunuyordu. Bunları birkaç
kere tekrarladığı halde O’nu durduramayınca, en sonunda “kendinizi
tehlikeye atmayın!” ayetini hatırlatıyordu. Ancak Eba Eyyüp
El-Ensari Hz.leri Genç kumandana muharebe meydanında şu dersi veriyordu:
"Bak evladım bu
ayet indiği zaman sen daha doğmamıştın. Çok uzun ve yorucu bir seferden dönüp
evlerimize dağılmak üzere iken, yeni bir gazaya çıkma talimatı verilince
bazılarımız: “Hurma bahçelerini havalandırma ve dallarını budama
mevsimidir, bunları yaptıktan sonra çıksak olmaz mı?” teklifinde
bulununca bu ayeti kerime inmiş ve "Ey Müslümanlar, hurmaların
altını havalandıracağız, yapraklarına bakacağız gibi, dünyevi birtakım
kaygılarla, hakkı, adaleti hâkim kılmaktan ve herkesin saadeti için çalışmaktan
geri durmak suretiyle kendinizi tehlikeye atmayınız. Unutmayın ki asıl tehlike
hakkı ve adaleti hâkim kılmaktan geri durmaktır” mana ve mesajıyla
bizi uyarmıştı.
“Ayasofya Kilise
olacak!” diyen Bartholomeos’a, Hükümet sessiz kalarak, dolaylı destek mi
sağlamaktaydı?
Milli Gazete’nin “Papazlar
zirvede” manşetiyle gündeme taşıdığı 14 Ortodoks Kilisesinin patrik ve
başpiskoposunun İstanbul buluşması, Ortodoksluk Bayramı dolayısıyla ruhani
liderlerin katıldığı gösterişli bir ayinle sonlanmıştı. İstanbul’da 6 Mart’taki
gövde gösterisine dönüşen buluşma öncesi Bartholomeos’un “Ayasofya
ancak kilise olarak açılır, aksi olursa tek vücut oluruz…” küstahlığı
hala yanıtsızdı. Aradan geçen süre boyunca hiç bir “resmi ağız”;“Ayasofya
İslam’ın mülküdür ve Fethin sembolüdür” deme cesaretinde bulunamamıştı.
Fener Rum Patriği Bartholomeos’un daveti üzerine bir araya gelen 14 Ortodoks
Kilisesi’nin patrik ve başpiskoposunun İstanbul buluşması, Ortodoksluk Bayramı
dolayısıyla ruhani liderlerin katıldığı ayinle kapatılmıştı. Bartholomeos’un
yönettiği ayine, konuk patrik ve başpiskoposların yanı sıra vatandaşlar da
katılmıştı. İstanbul’da 3 gün süren toplantıda, 14 Ortodoks Kilisesi’nin patrik
ve başpiskoposu, Panortodoks Konsili’nin teolojik ve teknik prosedürlerini
görüşüp tartışmışlar, Ekümenik’in fikri ve siyasi altyapısını hazırlamaya
çalışmışlardı. Toplantıda, ayrıca Orta Doğu’daki Hıristiyan toplumların durumu
da ele alınmıştı. Toplantıya; İskenderiye, Antakya, Kudüs, Rusya, Sırbistan,
Romanya, Bulgaristan, Gürcistan patrikleri ile Kıbrıs, Yunanistan, Polonya,
Arnavutluk, Çek ve Slovakya otosefal kiliselerinin yöneticileri çağrılmıştı.
Orta Afrika
Cumhuriyeti’ndeki katliamlar sonucu 145 bin Müslümandan geriye sadece 900 kişi
kalmıştı
Orta Afrika
Cumhuriyetinde Fransızların ve suç ortağı gâvurların Müslüman Katliamına şu ana
kadar “dur” diyen çıkmamıştı. Dünyanın sessiz kaldığı katliamlara maalesef
Müslüman ülkeler de seyirci kalmaktaydı. Son iki ay içinde ülkedeki
saldırılarda binlerce Müslüman katledilmiş ve göçe zorlanmıştı. İnsan Hakları
İzleme Örgütü(RHW) tarafından yayımlanan rapora göre Orta Afrika’da sadece 900
Müslüman kalmıştı. Bu sayının dört ay önce 145 bin olması Orta Afrika’da
yaşanan vahşetin ve şiddetin boyutlarının kanıtıydı. Sözde barış gücü sömürgeci
Fransa ise Müslümanları yakalayıp Anti Balaka teröristlerine
teslim etmekten başka bir şey yapmamıştı. İşte mazlumlara ve Müslümanlara umut
ve güven aşılayacak, zalim saldırganlarda ise korku uyandırıp hizaya sokacak
güçlü ve caydırıcı bir “İSLAM SAVUNMA PAKTI”nın hala kurulamayışı ve Türkiye’nin
Adil Düzen’i uygulayacak ve Batıl sistemleri devre dışı bırakacak siyasi,
iktisadi ve askeri bir DENGE UNSURU konumuna hala ulaşamayışı, bu küstahlık ve
katliamlara fırsat ve cesaret sağlamaktadır.
