Küresel Odaklar Kıskacında; İKTİDARIN VE GENELKURMAYIN TAVRI
Öcalan hikâyesi ve Kürt Meselesi!
Abdullah Öcalan 04 Nisan 1949’da Şanlı Urfa’nın
Halfeti ilçesi yakınlarında Ömer ve Üveyş Öcalan’ın çocukları olarak
doğmuşlardı. Mahalle çocukları sokak kavgasında kafasını kırdıklarında annesi
ona: “Ya onlardan intikamını alacaksın veya seni eve sokmayacağım!” diye
azarlamıştı. Ve zaten Öcalan şiddete, ailesini gereği kadar sahiplenip
koruyamadığına inandığı ve pasiflikle suçladığı babasına isyan etmekle
başlamıştı. Zorlu yamaçlara ve kayalıklara tırmanmaktan, yılan tutmaktan, köy
çocuklarını alıp dağlara çıkmaktan hoşlanırdı. Yaşıtları ve komşu çocukları“mağaralara
girmek ve yılan öldürmek” dışında Abdullah Öcalan’ı aralarına
sokmazlardı. Bunun, ailesinin Ermeni dönmesi olduğu söylentileri nedeniyle
köylülerin kendilerine iyi gözle bakmamalarından ve bu tavırlarını çocuklarına
yansıtmalarından kaynaklandığı anlatılmıştı. Yani Öcalan’ın ilk intikam
hırsı Türklere değil, komşuları olan Müslüman Kürtlere karşı kızışmıştı. Acaba
Türklerle Kürtleri kapıştırıp her ikisini birbirine boğdurma gayesi ve girişimi
bu horlanma ve dışlanma yüzünden gelişen aşağılık psikolojisinden ve intikam
dürtüsünden mi kaynaklıydı?
Derken Ankara Tapu ve Kadastro Meslek Lisesini bitiren
Öcalan 1969’da Diyarbakır’a kadastro memuru olarak atanmıştı. 1970’de
İstanbul’a tayini çıkıp Devrimci Doğu Kültür Ocaklarında faaliyetlere
katılmıştı. 1971’de İstanbul Hukuk Fakültesine kayıt yaptırmış, aynı yıl Ankara
Siyasal Bilgilere yatay geçiş yaptırmıştı. 1972 yılında DHKP/C bildirileri
dağıtırken yakalanıp, evlilik hazırlığındayken 7 ay hapis yatmıştı. Ve bu
dönemlerde, maalesef CIA ve MOSSAD güdümlü MİT ile irtibatları ortaya
çıkacaktı.
Hapisten sonra MİT ihbarcısı ve Şeyh Said isyanında
devlet elemanı bir babanın kızı olan Kesire Yıldırım’la Ankara Gençlik parkında
nikâhları kıyılmıştı. 27 Kasım 1978’de ise PKK’yı kurup, Türkiye, Irak,
Suriye ve İran’dan koparılacak topraklar üzerinde Bağımsız ve birleşik
Kürdistan hayaline ulaşmak üzere yola çıkmıştı. Oysa Öcalan’ın dış güçlerin
kışkırtması ve kullanması olmadan, değil yola çıkması böyle bir hayal kurması
bile imkânsızdı.
Daha sonra 12 Eylül 1980 askeri darbesini haber alan
Öcalan Suriye’ye geçip, örgütü buradan yönetmeye başlamıştı. Solcu Komünist
Maocularla, sağcı faşist militanların Bekada birbirine yakın kamplarda aynı
CIA-MOSSAD ajanlarınca eğitilip ülkemize salındıklarını ve Türkiye’deki kardeş
kavgasında tetikçi figüranlık yaptırıldıklarını daha sonra bizzat kendileri
anlatacaklardı. Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek gibi birçok aydın ve yazar
takımının Apo’yu ziyaret edip kucaklaşmaları ve gelip Onu kahramanlaştıran
röportajları yayınlamaları da aynı döneme rastlamaktaydı. Apo’yu toplum gündemine
getirip tanıtmak, reklamını yaparak Liderlik konumuna taşımak üzere ve tabi
malum güçlerin tertip ve teşvikiyle Bekaa’ya gidip O’nunla ilk röportajı yapan
sabataist kafalı… Ve yakın dostu Hasan Cemal gibilerin iltifatlı ifadesiyle “İblis” lakaplı
Mehmet Ali Birand… Eşi, NATO’dan emekli Cemre Hanım’a evlilik öncesi bir
mektupta açıkça itiraf ettiği üzere, genellikle Yahudilerde rastlanan bir ahlak
ve anlayışla; “… Kuvvete inanan, hep güçlüden yana olan, zayıf
insanlardan hoşlanmayan…” Mehmet Ali Birand… Kürdistan’a özerklik,
Apo’ya resmi liderlik pozisyonu kazandırmak için, son nefesine kadar
çırpınmışlardı.
