AKP’NİN İFLASI, ADİL DÜZEN’İN İHYASI
Türkiye petrol ve
doğalgaz zengini bir ülke değildir. Su zengini bir ülke de değildir. Bu nedenle
mutlaka sanayi ve teknolojisini güçlendirmek, tarım ve hayvancılığını
geliştirmek, bor ve kömür gibi madenlerini kendisi işleyip ihraç etmek ve
yetişmiş insan potansiyelini verimli değerlendirmek ve kesinlikle üretken bir
ülke haline gelmek mecburiyetindedir. Enflasyonist büyüme modeli 2001 kriziyle
tamamen çöken Türkiye, cari açığının finansmanına dayalı bir büyüme modeline
geçmeye mahkûm edilmiş ve böylece uluslararası konjonktürün de yardımıyla
nispeten düzelme göstermiştir. Cari açığını uluslararası mali piyasalardan veya
direkt dış yatırımla finanse edebilmesi için AKP rejimi, aldığı dış desteğin
devamı için, güya “hukukun üstünlüğüne dayalı, insan
haklarına ve temel hak ve özgürlüklere saygılı, demokratik, kurumsal ve
öngörülebilir olmak”kılıfıyla Siyonist sermayenin hizmetinde olmaya mahkûm
edilmektedir. Aksi halde Türkiye’ye cari açığını kapatmaya yetecek kadar para
girişi kesilecek, bu kez hükümet batmamak için o yabancı parayı piyasadan
toplamaya yönelecek, devalüasyon kaçınılmaz hale gelecek, büyüme daha da
düşecek ve bunlar çok kısa sürede ağırlığını hissettirecektir. Cemaat Hükümet
çekişmesiyle psikolojik dengesini, ahlaki ve hukuki disiplinini iyice yitiren
Erdoğan, ülkeyi karanlık bir mecraya doğru sürüklemektedir. Faizci bir sistemde
enflasyon %2,5 ile %5 arasında tutabilmek büyük bir maharettir ve ekonomik
dengeye zararsız hale getirilebilir. %5 ile %10 arası enflasyon kötü gidişe
işarettir. Ama %10’dan fazlası bütün sistem için tehlike sinyalidir. Ve hele
%20’leri aştığında o ekonomi iflasa sürükleniyor demektir. AKP yönetimindeki
Türkiye’de enflasyon fiilen %13’e erişmiştir ve bu çok kötü bir süreçtir.
(Resmi ağızların %9-10 demesi bu gerçeği gizlemeye yöneliktir) Aslında küresel
sömürü sisteminin kalesi olan ABD bile, sadece silah gücüyle ve karşılıksız
doları “dünya parası” yapıp zorla satmak sayesinde varlığını sürdürmektedir, ama
bunu daha fazla devam ettirmesi mümkün değildir.
AKP’nin yürüttüğü
Türkiye ekonomisi, yapısal hiçbir sorununu çözemediği için; sıcak para,
borçlanma ve tüketim destekli büyüme çabasıyla şimdiye kadar sadece günü
kurtarabilmiştir. Dünya üzerinde bolca bulunan sıcak parayı yüksek faizle
ülkeye çekip, adeta “el parasıyla” sağlanan hormonlu bir büyümeyle pembe
tablolar çizilmektedir. Ne zaman ki, FED’in tahvil alımlarını azaltacağını
açıklaması ve neticesinde de dışarıdan rahatça borçlanma imkânlarının daralacağının
anlaşılması, diğer gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye’yi de sarsıvermiştir.