Demokrasi ve insan
hakları ihlali gerekçesiyle bir zamanlar kara komşumuz Suriye’ye neredeyse
savaş açacak kadar horozlanan Başbakan’ın, Karadeniz komşumuz Kırım’ın işgaline
karşı niye sessiz ve takipsiz kaldığı sorulmayacak mıydı? Yahudilerin
Filistin’de devlet kurmak üzere yüksek paralarla ve hileli zorbalıklarla
aldıkları toprağın tam 2 misli vatan toprağı şu anda yabancılara satılmış
durumdadır. Sultan Fatih’in vasiyetnamesinde“Bu aziz ülkenin topraklarının
bir kısmını Gayri Müslimlere satanlar Allah’ın, Peygamber’in ve benim lanetime
müstahaktır” sözlerini, Cennetmekân Abdülhamit Han’ın Siyonist Theodor
Herzl’e “Vatan toprakları kutsaldır, şehit kanlarıyla alınan mübarek
topraklar para ile asla satılmayacaktır. Satanlar da alçaktır!” sözlerini…
Rahmetli Erbakan Hocamızın 40 gün hastanede yattığı ve sözde talebelerinin
Siyonist odakların korkusundan bir nezaket ziyaretine bile yanaşmadığı, vefatı
öncesi söylediği “Vatan toprakları ayaklarımızın altından kaymaktadır
ve artık vicdan ehlinin uyanması zamanıdır!” sözlerini gaflet, cehalet
ve dalalet ehline bizden başka kimse hatırlatmayacak mıydı?
Şuurlu Türk Subayının
Farkı!
BM’nin en üst
mercileri tarafından “BM sizi koruyacaktır” diye
aldatılarak her türlü silahtan arındırılıp, kendilerini savunma imkânından
mahrum bırakılan Srebrenitsa’da binlerce insanın ve özellikle genç erkeklerin
katledildiği, genç kızlara ve kadınlara tecavüz edildiği Bosna-Hersek işgalinin
yaşadığı dönemde Samsun’da askerlik yaptığım birliğin bölük komutanı olan
yüzbaşının bölüğü toplayarak yaptığı şu konuşma askerimizin bağımsızlık sevdasını
ve cihat (Milli Savunma) aşkını yansıtmaktadır:
“Bölüğü niçin
topladığımı merak ediyorsunuz... Bosna-Hersek’in Sırplar tarafından işgal
edildiği bir dönemde, kaçıp ülkemize gelerek yardım dilenen genç erkek ve
kadınlar görünce, onlara yardım etmediğim gibi çok öfkelendim. Neden biliyor
musunuz? Yahu, Ülkeleri işgal edilmiş, insanları katlediliyor, işgalciler
tarafından namuslarına el uzatılıyor, bunlar gelmiş burada dilencilik yapıyor!
Ülke savunması ve bağımsızlık savaşının kazanılması için planlı destek
organizasyonları elbet yapılmalı. Ama “Efendim Silahımız yok!” diyerek cepheden
kaçmamalı, kolaycılığa sığınmamalı… Sizin orada kazma, kürek, sopa ve taşta mı
yok? Bunlarla düşmanlarınıza karşı koymayıp buralara gelmişsiniz? Hiçbir şey
yapamıyorsanız gidin vatanınız ve namusunuz için ölün!” diyerek Türk subayının
ve insanının farkını ortaya koymuştu.
Ufuk şahsiyetler, bir
toplumun Kutup Yıldızlarıdır!