Abdullah Öcalan 20 Haziran 1987’de Pınarcık köyünde 16
çocuk, 6 kadın, 8 erkek toplam 30 kişiyi katlettirip PKK’nın vicdansızlığını
ispatlayacak ve korku salacaktı. APO, 15 Mayıs 1996 PKK 6.kongresinde,
“Ne kadar cinayet o kadar rütbe; ne kadar kanlı eylem, örgütte o kadar
yükselme” diyerek dinsiz ve terörist militanlarına toplu katliam
talimatları yağdırmıştı. Ve tekrar hatırlayalım ki, bütün bu süreçlerde CIA ve
MOSSAD ajanlarınca ve Türkiye dâhil bölge ülkelerindeki ABD ve AB ülkeleri
diplomatlarınca kendisine arka çıkılmıştı. 1998’de Türkiye’nin baskıları
üzerine Suriye’den çıkarılan Apo, önce İtalya’ya, sonra Kenya’nın Yunanistan
konsolosluğuna taşınıp saklanmış; 15 Şubat 1999’da ise ABD yetkilileri ve CIA
şeflerince ve tabi “Asla öldürülmeyip PKK’yı hapisten yönetmek” şartıyla
Türk ekibine teslimatı yapılmıştı. 29 Haziran 1999’da idama çarptırılan
Öcalan’ın cezası, AB uyum yasaları gereğince müebbet hapse çevrilmiş
bulunmaktaydı.
Paris Cinayeti ve Hedefleri
“İmralı müzakere süreci az da olsa yolunda giderse,
Kandil-İmralı kapışması kaçınılmaz görülmektedir. Hakikatte Kandil-İmralı
kapışması, müzakere sürecinin etkin ve ciddi bir şekilde yürüdüğünü gösterir.
Ayrıca böyle bir kapışma Kandil, Türkiye ve Avrupa dâhil tüm KCK etki sahasında
zincirleme reaksiyonlara neden olabilir. Son gelişme PKK'nın kurucu kadrosundan
Sakine Cansız'la birlikte 3 PKK'lı kadının Paris'te profesyonelce öldürülmesi
akla 4 ihtimal getirmektedir:
1-İmralı sürecini sabote etmek üzere Türk derin
yapılanması ve özel harp unsurları tarafından yapılan bir operasyon olabilir.
2-İmralı sürecini sabote etmek ve PKK'ya mesaj vermek
üzere yabancı istihbarat servislerinin kendi inisiyatifleriyle yaptıkları
operasyon olabilir. (Savama, MOSSAD veya Batılı servisler.)
3-İmralı sürecini sabote etmek üzere, müzakere karşıtı
ve sonuna kadar silahlı mücadeleyi savunan Kandil'in yabancı istihbarat
servislerine siparişi olabilir.
4-İmralı sürecini sabote etme gayesinin yanında, örgüt
içi hedef kanada ve örgüt sempatizanı Kürt tabanına psikolojik bir harekât
olabilir. Örgüt içi kanat hesaplaşmasıdır sayılabilir.
Benim teşhisim bu son şıktır. PKK kurucu kadrosundan
Sakine Cansız'ın öldürülmesiyle ihalenin Türk tarafına bırakılması mümkün
değildir. Çünkü, Türkiye müzakereler esnasında operasyonları zaten sürdürmekte,
sıcak temas sağladığı mevkilerde teröristleri tasfiye etmeye devam etmektedir.