AKP-Cemaat savaşı ve dövizdeki hızlı yükselişle birlikte faizlerin artması da
hükümet tarafından“kendilerine operasyon yapıldığı, komplo kurulduğu” şeklinde
gerekçelendirilmiştir. Hâlbuki Merkez Bankası’nın faiz arttırdığı günlerde
diğer gelişmekte olan ülkelerde de benzer durumlar gözlenmekteydi. Bir anda
gelişen ülkeler safından, kırılganlar saflarına savrulan sadece Türkiye
değildi. “Kırılgan 5’li” olarak nitelenen ülkelere bakınca, FED’in kararıyla
birlikte gelişen ülkelerin benzer bir savruluş yaşadıkları daha da iyi
belirginleşmişti. Yani, iç siyasetteki kargaşa sadece durumun üzerine tuz biber
ekmişti. Bu arada, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye’den
oluşan “Kırılgan 5’li” içinde en yüksek ikinci faiz yüzde 13 ile Türkiye’dedir.
Dolar hızla yükselişe geçmiş, Başbakan’ın çizdiği pembe tablolar bir anda
grileşmiş, büyük sosyal patlamalara ve siyasal çatışmalara doğru gidişi fark
eden fareler, gemiyi terk etmeye yönelmiştir.
Ya Adil Düzen’e ve
sağlam para dönemine geçilecek veya çözülme ve çöküş sürecine girilecektir!
A – Adil Ekonomide
DEVLET:
1- Makro planda ve
ülke çapında genel kalkınma planları ve altyapı hazırlayacak,
2- Ülke
ihtiyaçlarına ve dünya standartlarına uygun ve verimli yatırım projeleri ortaya
koyacak,
3- Destek,
yönlendirme ve teşvik hizmetleri yaparak organize ve koordine göreviyle özel
sektör girişimlerini canlandıracaktır.
B – Adil Düzen’de
sağlam PARA:
1- Faizin her
türlüsünün kaldırıldığı,
2- “Para”nın,
sadece üretilen mal karşılığı piyasaya çıkarıldığı,
3- Karşılıksız
paranın asla basılmadığı,
4- Gerçek Paranın:
a. Ya arsa ve tarlanın
b. Ya tesis ve
fabrikanın
c. Ya üretilen
standart (Sanayi ve zirai) malların gerçek bedeli olarak basıldığı;
d. Ya da altın ve
döviz karşılığı olacağı Adil Düzen mutlaka kurulmalıdır ve kaçınılmazdır.
5- Adil Düzen’de
istenildiği anda mal paraya, para mala çevrilebilir durumdadır.
6- Ekonomik ve
ticari hizmet ve girişimlerde herkese adil muamele yapılacak ve tam bir fırsat
eşitliği sağlanacaktır.
7- Fiyatlar arz ve
talebe dayalı kriterlere göre, serbest piyasa ekonomisi içinde tabii olarak
ayarlanacaktır.
Görüldüğü gibi Adil
Düzen'de para; sadece üretilen bir malın "değeri"dir ve
değişim (alışveriş) için gereklidir. Kapitalist ve sömürücü Batılı kafaların
iddiaları aksine, kalkınma için önce para lazım değildir. Örneğin bir ekmek
üretmek için "buğday, un, su, tuz, maya, odun(pişirici) ve
insan emeği" yeterlidir. Para ise; ancak ekmek üretildikten sonra, onu
üretenlere "ürettiği kadar tüketme hakkı tanıyan" bir
devlet belgesidir.
Bazı insanların "iyi
güzel amma, bu Adil Düzen projelerini uygulayacak parayı nereden
bulacaksınız?" sorusu, tabii ekonomiyi bilmemelerindendir.
Bakınız 2. dünya harbi sonunda Almanya'da bir çorap, binlerce Mark’a alınacak
şekilde paranın değeri düştü. Almanya, elindeki bu kâğıt parçalarıyla
kalkınmadı. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullanarak, kalifiye ve kaliteli
insan gücünü devreye sokarak, çalışma ve üretme şartlarını hazırlayarak ancak
kalkınabilmiştir. Siyonist ve kapitalist sömürü sistemlerinde ise: "Kalkınma
için önce sermaye (para) lazımdır"şartı koşulmaktadır. Çünkü "Para"yı
Siyonist sermayedarlar basıyor ve bu kâğıtları bankada bloke ederek bunları "faizli
kredi" olarak girişimcilere dağıtıyor ve böylece insanlığın alın
terini ve emeğini sömürüyor. Bugün "Dolar" diye
Siyonist merkezlerin bastırdığı trilyonlarca liralık karşılıksız paranın (daha
doğrusu yeşil boyalı kâğıtların) insanlığın kanını nasıl emdiğini herkes
biliyor.