Efendimizin mübarek ve
mutahhar (tertemiz) eşleri Hz. Aişe Validemiz’e, Hz. Peygamber Aleyhisselamın
ahlakı ve hayat tarzı sorulduğunda: “Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun
(SAV) ahlakı Kur’an idi” şeklinde cevap verdiği sağlam rivayetlerle
aktarılmaktadır. Ve zaten Peygamber Efendimiz Hazretlerinin, “Allah’a
ve ahirete inanan ve ebedi mutluluğu uman kimseler için “üsvetün hasenetün = en
güzel ve en mükemmel örnek” (Ahzap: 21) olduğu bizzat Kur’an’ın
beyanıdır. Yani Resulüllah (SAV), mutlak hakikat nurunun, canlı bir vücut
şeklinde temsil ve tecelli ettiği “ufuk insan”dır. O (SAV), yaparak ve
yaşayarak Kur’an’ı bizzat uygulayan ve insanlığa İslam’ı ve Saadet nizamını
öğretip fiili tebliğde bulunan Nebiyyi Ahir zamandır.
Ve işte Efendimizden
sonra, İslam’ın temel kaynaklar bakımından değil, ama anlayış kısırlaşması ve
tatbikat bozulması yaşanmaya başlandığı her asırda, Dinin üzerindeki tozlanma
ve yozlaşma bulutlarını kaldırıp yeniden asli fikir ve fonksiyonlarına
kavuşturacak “Müceddid = yenileyici ve orijinal haline çevirici” makamında
önder şahsiyetler, Cenabı Hakkın rahmet ve hidayetinin bir göstergesi
sayılmaktadır. Bütün peygamberlere karşı çıkan ve şeytani cephe kuran
münkirlerin, müşriklerin, istismar ve sömürü saltanatı tehlikeye giren münafık
kesimlerin ve sahte dincilerin, böylesi Müceddid, Müçtehid ve Mürşid
şahsiyetlere düşman olup saldırıya geçmeleri de elbette doğaldır.
Recep Bey bir zamanlar
Erbakan Hoca’ya, “Bırakın da artık sırça saraylar içerisinde oturup
dursunlar. 80 yaşına gelmiş bir adam bakın ne söylediğini, ne yaptığını da
bilmiyor” diye hakaretvari şeyler söylerken, bugün “Erbakan
Hoca’nın kıymeti çok iyi anlaşıyor” şeklinde istismarcılık yapması
da bunların fıtratını ve fırsatçılığını yansıtması bakımından anlamlıdır.
Erbakan Hoca’nın Anıtkabir’i
ziyareti ve anlamı!
SP 1. Olağan Büyük
Kongresi’nde Genel Başkan seçilen Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız
ve yeni oluşan Başkanlık Divanı üyeleri Anıtkabir’e bir ziyaret yapmışlardı.
Erbakan ve beraberindekiler, Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrine çelenk koyup
saygı duruşunda bulunduktan sonra Misak–ı Milli Kulesi’ne teşrif buyurmuşlardı.
Erbakan, burada Anıtkabir Özel Defteri’ni imzalamış ve deftere özetle şunları
yazmıştı: “Senin, her şeyin önünde önem verdiğin tam
bağımsızlığımızı kazanma ve muasır medeniyetlerin önüne (fevkine) çıkma gayeni
gerçekleştirmek üzere aziz milletimiz, 11 Mayıs 2003’te Saadet Parti’mizin
muhteşem kongresiyle ikinci şahlanışını yaptı. Türkiye’miz için ortaya koyduğun
büyük hedeflerin önem ve değerini bugün milletimiz hâlâ yakından takip etmekte
ve hedefine ulaştırmaya çalışmaktadır. Yeniden büyük Türkiye’yi ve yeni bir
dünyayı kurmak için bütün gücümüzle çalışarak, Senin Türkiye’nin her bakımdan
en önde bulunması gayeni gerçekleştirmek üzere elimizden gelen her türlü
gayreti gösterip çabalayacağız. Muvaffakiyet Allah’tandır.’’[3]
Zahiren ve hukuken,
hiçbir mazereti ve mecburiyeti bulunmadan ve zerre kadar istismar ve sığınma
niyeti taşımadan, Rahmetli Hocamızın bu Anıtkabir ziyareti ve özel deftere
yazdığı samimi ifadeleri tarihi bir önem ve anlam taşımaktadır. Başbakan olarak
atandığında veya Hükümet ortağı olduğunda, ya da herhangi bir milli bayram
dolayısıyla bu ziyaret yapılsaydı, bunu bir takım protokol ve prosedür
mecburiyetleri olarak sayanlar haklı çıkardı. Ama Meclis’te yer almayan bir
partinin Genel Başkanı seçilmesi üzerine Hocanın bu ziyareti, çok derin manalar
ve mesajlar barındırmaktadır. Aziz Hocamızın bu tavrı, Milli Çözüm ekibinin
“Bizim Atatürk” kitabını yazmasının da en önemli dayanaklarındandır. Erbakan’ın
hiçbir güce ve kesime yaranma ve yaklaşma ihtiyacı duymadan ve hiçbir baskı
altında kalmadan gerçekleştirdiği bu ziyareti ve özel deftere kaydettiği
sözleri, biz ilmi-fikri takipçilerine ve siyasi rakiplerine örnek olacak ve
ibret alınacak bir davranıştır.