Yani Türkiye İmralı süreci devam ederken, hiçbir PKK'lının veya PKK kurucusu
veya liderinin kılına dokunmayacağını taahhüt etmemiştir. Bilakis operasyonlara
devam edeceğini belirtmiştir. Bugün TSK ve Özel Harekât, KCK Yürütme Konseyi
üyesi birisini veya Karayılan'ı veya Fehman'ı öldürse bile kimse, Türk
tarafının süreci sabote ettiğini iddia edemez çünkü Türk tarafının böyle bir
taahhüdü söz konusu değildir”[1] diyen Gültekin Avcı ya aşırı safiyet ve feraset
zafiyetiyle veya kasten, PKK gibi AKP’nin de aynı küresel odakların güdümünde
olduğu gerçeğini gizlemek niyetiyle olayı çarpıtmaya yeltenmektedir. Çünkü
doğruları-yanlışlarla harmanlayıp eksik arz etmek ve zoraki yorumlarla
dikkatleri farklı yönlere çekmek günümüzde yalanın en yaygın ve maalesef saygın
halidir.
“Kandil-İmralı gerilimi, Öcalan ve takipçilerinin
örgütten ayrılmasına kadar gidebilir. Büyük parça dağda kalıp terör devam
edecektir. Zira terör örgütünü Öcalan kurmuş ama bugünlere kendisi
getirmemiştir. Öcalan,12 Eylül darbesinin gerçekleşeceği kendisine haber
verilince karısı, kardeşi ve örgütün bilgisi olmadan Suriye'ye geçmiştir. Eski
PKK'lı Şükrü Gülmüş, Öcalan'a MİT'in haber verdiğini söylemektedir. Öcalan,
örgütün kuruluş evresinde para transferini anlatırken, yıllar sonra MİT mensubu
Pilot Necati'nin bu paraları örtülü ödenekten getirdiğini itiraf etmiştir.
“Öcalan'ın MİT'e olan zaafını müzakere karşıtı Kandil
bilmektedir. Dolayısıyla Öcalan üzerinden örgütün erozyona uğramasını
engellemek için bundan sonra da Öcalan kanadına yönelik saldırı ve infazlar
gerçekleşebilir. Olaya Kandil-İmralı kapışması olarak baktığımızda ilk
randevunun Çukurca saldırısı olduğunu söylemek yerindedir. İmralı sürecinin
akıbetini de örgüt içi kapışmanın galibi belirleyecektir” sözleri tamamen, PKK’nın dış bağlantılarını, Siyonist merkezlere
figüranlığını, AKP’nin de aynı güçlerce programlandığını gizlemeye yöneliktir.
Hatta aynı yalaka ve kiralık yazarlar bir gün sonra,
Paris cinayetinde küresel çeteyi aklamak ve saklamak gayretiyle “Bu
infazların gerekirse Türk Gladyosu tarafından işlenmesinin gayet doğal ve
normal olduğu” kanaatini aşılayan yazılar döşenmişlerdi. Fransız
yetkililer, önce cinayetlerinin 7.65’lik tek tabancadan çıkan kurşunlarla
işlendiğini saptamışken, 1 hafta sonra 3 ayrı silahın kullanıldığını ve 3 ayrı
katilin arandığını açıklaması da ilginçti. Hatta bazı dostlarımıza “izleyin,
bu işin suçu İran’a yıkılmaya çalışılırsa şaşmayın!” tespitimiz
gerçekleşmiş, o malum ve marazlı figüranlar: “Türkiye’nin bölgesel
aktör olmasını kıskanan ve PKK terörünün devamından fayda uman İranlı ajanların
katil olabileceği!” yorumları dillendirilmişti. Oysa Fransa, Almanya,
Hollanda, Belçika, Avusturya ve İtalya gizli servislerinin, CIA ve MOSSAD’ın
tertip ve teşvikiyle PKK içine soktukları, bir kısmı da Kürtlerden oluşan
elemanların varlığı herkesçe bilinmekteydi. FEYKA (Fransa Kürt Dernekleri
Federasyonu) Başkanı Mehmet Ülker 3 PKK’lı kadının öldürüldüğünü “Kürdistan
Enfarmosyon Merkezi” binasının, önce anahtarlarının çalındığını yani olaya bir
hırsızlık süsü verilmeye çalışıldığını söylemişti.[2] Oysa
kurşunların tek silahtan çıktığı olay sırasında bir boğuşma yaşanmadığı, olayın
18:00’de değil öğleden önce yapıldığı gerçeğinin de Fransız yetkililerce
çarpıtıldığı belirlenmişti.