Adil Düzende Sağlam
Para
Önce "SAĞLAM
PARA" kavramını açıklayalım; bilindiği gibi canlı varlıklar
çalışarak yaşamını sürdürürler. Bu çalışma bir "üretim",
yaşamak için harcanan şeyler ise bir "tüketim"olayıdır.
Bir anlamda, canlılar kendi varlıklarını kendi gayretleri ile sürdürmek
zorundadır. Arılar ve karıncalar örneği, pek çok canlı türleri gibi insanlar da
tek başına değil, "Topluluk" halinde yaşamak durumundadır.
Topluluk halinde, devamlı ve düzenli olarak yaşayabilmek için de, O toplulukta
üretilen "Toplam malın", birlikte tüketilen toplam maldan
fazla olması lazımdır. Yok, eğer "tüketilen mal" toplamı, "üretilen
mal" toplamından daha fazla olursa, O zaman"üretilmeyen
bir malın tüketilmesi" gibi bir durum ortaya çıkar ki, bu
dengesizlik, sosyal ve ekonomik tıkanışın ve tükenişin sebebi olacaktır.
Aslında, bir ülkede, herkes ürettiği kadar tüketirse, "topluca
üretilen, topluca tüketilene eşit" olacağından, “tabii bir denge”
sağlanacaktır. Ancak bu dengenin sürekli olabilmesi için, O toplumda "biriktirilmiş
fazla malın"bulunması da şarttır. Çünkü kıtlık, savaş, deprem ve
yangın gibi felaketlerde, bu “depolanmış fazla malın tüketilmesi” ile ancak
denge korunmuş olacaktır. Ayrıca çocuk, hasta, ihtiyar, sakat, memuriyet ve
hizmet sektöründe çalışanlar gibi, devamlı tüketici durumunda olan kimselerin
açtığı boşluğu doldurmak için de yine fazla üretime ihtiyaç
vardır. Demek ki toplumda ekonomik dengenin kurulması ve korunması için "üretim
toplamının, tüketim toplamından mutlaka fazla olması" lazımdır.
Karıncalar ve arılar gibi toplu yaşayan hayvanlar âleminde durum genellikle bu
minvaldir. Yapılan gözlem ve incelemeler sonucu, mesela arıların
kendi ihtiyaçlarından çok daha fazla bal ürettikleri saptanmış,
hatta kovanda bal azalınca, arıların iştahı ve yemek arzularının kesildiği,
açlıktan ölseler bile geride birikmiş bal bıraktıkları saptanmıştır.
İlahi fıtrat ve tabiat
düzeni gereği canlı varlıklar, hem çalışıp üretmekten, hem de yaşamaktan
(harcayıp tüketmekten) hoşlanırlar. Ancak dengenin korunması için, "çalışma
arzusunun, yaşama arzusundan daha fazla olması" gerektiği
açıktır. İşte hayvanlarda durum böyledir. Yani karınca ve arılar gibi hayvan
cemiyetlerinde çalışma ve üretme gayesi ve gayreti, yaşama ve
tüketme isteğinden fazladır. Ama insanlarda durum bunun aksine
farklıdır. İnsanoğlu, yaşama ve tüketme zevki, çalışma ve üretme
isteğinden fazla olan bir varlıktır. Yani insanlar, emek vermeden
ve zahmet çekmeden, rahat yoldan geçinmeyi, üretmek için sıkıntı çekmeye ve
sorumluluk yüklenmeye tercih eden bir yapıdadır. İnsandaki bu aşırı tüketim ve
rahat yaşama eğilimi, biraz da insanın sadece bir topluluk üyesi olarak değil,
aynı zamanda “tek başına yaşayabilecek özellik ve yeteneklerle yaratılmış
olmasından” da kaynaklıdır. Yani insan; bir taraftan toplu düzenin bir
parçasıdır ve toplumun bütün nimetlerinden yararlanır. Ama diğer taraftan da,
her fert ayrı bir varlıktır ve topluluk dışında kendi başına yaşayabilme
imkânlarıyla yaratılmıştır. Belki bu özellik, bir bakıma insanın kendi onurunu
ve özgürlüğünü koruyabilmesi ve topluluk içinde erime ve kişiliğini yitirme
durumundan kurtulabilmesi bakımından önemli ve gerekli bir fıtrat
(yaratılış)tır.