Ya Adil Düzen
kurulacak, ya da insanlığın huzur ve onur kökleri kuruyacaktı!
Değerli Akevler
ekibinin, şu ilmi ve önemli tespitleri, aslında her şeyi açıklamaktaydı:
“AKP -hem de tek
başına- iktidara geldiği günlerde, “Üstadımız” ve “Adil (Ekonomik) Düzen Çalışanı”
arkadaşlarımızla değerlendirmeler yapılmıştı:
“Eğer AKP bu düzende
ve bu programıyla başarılı olursa, bundan bizim mazisi yaklaşık yarım yüzyıla
dayanan ve yüzlerce haftadan beri sürdürmeye çalıştığımız “KUR’AN VE İLİM
SEMİNERLERİ” yanlış söylüyor” anlamı çıkacaktı. Oysa bu hem Kur’an’a, hem akla
ve vicdana, hem de ilmi kurallara aykırıydı. İlk başta (gafil ve cahil güruhça
hala) AKP gayet başarılı görünüyordu, ama aslında ortada gerçek bir başarı
bulunmamaktaydı, sadece “zulüm sistemi” içinde geçici pansumanlar ve bu düzene
payanda olacak atılımlar vardı. Zaman ilerlerken; Tayyip Erdoğan her şeye ve
her yere hâkim olduğu zannına kapılmıştı, oysa malum kesimler O’nu uyutup
kandırarak “devleti paralel bir şekilde” ele
geçiriyorlardı ve bu acı ve alçaltıcı gerçeği bizzat kendileri itiraf
ediyorlardı! Çok iyi yaptıklarını ve başarıdan başarıya koştuklarını zanneden
Erdoğan, kurmayları ve yalakaları aslında ne kadar kötü işler yaptıklarını
Kur’an okusa anlayacaklardı; ama okumuyorlardı, bazıları gibi sadece tilavet
ediyorlardı. Yaptığı icraatların büyük bir çoğunluğu Kur’an’a aykırıydı. Sözde
bilim adamı yaftalı kişilerin “Adil (Ekonomik) Düzen” ile ilgili yazdıkları
yalan yanlış “raporların” da etkisiyle, bilinçaltına “Kur’an ile bir
düzen kurulamayacağı düşüncesi” yerleşmiş ve hidayetleri
kararmıştı. Onlar için önemli olan “zalim düzen”in kuralları içinde
iktidar olmak ve dış güçlere hizmetkârlığı, topluma kahramanlık diye sunmaktı. Bu
empoze etme işi zora girince AKP iktidarı diğer fikirlerin üstünü kapatabilmeyi
meşru görmeye başladı ve neredeyse interneti bile kontrolüne almaya çalıştı.
Kaset ve belge çöplüğüne dönen “siyasi arena” bugünlerde artık iyice
çirkinleşmiş durumdaydı, gün geçmiyor ki bir siyasinin gizli kaseti çıkmasın ve
aleyhine belgeler yayınlanmasındı. Bu kasetlerden montaj olanlar da, gerçek
olanlar da vardı. Belgelerde de durum farksızdı, bir de iftiralar atılmaktaydı.
Belli bir gruba mensup bulunmak veya siyaset camiasının ileri gelen ve tanınan
simalarından biri olmak sanki yalan haberlere malzeme olmak için yeterli bir
gerekçeymiş gibi bu insanlar hakkında bol keseden yalan yanlış haberler yapılıp
yayılmaktaydı. Çamur at izi kalsın felsefesi
uygulanmakta, yapılanlar mide bulandırmaktaydı. Ahlaki değer diye bir kavram
kalmamıştı. Sahnede sahte Müslümanlar birbirlerini taşlarken, sömürü
sermayesi sahipleri ve Mason mahfilleri keyif çatmaktaydı.