Aslında Paris’te üst düzey PKK’lı olan ve birisi
Fransa Cumhurbaşkanı ile rahatlıkla görüştüğü açıklanan üç kadını öldürenler,
devletlere ve hükümetlere hükmü geçen küresel güçlerdir ve şunları
hedeflemişlerdir:
a-AKP iktidarı; PKK’yi kurduran ve kullanan ABD ve
İsrail’in istediği özerk Kürdistan’a razı olduktan sonra da, devam ettirilecek
olan terörist saldırıların suçunu güya APO’ya bağlı olmayan Kandil’in
üstüne yıkmak, böylece hem Erdoğan’a hem de Öcalan’a yönelik ithamları
yumuşatmak. Ve tabi Kandili de parlatıp pohpohlamak
b-Apo’nun 40 sene önce PKK’yı kurarken amaçladığı: “Türkiye
Irak, Suriye ve İran’daki Kürtleri kapsayacak tek ve birleşik Kürdistan’ı
oluşturmak”, böylece Büyük İsrail hedefine yaklaşmak ve BOP’u gayesine
ulaştırmak üzere devam ettirilmesi gereken PKK terörüne ve “kürt meselesi”
denilen ayırımcılık sürecine hem bahane hem meşruiyet ve mazeret kazandırmak.
c-İsrail Siyonizm’inin (ABD ve AB emperyalizminin)
kontrolü dışında, ne Apo’ya ne Erdoğan’a bağımsız davranma ve karar alma imkanı
ve fırsatı bırakmamak istemişlerdir.
Eski ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson Wikileaks
belgelerine sızan, PKK ile ilgili 2007 tarihli gizli kriptoda: “Şimdi
bizim iki ana hedefe odaklanmamız; Sakine Cansız ve Rıza Altun’un takibini
daraltmamız gerekiyor” diyordu. Yani Sakine Cansız’ın ortadan
kaldırılmasına, PKK’nın asıl patronu olan ABD Yahudi Lobileri 2007’de karar
veriyordu. Şimdiki ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone’nin “Karayılan’ın
öldürülmesi ve Abdullah Öcalan’la rahat müzakere yürütülmesi” teklifi
ise, arada kaynayıp gidiyordu! Yani hayret verici şekilde Abdullah Öcalan
“barış meleği” gibi parlatılmaya çalışılıyor, “Kandil grubu teröre
devam ederse, bu Apo’nun suçu değil” propagandası yapılıyordu. Böylece
ABD-İsrail; hem Güneydoğumuza Özerk Kürdistan’ı kurduracak, hem AKP’yi “barışı
sağlayan kahraman” konumuna taşıyıp daha rahat taşeronluk yaptıracak, hem de
yıllardır besleyip büyüttüğü PKK terör mafyasını, kendilerine yüz milyarlarca
dolarlık kazanç sağlayan uyuşturucu ve cinayet işlerinde kullanmaya devam
edeceklerdi. Çünkü dış güçlerin, PKK gibi markalaşmış bir “terör
şirketini” fesh edeceklerini düşünmek yanlıştı.
Eski PKK liderlerinden Nizamettin Taş, Ruşen Çakır’la
röportajında, özellikle tezkere krizi sonrasında, ABD’nin PKK’yı resmen
Türkiye’ye karşı kışkırtıp kullandığını açıklamıştı.[3] Yetmez
Erdoğan’ın yaptığı kabine değişikliği ile PKK’yla müzakereye mesafeli duran ve
az buçuk Milli haysiyet taşıyan Bakanları görevden aldığını ve yerlerine, daha
ılımlı ve uyumlu kişilerin atandığını söylediğimizde “o kadarda olmaz” der
gibibakışan dostlarımız, iki gün sonra ABD’nin en çok satan ve Yahudi Lobileri adına çıkan Wall
Street Journel’in bizim tespitimizi doğrulayan yorumunu okuyunca şaşırmışlardı.