Bu nedenle insanlar
sadece "tam bir toplu düzen"de yaşayabilecek özelliklerle
yaratılmamış, bunun yanında; tek tek yaşayan canlıların da yararlı yönlerini
almış olduğu için, toplu yaşayan hayvanlarınkine benzer, "birlikte
üretim; birlikte tüketim, her şey ortak"hayaline dayanan ve kişilerin
ferdi hürriyet ve haysiyetini öldüren "Komünizm düzeni" insanlar
arasında kurulamaz, kurulsa da uygulanamaz. Zaten insan fıtratına uygun
olmadığı için daha bir insan ömrünü bile doldurmadan Komünizm iflas etmiş ve
çöküp yıkılmıştır. Eğer insanlardaki"çalışma ve üretme arzusu, yaşama
ve tüketme arzusundan fazla" olsaydı, Marks'ınkomünizm
hayali belki gerçekleşme imkanı bulacaktı. Ancak İlahi kudret ve
hikmetin insanı böylesine "yaşamaya ve tüketmeye istekli, çalışıp
üretmeye karşı ise tembel" yaratmış olması; hem imtihan sırrına
uygunluğu, hem de insanlar arasındaki "yarışma Düzeni"ni
gerçekleştirmesi bakımından gereklidir ve doğaldır. Bu yarışma isteği ve
özelliği, maddi ve manevî yönden devamlı ilerlemeyi ve yenileşmeyi sağlayacak,
yeni karakter ve kabiliyetler ortaya çıkacak ve herkes çalıştığının ve hak
ettiğinin karşılığını alacaktır.
İnsanlardaki bu,
"çalışmadan kazanma, üretmeden tüketme ve yorulmadan yaşama" arzu ve
isteğini, zararlı halden yararlı hale çevirmek için; ADİL BİR DÜZEN ve
DİSİPLİN’e ihtiyaç vardır. İşte İslam’daki "mülkiyet sistemi" bunu
gerçekleştirmiştir. Bu sistem "Herkesin ancak ürettiği kadar
tüketmesi" esasına dayanır. Buna göre her fert helal ve meşru yoldan, gücü
ve aklı yettiği kadar çalışıp kazanmak, yani “üretmek ve çalışıp ürettiği kadar
da tüketmek” hakkına sahip olacaktır. Öyle ise kim daha iyi yaşamak ve daha çok
tüketmek istiyorsa, o halde daha çok yorulmak ve daha fazla üretmek zorundadır.
Hiç kimseye "üretmeden tüketme" veya "ürettiğinden daha fazla
tüketme" hakkı ve fırsatı verilmeyecektir.
İşte her kişinin ne
kadar ürettiğini belgeleyen ve çalışıp kazanarak topluma teslim ettiği malın
miktarını gösteren "resmi ve geçerli
bir devlet senedine" ihtiyaç vardır ki,
bunun adı PARA’dır. Yani para; insanlara, ürettiği kadar tüketme hakkı ve
imkânı sağlayan değerli ve gerekli bir belge konumundadır.