Aslında böylece “Adil
(Ekonomik) Düzen”in önündeki en büyük engel olan “Muhafazakârlık
Müslümanlarını” ve münafık din istismarcılarını Allah bertaraf etmiş
olmaktaydı. Demek ki, insanların namaz kılması, eşlerinin başını kapatması ve
dindarlık rolü oynaması dünyaya “adalet” getirmiyormuş; hiçbir şeyi
düzeltemediği gibi daha da kötüleştirebiliyormuş, hep beraber bunu bir
kere daha anladık. Sadece bireylerin değil, “sistemin/düzenin” de iyi olması
lazımmış. Muhafazakârların ve münafıkların yöntemi yanlıştı ve bunların
inançsız icraatları şu sonuçları doğurmaktaydı: Yıllar süren diktatörlükler ve
zorbalıklar, dünyaya öcü, gerici ve zayıf olarak lanse edilen, sürekli ezilen
ve hunharca öldürülen Müslümanlar ve zulme boğulan insanlık; yani SOSYAL
TUFAN’dı! Son çare; tüm bu yaşananlar Kur’an’a ve “Adil (Ekonomik) Düzen'e”
olan ihtiyacın artık ne kadar dayanılmaz bir noktaya geldiğinin kanıtıdır.
Kur’an’dan istidlâl edilerek oluşturulan “ADİL DÜZEN’E GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”
bu ihtiyacı karşılayabilecek tek çalışmadır ve insanlık Erbakan zihniyetine her
zamankinden daha çok muhtaçtır.[4]
İlker Başbuğ’un
talihsiz tavrı!
Daha önce Milliyet’e
verdiği röportajda “Kozmik Oda’yı açsaydım, Bülent Arınç'ın
suikastıyla suçlanacaktım” diyerek dirayet ve metanetini ortaya
koyan İlker Başbuğ ile tahliye edildikten sonra evindeki görüşmeyi:
“Üç gün önce
cezaevinden çıkmış gibi değil de üç gün önce Genelkurmay Başkanlığı görevinden
istifa etmiş gibiydi: Vakur, huzurlu ve intizamlı... Evde bir bayram havası
var. Coşkuyu fazla belli etmemeye çalışan ama olumlu bir şeylerin döndüğünü
düşündüren bir hava...” diye aktaran Ahmet Hakan’ın:
“Türk ordusuna bir dış
operasyon mu yapıldı?” sorusuna “Elimde bir bulgu, bir veri olmadan suçlama
yapamam. 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmesi konusunda TSK’nın suçlandığı
konuşuluyor. Son MGK toplantısında “Tezkere kabul edilsin” görüşünün çıkmaması
doğruydu, aksi halde Meclis’e yön vermiş olacaktı. Ama ben Tezkere’nin çıkması
gerektiğine inanıyordum”[5] yanıtı kafa
karıştırıyordu.
Bu sözlerle 28
Şubat’ın ve Ergenekon operasyonlarının arkasındaki Dış güçleri (ABD Yahudi
Lobilerini) saklama ve suçu Cemaat gibi yerel mahfillere yıkma çabası
sırıtıyordu. Oysa Cemaati TSK’ya kumpas kurup kodeslere tıkacak kadar güçlü
göstermek, Ordu’nun ağırlık ve saygınlığını inkâr anlamına geliyor, “öyle
ise bu TSK’ya nasıl güveneceğiz?”sorusunu gündeme taşıyordu. Bu görüşme Sn.
İlker Başbuğ’un, sanki bu yanıtları vermesi için Ahmet Hakan’la röportaj
ayarlandığı izlenimi veriyordu.
Oysa Cemaatin
yazarları:
“Çok yazık ki iktidar
ne Ergenekon'u anlayabilmiş ne de vesayetle mücadeleyi. Olaya bakışı ilkesel
değil konjonktürelmiş. Yoksa bir yandan “Darbe girişimi
hazırlanmıştır, AKP kapatma davası da bunun bir uzantısıdır” diyeceksiniz
öbür yandan yolsuzlukları unutturmak için alelacele yaptığınız yasa ile hepsini
tahliye edeceksiniz!”