Evet Erdoğan bu seferde Siyonist Lobilerinin Nobel Barış ödülünü kazanacaktı!
Çünkü bölge barışı uğruna, Güneydoğumuzu da içine
alacak Büyük Kürdistan’ı (küçük İsrail) kurma yolundaki cesur adımları yanında,
NATO ve Amerika’nın bile girmekten sakındığı Suriye konusunda Rusya ve İran’la
bile sürtüşmeye hazırdı! Hatta bu maksatla, Erdoğan’ın da fiilen katıldığı Libya
saldırısında kullanılan zehirli gaz bombalarından arta kalanların Suriye’ye
taşınıp Rus ve Esat subaylarının patlattığı imajı verilsin diye Katar’ın
İngiliz SAS komandolarına büyük paralar teklif ettiğini AKP yandaşı Yeni Şafak
yazarı İbrahim Karagül yazmıştı.[4]
Bu arada bay Bülent Arınç’ın Paris’te infaz edilen, ve
tabi kesinlikle sürpriz olmadık şekilde layık ve alışık oldukları bir akıbetle
bu dünyadan göçen PKK’lı kadınlar için: “Hiç te böyle ölmeyi hak
etmemişlerdi!” sözleri, sadece ahmaklıktan halkımıza ve şehit
analarımıza karşı küstahlıktan çok daha öte, bir ruh röntgenini ve karakter
genini yansıtır cinstendi.“PKK ile uzlaşın ve güneydoğoya özerkliğin alt
yapısını hazırlayın!” talimatı veren Siyonist merkezlere yaranmak
ve Diyarbakır surları önünde kucaklaştığı BDP’lilere yağcılık yapmak üzere sarf
edilen bu sözleri duyunca içimizden Sn. Arınç’a “Bari bekle, PKK’lı
teröristlerin cenaze namazını da sen kıldır ve ruhları şad olsun diye hatimler
okutup şirinlik helvası dağıt!” demek geçmişti. Milli haysiyetin
ve Dini hassasiyetlerin bu denli yozlaşması mümkün değildi, tam aksine bu
tavırlar, temelde bu değerlerin zaten önceden de bulunmadığının göstergesiydi. Diyarbakır’da
PKK bayraklarıyla kaldırılan ve ne konuşmacıların ne katılımcıların ağzından
tek bir kere olsun “Allah” kelimesi çıkmayan ve her ne hikmetse, o gün
ortalıkta polise rastlanmayan cenaze töreni, dinsiz-komünist Kürdistan’ın ilanı
gibiydi.
Paris güvenlik kamerası ağıyla çevriliydi!
Fransa genelinde 700 bin civarında güvenlik
kamerasından söz edilmekteydi. Paris’teki toplu taşıma araçlarındaki kamera
sayısı 10 binlerceydi. Bu rakam İngiltere’de 4 milyonu geçmekteydi.
İstanbul’daki resmi-özel güvenlik kamerası sayısı 130 binlerdeydi. Sadece her
saat Fransa dışına bir hızlı trenin kalktığı Paris’in Gare Du Nord bölgesinde
540 kamera her an insanları gözetlemekteydi. Bazıları Paris’te sokağa çıkan her
insanın en az günde 70 kere kameralara yakalandığını belirtmekteydi. Yani
Fransa’nın başta Apo’ya yakın Sakine Cansız olmak üzere 3 PKK’lı kadını infaz
edenleri tespit edememesi mümkün değildi. Ancak bu cinayetleri küresel
şebekenin ve onların güdümündeki Fransız emniyetinin işlediği bilinmesin diye,
yapılacak ilk şey, olay mahallindeki güvenlik kameralarının arızalı
gösterilmesiydi. Ve bizim tahmin edip beklediğimiz haber Fransız Yahudilerinin
güdümündeki Le Monde gazetesinden gelmişti. Le Monde, hadiseden bir gün sonra,
infazın gerçekleştiği binanın ana kapısındaki dijital şifrenin, o gün boyunca
devre dışı bırakıldığı haberini vermişti. Hayret, bu haberi Fransa’daki başka
hiçbir yayın organı geçmemişti!? Yani bundan sonra, bu cinayet uydurma senaryo
ve figüranlarla PKK içindeki bir fraksiyon çatışması olarak gösterilecekti.