Toplumda bu ekonomik
dengenin ve Adil düzenin korunması için "herkesin ürettiği kadar
tüketmesi" esası yanında bir kurala daha ihtiyaç vardır. O da; "Önce
üretme, sonra tüketme"esasıdır. Çünkü; bunun tersine, önce
tüketip sonra üretme durumunda "borçlu yaşama"düzeni
ortaya çıkar ki, bu durum toplumun dengesini bozacaktır. Özellikle FAİZ, borçlu
yaşama düzenini doğurmakta, faizle kredi alan kişi, henüz üretmediği bir malı
tüketmeye başlamaktadır. Bu durum ekonomide doğal dengeyi yıkarak sömürü
sistemini oluşturmaktadır. Faiz ve borçlu yaşama düzeniyle bir ülke; önce kendi
milli servetini tüketip bitirmeye, sonra da dış ülkelere borçlanıp esir düşmeye
ve çözülüp çökmeye başlayacaktır.
Adil ekonomideki sağlam para:“Kişilere ürettiği
kadar tüketme hakkı veren bir senet” olmaktadır. Faiz ise, insanlara "üretmeden
tüketme hakkı" tanımaktadır. Daha doğrusu çalışıp üretenlerin
hakkını, çeşitli hilelerle alıp başkalarına peşkeş çekme tuzağıdır. Örneğin;
Bankaya yüz bin Lira koyup yılsonunda 120 bin Lira alan kişi, fazladan aldığı
bu yirmi bin Lirayı hak edecek hiçbir üretimde bulunmamıştır. Faiz olarak
alınan bu 20 bin Liraya çalışarak üretenlerin hakkından kesilerek kendisine
ödenecektir ki, bu açıkça bir zulüm ve haksızlıktır. Veya karşılıksız para
basılarak kendisine verilecektir ki, bu da paranın değerini ve alım gücünü
düşüreceği, enflasyon ve pahalılığı körükleyeceğinden yine haram ve
hırsızlıktır.
Adil ekonomideki
herkesin ne kadar mal ve hizmet ürettiğini ve bunun karşılığında ne kadar
tüketmeyi hak ettiğini gösteren devlet senedidurumundaki sağlam paranın:
1- Üretmeden tüketme
hakkı verilmesi demek olan FAİZ düzeni,
2- Servetten ve
üretimden değil, gelirden ve ücretten alınan HAKSIZ VERGİ sistemi,
3- Milli para değerini
yabancı paralar karşısında devamlı düşüren, KAMBİYO yöntemi,
4- Karşılıksız para
basan DARPHANE hilesi,
5- Halktan ucuza
topladığı mevduatları zenginlere pompalayan YANLIŞ BANKA ve haksız KREDİ
tatbiki gibi beş ekonomik mikrobu özünde taşıyan Kapitalist köle
düzenlerindeki, kâğıt banknottan bir diğer tabirle, durduğu yerde
eriyen "buz paradan" ve diğer Senet çeşitlerinden üstün farkları
şunlardır:
a. Sağlam para, asla
değerini kaybetmeyen bir paradır. Çünkü para hak ölçüsüdür, emek ve üretim
karşılığıdır. Paranın değerini düşürmek, helalinden kazanılmış haklara
tecavüzdür, emeğe ve alın terine saygısızlıktır. Bir nevi devlet eliyle
yürütülen yaygın bir hırsızlık ve kalpazanlıktır.
b. Bu senedin (sağlam
paranın) üzerinde, karşılığında hangi tür malın alınacağı yazılmamıştır. Sadece
alım gücü miktarı yazılan bu senetle, kişi istediği malı alabilecek durumdadır.