“AKP’nin bugün
itibariyle genel seçim oyları 2002 düzeyinin altına inmiş durumda.”Başbakan, gücün
kaynağı olan sandıktaki meşruiyetini kaybediyor.” Doğrusu yüreğime su serpildi.
Anladığım kadarıyla bu iş bitmiş… Seçimlerde AKP’yi büyük ve kaçınılmaz bir
hüsran bekliyor. Hele Facebook ve YouTube çıkışından sonra, eğer sonuç böyle
çıkmazsa benim tek bir açıklamam var: Demek ki iktidar oy çalmış,
manipülasyon yapmış, seçime şaibe karışmıştır.”[6]
“7 yılda karara
bağlanamayan Zirve davasında, testere ile adam kesenlerin tahliye olmalarını,
Danıştay saldırısında suçüstü yakalanan katilin tahliyesine karar verilmesini
de kimse savunamaz. Hükümetin, yasayı hazırlarken, bu fecaati önleyecek
tedbirleri almamasını bu millete izah etmesi gerekir. Bu tahliyeler ile öyle
bir hava estiriyorlar ki; “Ergenekon davası sanal bir davadır, bu dava
çökmüştür, yargılanan herkes suçsuzdur. Ergenekon davasının, vatanseverleri
yıldırmak için açıldığı artık anlaşılmıştır…” Tahliye yetmez, serbest kalanlara
birer de madalya takılmalıdır… Hatta ve hatta İlker Başbuğ, cumhurbaşkanı
olmalıdır… Yahu bu tahliyeler, beraat değildir. En somut örneği, Danıştay
saldırısının faili, “bir kanun katakullisi” ile tahliye olmuştur. Beraat
etmemiştir. Adamın suçu müebbet hapistir, beraat etmemiştir. Salıverilen ve
müebbet hapis cezası alanların da hiçbiri beraat etmedi. Dava, 7 aydır
gerekçeli kararı yazmayan mahkeme yüzünden Yargıtay aşamasındadır. Yeniden
yargılama da söz konusudur.
Yani bu davaya konu
olan olaylar, darbe hazırlıkları, yığınla belge, delil hepsi sanaldı öyle mi?
İstifa eden Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner; “Hukukun dışına çıktık, bunu yol
edindik, hep böyle gideceğini zannettik” derken rüya görmüştü, öyle mi?
AKP’nin, yüzde 47 oy aldığı halde kapatılmaya çalışılması, cumhurbaşkanlığı
seçimine 27 Nisan muhtırası ile müdahale edilmesi, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz,
Eldiven darbe planları, topraktan çıkarılan mühimmatlar, silahlar, Cumhuriyet
Gazetesi’ne atılan bombalar, daha niceleri hep sanaldı öyle mi? Son dört
yıldır, “bu tutuklamalara, davalara bakmayın, vesayet bütün güçleriyle hâlâ
ayaktadır” diye yazıyorum. 30 Mart sonrasında, bambaşka bir Türkiye’ye hazır
olalım…”[7]
Silivri'yi cemaat mi
boşalttı? Yoksa...
Yeni Şafak gazetesi
yazarı Hilal Kaplan tahliyeler ile ilgili kızılacak asıl
adresin hükümet değil davaları yıllardır çözüme ulaştırmayan cemaat mahkemeleri
olduğunu iddia ediyordu. Kaplan bu gerekçesini ise Fetullah Gülen'in o
açıklamaları sonrası Haberal'ın tahliyesiyle başlayan süreçle ilişkilendirip
şunları yazıyordu:
Önce hukukî terimlerin
havada uçuştuğu tartışmalardan başı dönenler için şu yalın gerçeği belirtelim;
Ergenekon davasındaki tahliyeler, tutuklu yargılanma süresini beş yılla
sınırlayan yasa değişikliğiyle değil, Anayasa Mahkemesi'nin Başbuğ içtihadıyla
ilgilidir. Yani hukuken bakıldığında bile Silivri'yi 'sıfırlayan' AKP değil,
gerekçeli kararı yedi aydır yazamayıp hükümleri kesinleştirmeyen mahkemedir.