İkide bir “Küreselleşme”nin önemini ve gereğini
vurgulayanlar; hatta küreselleşmeye karşı çıkanları ve bunun “gizli dünya
düzeni”ne köleleşme anlamını taşıdığını savunanları bağnazlık ve çağdışılıkla
suçlayanlar, aslında dünyanın aynı odaklarca yönetildiğini ve tabi güya demokratik
veya despotik usullerle işbaşına gelen hükümetlerin de aslında bu küresel
merkezlerin sömürge valiliğini yürüttüklerini itiraf etmiş olmaktadır. Öyle
ise, bu Siyonist sömürme ve sindirme sisteminde, hükümetler de muhalefet de,
istihbarat servisleri de terörist çeteler de, medya hizmetçileri de, mafya
şebekeleri de; evet hepsi bu küresel merkezlerin kontrolü altındadır ve
kendilerine verilen rolleri oynayıp halkı oyalamaktadır.
O nedenle, bu şeytani gücü dağıtmadan, siyonizmin
ekonomik, teknolojik, masonik, politik ve askeri saltanatını yıkmadan PKK’nın
de AKP’nin de aynı merkezlerce manipüle edildiğini hala anlamadan yapılacak
bütün yorumlar boşuna bir yorulmadır ve farkında olmadan Siyonist düzene
figüranlık yapmaktır. Evet, bugün BM’nin bu küresel gücün siyasi mekanizması,
NATO’nun ise bu Siyonist şebekenin askeri karargâhı olduğunu anlamayan veya
aksini savunan, kiralık bir işbirlikçi değilse, herhalde ahmaktır. İşte bu
gerçeği kavramak ve insani sorumluluklarını kuşanmak, kurtuluşun ilk anahtarıdır.
Ve bu hakikati büyük bir cesaret ve dirayetle ortaya koyan Erbakan gerçek bir
kahramandır ve zulüm düzeni onun projeleri ve teknolojileriyle yıkılacaktır.
Abdullah Öcalan’ın ilginç tavsiyesi: Anayasanın kritik
bölümlerini Numan Kurtulmuş ile Osman Can yazıversin!
Yarı resmi ABD sözcüsü gibi davranan Ruşen Çakır 16
Ocak 2013 tarihli (www.gazetevatan.com) yazısında bunları dile getirmişti.
“Çünkü gördüğüm kadarıyla PKK’nın silahsızlandırılması
sürecinde rol alan aktörler, bunun her iki taraf için belki de son şans
olduğunun bilincindeydi. Yine temel aktörler, sürecin başarıyla sonuçlanmasını
istemeyen odakların ellerinden geleni yapacaklarını da çok iyi bilmektedir. Her
ne kadar iktidar partisi Paris suikastinde “PKK içi hesaplaşma”yı, BDP de “Türk
Gladyosu”nu işaret etse de, taraflar, tetiği kim çekmiş olursa olsun, “olayın
gerçek sorumlularının süreci sabote etmek isteyenler” olduğunda müttefiktir.
Bu bağlamda, telefonla görüştüğüm Mehmet Öcalan’ın,
önceki gün ziyaret ettiği Abdullah Öcalan’ın “Derin
güçler yine devrede. Herkes çok çalışmalı. Yoksa bunun ardından başka hamleler
de gelebilir. Özellikle cenazelerde sağduyu hâkim olmalı” şeklindeki
uyarılarını aktarmak isterim. Zaten anladığım kadarıyla bu süreçte Öcalan’a
tahmin edebileceğimizin ötesinde kritik bir rol düşmektedir: Bir yandan her
türlü etki ve manipülasyona açık olan Kürt siyasi hareketini (BDP’yi),
özellikle de PKK’yı aktif bir şekilde sürece katmak; diğer yandan bu hareketin
kitle tabanının çözüm umudunu diri tutmak; öte yandan hükümetle belli bir güven
ilişkisi tutturmak ve nihayet Türk kamuoyunun kaygı ve hassasiyetlerini
gözetmektir.