Yani para aynı zamanda ortak bir değer ölçüsü ve değişim aracıdır. Aslında
para, hem kişilerin “ürettiğine karşılık tüketme hakkını belgeleyen bir senet”
olmakla beraber, hem de malları biri biriyle karşılaştırıp ölçebilen ortak bir
araç durumundadır.
c. Paranın diğer
senetlerden bir farkı da, karşılığının her çeşit mağazadan ve istenilen cins
maldan tahsil edilebilme imkanı sağlanmasıdır.
d. Paranın diğer bir
özeliği de; üzerinde ödeme tarihinin bulunmaması, her zaman ve her
yerde devamlı geçerli olmasıdır.
e. Paranın diğer
senetlerden bir farkı da, bu senedin bir kere ödenmekle bitmemesi, karşılığı
ödendikten sonra da yine "senet ve kıymet" olarak
kalması ve fonksiyonunu yürütmüş olmasıdır.
f. Bu paranın mevcut
senetlerden farklı bir üstünlüğü ve önemli bir özelliği de, şahsa
yazılı olmaması, yani borçlu ve alacaklının üzerine yazılmamış olmasıdır.Bu
senet bir nevi hamiline yazılıdır ve kim taşırsa ona ait sayılır. Yalnız
şu durum var ki, paranınüzerinde özel borçlu ve alacaklı belirsizdir, ama genelde "bütün
borçlularla bütün alacaklılar" bellidir, o da toplumun ve milli servetin
kendisidir. Bu para karşılığında ödenecek mallar ise, ülke piyasasında ve
mağazalarda zaten mevcut bulunmaktadır. Çünkü o toplumda, ancak üretilen toplam
mal kadar para basılmaktadır. O halde, bir bakıma herkesin her parada hissesi
vardır.
PARA, "çalışıp
üretilerek topluma teslim edilen mallara karşılık alınmış bir senet"olduğuna
göre Ülkedeki Para Miktarı, Ülkedeki Mal Miktarına Eşit Olacaktır. O ülkede üretilen
mal çoğalmadan, para da çoğalmayacaktır. Yeni mal üretmeden, darphanede
basılarak piyasaya sürülecek yeni para, karşılıksız olacağından, tabiatıyla
mevcut paranın değerini ve alım gücünü düşürecek, dolayısıyla ENFLASYON,
zam, pahalılık ve geçim darlığı kaçınılmaz olacaktır.
Para gibi "ortak
ve denkleşmiş değer ölçü birimleriyle" bir ülkedeki mevcut bütün mallar,
fiyat olarak toplanabilir durumdadır. İşte bir ülkedeki bütün malların para
cinsinden toplam değerine MİLLİ SERVET denir. Milli servetin, milli paraya eşit
olacağı açıktır.
Adil ekonomide
fiyatlara müdahale edilemeyecek, serbest fiyat esas alınacaktır. Şöyle ki;
toplumda tüketilen ve ihtiyaç duyulan mallar azalınca, haliyle bunların fiyatı
artacaktır. Bunun üzerine o malı üretenler çoğalacak veya o cins malların
üretimi artacak, bunun sonucu giderek talep azalacağından fiyatlar da normale
düşmeye başlayacaktır. Fiyat ucuzlayınca, yeniden talep ve tüketim artacak,
böylece arz ve talep, (üretim ve tüketim) durumuna göre kendiliğinden oluşan
bir fiyat dengesi kurulmuş ve korunmuş olacaktır. Adil düzende fiyatları
düşürmek için, "üretilen ihtiyaç fazlası malların imhasına" veya
piyasadaki malı toplayıp depolamak suretiyle sun'i bir yokluk ve pahalılık
meydana getirmek şeklindeki ihtikâra, asla fırsat tanınmayacağı
için ve depara, değeri düşmeyen sağlam para olduğu için, hazır malı
olan bunu bekletmektense paraya çevirmeyi tercih edeceğinden, tabii bir denge
ve deveran oluşacak, toplum huzura kavuşacaktır. Ancak bugünkü gibi paranın
devamlı değer kaybettiği bir ülkede ise, hiç kimse, özellikle dayanıklı tüketim
mallarını satıp paraya çevirmeye istekli olmayacaktır. Çünkü bekledikçe mal
kıymet kazanmakta, paranın ise her gün değeri düşüp azalmaktadır. Böyle
bir ortamda kimse kimseye borç para vermediği gibi, bugünkü fiyatla borç
(veresiye) mal vermeye de yanaşmayacaktır. Dolayısıyla faiz ve vade farkı
gündeme gelecek, bunlar da daha beter felaketlerin sebebi olacaktır.