Bazı Gülencilerin hali hepten ikircikli ve çaresizdir. Bir yandan 'AKP,
Ergenekoncuları bıraktı' diye ajitasyon yapıyorlar, diğer yandan 'Nerde bu
Ergenekon, üye olacağım' diyen Kılıçdaroğlu CHP'sine destek atmak zorunda
kalıyorlar. Bir de kalkmış, şimdiye kadar Ergenekon ve Zirve gibi davalara
sahip çıkmış, meşruiyet sağlamış aydınlara kara çalmaya çabalıyorlar. Dikkatten
kaçırmak istedikleriyse şuydu: Ergenekon'da örgütünü, Zirve'de katilleri yedi
yılda bulup cezalandıramayan, iki haftada yazmaları gereken hükmün gerekçesini
bir yıla yakın süredir yayınlamayan o aydınlar değil, sizin 'kutsal inek'
misali yücelttiğiniz yargınız! Serbest bırakmıştır!”
Cemaatten bomba Hakan
Fidan iddiası!
Samanyolu Yayın Grubu
Başkanı Hidayet Karaca, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Fetullah Gülen ile
görüştüğünü iddia ediyordu.
Samanyolu Yayın Grubu
Başkanı Hidayet Karaca, AKP'nin cemaate kumpas kurduğunu, 16 Mayıs'da
Erdoğan'ın Beyaz Saray'a Fetullah Gülen ile ilgili geniş kapsamlı bir dosya
sunduğunu söylüyordu. Erdoğan'ın bu dosyayı sunarken Bülent Arınç'ın da eş
zamanlı olarak Fetullah Gülen'i ziyaret ettiğini anlatan Karaca, aynı dönemde
MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın da Gülen ile görüştüğünü belirtiyordu. Hidayet
Karaca, Samanyolu Haber Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Metin Yıkar’ın
sorularını cevaplarken, 2004 yılına ait MGK kararlarının, 10 yıllık süre
içerisinde adım adım uygulandığını vurguluyordu. 17 Aralık'tan çok önce
Erdoğan'ın ABD'yi ziyaret ettiğini ve bu dönemde, Fetullah Gülen dosyasının ABD
yönetimine verildiğini, aynı dönemde MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın da Fetullah
Gülen'i ziyaret ettiğini anlatan Karaca, “asıl saf olanlar cemaat
üyeleriymiş” diye konuşuyordu.
MİT Müsteşarı, Gülen
ile ne görüşüyordu?
Hocaefendi ile 16
Mayıs'tan sonraki bir tarihte, MİT Müsteşarı Hakan Fidan Amerika'da
Pensilvanya'da yüz yüze görüştü. Bunu ilk kez burada açıklıyorum. Bu mesele
siyasi kulislerde de konuşuldu. Peki Sn. Fidan; siz hangi gerekçe ile
Hocaefendi'yi ziyaret ettiniz? Şimdi insan sormaz mı? 16 Mayıs'ta Cemaatle
ilgili bir dosyayı ABD'ye ileteceksiniz, ardından da gidip Hocaefendi ile
görüşeceksiniz! Kim kime kumpas kuruyor, nasıl bir algı oluşturulmaya çalışılıyor?”diyen Hidayet Karaca,
yoksa Cemaatele Hükümetin ABD derin güçleriyle kapıştırıldığını ve danışıklı
dövüş yapıldığını mı ima ediyordu?
[1]Milli Gazete / Başyazı - Yıldızlı /
02Mart2002
[2]Erbakan Külliyatı. Türkiye’nin Meseleleri ve
Çözümleri
[3] Ankara, aa , 16.05.2003
[4] Reşat Nuri Erol, Milli Gazete, 11 Mart 2014
[5] 12.03.2014, Hürriyet
[6] Yüreğime su serpildi, Etyen Mahçupyan
[7] Hüseyin Gülerce, Zaman
Merhum Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Hocamızın teknoloji ve TSK Sevgisi videolarını konu ile ilgili makalelerini incelemek için lütfen linklere tıklayınız.
Videoları İzlemek İçin
2)Konu İle ilgili ufuk açıcı makaleleri okumak için lütfen aşağıda verilen başlıklara tıklayınız.
*** Güç Dengeleri ve ERBAKAN’ın TSK Sevgisi
*** Siyonistleri Ürküten ERBAKAN’ın Mahiyeti ve Teknoloji Kerameti
*** Çağın Fatihi ve Üstün Silah Teknolojisi
Batı sözden anlamıyor, onlara caydırıcı güç gerekiyor!
Haberi Oku*** Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın En Kapsamlı Video Arşivi ***
Haberi OkuERBAKAN HOCAMIZLA AHMET AKGÜL ÜSTADIMIZIN İLGİNÇ ANILARI
Haberi Oku