Öcalan’ın bu kaygı ve hassasiyetler nedeniyle, örneğin
“demokratik özerklik” ısrarından (şimdilik) vazgeçmiş olduğunu; benzer bir
şekilde yeni anayasada “Kürt” tabirinin geçmesini de talep etmediğini
öğrenmiştik. Dün Ankara’da bu konuyla ilgili olarak bir başka şey daha
öğrendim: Yeni anayasada en temel sıkıntının Kürt sorunu nedeniyle
yaşanacağını, 4 partili ortak komisyonun bu konuda uzlaşamayacağını düşünen
Öcalan şöyle bir pratik çözüm önerisi geliştirmişti: Anayasanın Kürt
sorunuyla ilgili bölümlerini, iktidar partisine son kongre öncesi katılmış olan
ve yönetime giren iki isim, Has Parti eski Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile
Anayasa Mahkemesi eski raportörü Osman Can kaleme alsın” dediği belirlenmişti.
Okurlarımız hatırlayacaktır: Numan Kurtulmuş’un AKP’ye
transferi konusunda “Bu olaya sadece, AKP’nin oy oranını biraz daha
arttırmak, cemaate ve Abdullah Gül’e karşı Recep bey ekibine destek sağlamak ve
Milli Görüş tabanını AKP’de toplamak” açısından bakmanın yeterli ve
tutarlı olmayacağını, Siyonist merkezlerin Milli Görüş’e özel görevlerle
soktukları Numan Kurtulmuş’a, Türkiye’nin parçalanma sürecinde kritik roller
oynatılacağını belirtip biraz beklenmesi gerektiğini söylemiştik. İşte Ruşen
Çakır’ın “Abdullah Öcalan Yeni Anayasa’nın Numan Kurtulmuş ve Osman Can
tarafından yazılmasını teklif etti” haberi bu öngörümüzün
gerçekleşmesiydi. Aslında Abdullah Öcalan’ın Numan Kurtulmuş’u böylesine
yakından tanıması ve güven duyması mümkün değildi. Yani Öcalan ağzıyla gündeme
getirilen bu teklif, Siyonist Yahudi Lobilerinin bir tavsiyesi ve tertibiydi.
AK Partiye uzatılan üçüncü can simidi ve Hukuk’un
özelleştirilmesi!
“Hatırlayalım: “Yenilikçi Hareket” mensupları
kuracakları partiye son şeklini vermek için 02 Ağustos 2001’de Afyon İkbal
Termal Otel’de kampa girmişti. Çalışmalarla ilgili basına açıklama yapan
İstanbul Bağımsız Milletvekili Mehmet Ali Şahin önce tüzüğün ele alındığını
söylemişti. Şu cümleler Sayın Şahin’e aitti: “Bir kişi sadece 4
kongre dönemi genel başkanlık yapabilecektir. Bu, Türkiye şartlarında en az 8,
en fazla 12 yıl demektir. Çünkü 2 ile 3 yıl arasında kongreler yapıldığına
göre... Bundan şöyle de bir sonuç çıkarabiliriz. Bu tüzüğü uygulayan bir genel
başkan, eğer üst üste genel başkanlık yapacaksa en fazla 12 yıl görev
yapabilir. Eğer bu partinin genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan olacaksa, 60
yaşında siyaseti bırakmak durumunda kalır.” O gün, bu açıklamayı
yapan Sayın Mehmet Ali Şahin şimdi 63 yaşında. Eğer bu taahütleri hala
geçerliyse Sayın Başbakan’ın önümüzdeki yıl siyaseti bırakması gerekmektedir.
Gene o günlerde en çok dillendirdikleri bir şey daha vardı; o da; 65 yaşında
birinin milletvekili yapılmayacağı sözü idi. “65 yaşında olan bir
şahıs mülk satacaksa kendisinden bir heyetten alınmış ‘akıl sağlığı’ raporu
istenmektedir. Bu durumda olan biri nasıl devleti idare edebilir” derlerdi.