FAİZ nedir, niçin
yasaklanmalıdır?
1- Faiz, “zamanla artan borç”tur; yani bir nevi
vadeli zamanın satılmasıdır.
Örneğin 1 milyon borç
verilir. Her ay %'de şu kadar artarak katlanır.
2- Faiz; zarara
katılmayan ve riski göze almayan kârdır:
Para bir taraftan,
emek diğer taraftan, hem kâra hem de zarara katılmak üzere kurulan bir ortaklık
caizdir ve yararlıdır; ama sadece “ben parama karşılık şu kadar kâr
isterim, zarara karışmam” demek ise faizdir ve bedavacılıktır.
3- Faiz; misliyattan
alınan fazlalık ve kiradır:
Buğday, arpa, toz
şeker gibi aynı cins üretim mallarının borç alınıp, sonradan geri ödenirken
verilen fazlalık faiz sayılmıştır.
4- Faiz; başkasının
zararına doğan kazançtır:
İslam’da asıl olan "para
parayı doğurur" değil, "para, emek ve üretmek
karşılığıdır"kuralıdır. Faiz, çalışmadan veya üretmeden, başkalarının
kazancını ve hakkını sömürmek, başka bir ifadeyle "üretmeden
tüketme hakkı elde etmek" demektir ki bu açık bir haksızlık ve
bir nevi hırsızlıktır.
Çağımızın en büyük
dava ve devlet adamı Erbakan yol haritamızı hazırlamıştır!
Sermaye birikimi
olmasaydı Avrupa uygarlığı doğmazdı. O gün altın ve gümüşe ihtiyaç vardı. Halk
altın ve gümüşü bankalara mevduat olarak koyar, bankalar da onu girişimcilere
faizli kredi olarak dağıtır, böylece büyük işler yapılırdı. İşte, Siyonist
sermayenin dünyaya hâkimiyeti bu şekilde başlamıştır. O halde onlar kendi
paylarına düşen görevleri yaptılar ve o sebeplere istinaden yaşadılar.
Tarihi seyirde
Batı’nın geçmişi Mısırlılara dayanmaktadır. Bugünkü Avrupa’nın “Min Kabli” (öncesi
ve temeli) Roma uygarlığıdır. Onların temeli Grek uygarlığıdır. Onların öncesi
Mısır’daki Firavun uygarlığıdır. Bunların her birerleri gelmiş ve teknikte
uygarlıklarını kurmuşlardır. Takdirin cilvesi uygarlıklar arası görev taksimi
vardır. Örneğin Mısır uygarlığı ilk merkezi ulusal devlet ve uygarlıktır. Grek
uygarlığı ilk deniz uygarlığıdır. Roma uygarlığı ilk uluslararası imparatorluk
uygarlığıdır. Bugünkü Siyonizm güdümlü Batı uygarlığı bütün dünyayı tek ülke
hâline getiren uygarlıktır. Tarihte bunların her biri kendi görevlerini
yapmışlardır.
Bugünkü Batı uygarlık
aşaması faizci banka tekelinin oluştuğu bir yapıdır. Ondan önce işyerleri
tekeli vardı. Ondan önce sermaye tekeli vardı. Ondan önce toprak tekeli vardı.
Görülüyor ki tarih hep aşamalarla olgunlaşmaktadır. Herkes kendi aşamasını
yapmakta ve kendi fıtrat ve fırsatlarına uygun medeniyetler oluşturmaktadır.