Ama AKP’de her dönemin etkili ismi; TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek 67 yaşına
girmiştir. Ve işte bugünlerde Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti’yi kendi
tüzüğünden kurtaracağından söz edilmektedir. Eğer bu söylenenler gerçekleşirse,
AK Parti’ye uzatılan üçüncü can simidi olacaktı.
İlk can simidi uzatılıyor:
AYM 22 Haziran 2001’de Fazilet Partisini kapatarak
yenilikçilerin yolunu açmıştı. Yenilikçi kanat 20 Temmuz’da kurulan Saadet
Partisi’ne katılmayarak yollarını ayırmıştı. Bu ekip de 14 Ağustos 2001 yılında
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurmuşlardı. 3 Kasım 2002’de yapılan genel
seçimleri Adalet ve Kalkınma Partisi kazanmıştı; yeni kurulan bu parti tek
başına iktidara taşınmıştı, ancak buruk bir iktidardı… Çünkü partinin genel
başkanı milletvekili olamamıştı ve Başbakanlık koltuğunda bir emanetçi
oturmaktaydı.
İkinci can simidi uzatılıyor:
Bu konuyu CHP eski Milletvekili Zülfü Livaneli’nden
dinleyelim; (26.07.2007 Vatan Gazetesinde yayınlanan köşe yazısı) “2002
seçimlerinden hemen sonra, karlı bir kış günü. Öğleden sonra saat 3.
Beylerbeyi’ndeki Bosphorus Balık Lokantası’na iki araba yanaşıyor. Arabalardan
birinde Deniz Baykal ve Bülent Tanla var, ötekinde Tayyip Erdoğan ve Haluk
Örgün. (…) İki genel başkan lokantada buluşup üst kattaki bir odaya çıkıyorlar.
Orada kendilerine yemek servisi yapılıyor. Sonra saatlerce baş başa kalıp
konuşuyorlar. Bu buluşmadan ne CHP organlarının haberi var ne kamuoyunun. (…)
Baykal, bu buluşmadan geldiği gibi gizlice ayrılmıştı. Daha sonra kamuoyuna söz
verdiği dokunulmazlık şartını öne sürmeden, Erdoğan’a koşulsuz başbakanlık
yolunu açacaktı.”
Üçüncü can Simidi:
TOBB ile ilgili verdiği kararı ellerine alıp AYM’nin
yolunu tutacak olan AK Parti’li tüzük mağdurları (!) bu yolla ömür boyu siyaset
yapma özgürlüğüne yeniden kavuşmuş olacaklardı. Ne ilginç değil mi? Şimdiye
kadar Anayasa Mahkemesi partileri kapatır, siyasi özgürlükleri kısıtlardı. Ama
bundan böyle partililerin kendileri için aldığı kısıtlama kararlarını iptal
edip özgürlüklerin önünü açan bir kurum olarak anılacaktı”[5]
Ülkemizde bunlar yaşanırken ve endişe verici sonuçlara
yaklaşılırken, asıl kafamızı karıştıran ve merakla yanıtı aranan soru şuydu:
Bütün bu talihsiz gelişmeler karşısında Kahraman
Ordumuz ve Genel Kurmayımız, acaba çok stratejik bir sabırla ülke ve bölge
dengelerini değiştirecek tarihi çıkışa mı hazırlanıyordu; yoksa vurdumduymaz ve
sorumluluk almaz bir tavır mı takınıyordu? Şahsen bizim kanaatimiz olumlu ve
onurlu bir stratejik sabır gösterildiği ve şartların olgunlaşmasının beklendiği
yönünde yoğunlaşıyordu.
[1] http://gundem.bugun.com.tr/kandil-imrali-kapismasi-218796 -
12 Ocak 2013
[2] Star / 19 01 2013 / Saadet Oruç
[3][3] Vatan / 27 01 2013
[4] 28 01 2013
[5] Milli Gazete / Sadrettin Karaduman
/ 15 Ocak 2013
Batı sözden anlamıyor, onlara caydırıcı güç gerekiyor!
Haberi Oku*** Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın En Kapsamlı Video Arşivi ***
Haberi OkuERBAKAN HOCAMIZLA AHMET AKGÜL ÜSTADIMIZIN İLGİNÇ ANILARI
Haberi Oku