Ancak Adil ve asıl uygarlıklar İslam uygarlıklarıdır. İslam uygarlıkları
hukukta hamleler yapmıştır. Hz. Nuh uygarlığı ilk uygarlıktır, “site
devletleri” uygarlığıdır. Hz. Musa uygarlığı ilk “yazılı hukuk” uygarlığıdır.
Hz. İsa ilk “beşeri” ve ahlaki uygarlıktır. Birinci Kur’an uygarlığı ise ilk
“içtihat ve icmaya dayanan” uygarlıktır. Erbakan Hocamız konferanslarında ve
kitaplarında hep bunları anlatmış, bu aşamaları yorumlamış ve yapmamız
gerekenlerle ilgili yol haritasını hazırlamıştır.
Burada önemli olan
şudur. Batı uygarlıkları “zulüm”, “sömürü”, “sınıflaşma” üzerine
kurulmuşlardır. İslam uygarlıkları ise “adalet” ve “hukuk” üzerine oturmaktadır.
Batı köleleştirmeye çalışır, İslam hürleştirmeye çalışır. Fıkıh kitaplarında
Kitabu’r-Rıkka yoktur, Kitabu’l-tak vardır. Yaşlanmış ve tamamen yozlaşmış Batı
uygarlığının tamamen terk edilmesi, yeni uygarlığın gelmesi lazımdır. Bu
görevin fikri alt yapısını bizden önceki nesil yani yirminci yüzyılın nesilleri
yapmıştır. Ateizm ilk 33 sene zirveye çıkmış, ikinci 33 senede duraklamaya
başlamış, ama şimdi son üçte birde yani son 33 senede ise fikren ve ilmen
yıkılmıştır. Yirmi birinci yüzyılda sömürü sermayesi artık ateizmi kullanarak
yaptığı mücadeleden vazgeçmek zorunda kalmış, “ılımlı İslam ve dinlerarası
diyalog” safsatasıyla şimdi “karşılıksız parayı” (Dolar saltanatını) yaşatmaya
çalışmaktadır. Bundan sonra “Adil (Ekonomik) Düzen”in “altın, demir, buğday ve
toprak paraları” yani karşılığı olan paralar yerleşmiş olacaktır. Bu değişmenin
olması için karşılıksız kâğıt paranın tüm pislikleri ortaya çıkmalıydı, Erbakan
bunu başarmıştır.
Topluluklar kalabalık
ve rahatlık dürtüsüyle başlangıçta büyük çabalara girişir, yükselir ve belli
büyüklüğe ulaşırlar. Sonra halk zevk-u sefaya dalar, çalışmadan yaşamaya
koyulur, mevcut olan varlıklarını tüketip bitirmeye başlarlar. Türkiye bugün
böyle bir yaşlılık ve bedavacılık sürecine dalmıştır. Batılıların da teşvikiyle
çalışmadan yaşamak herkesin hedefi halini almıştır. Adil Düzenciler böyle hak
etmeden kazanma yolunu tıkayacaktır. AKP dönemindeki kamu mallarının değişik
şekillerde yağmalanması, milli haysiyet ve hürriyetimizin rüşvet verilerek
borçla yaşanılması süreci son bulacaktır.
Başta “OPERASYON”
olmak üzere hala yaşadığımız “olaylar” vesilesiyle, “YENİ BİR DÜZEN” ne kadar
kaçınılmazdır, umarız artık anlaşılmıştır; bir değil yaşanan birkaç “musibet”
inşallah “nasihat” olacaktır. Hep hatırlatıyoruz: İnsanda FİKİR, HİS, İRADE VE
ÜNSİYET olmak üzere dört meleke vardır. Bu melekelerin içtimaileşmiş yani
sosyalleşmiş şekilleri İLİM, DİN, İKTİSAT VE SİYASET oluşumlarıdır. Bunlar
kurumsallaşmış şekilleriyle aynı zamanda insanların bu içtimai müesseseler
içindeki HAKLARINI koruyan “Dayanışma Kurumları”dır.
Dayanışma
Kurumları’nın görevleri şunlardır:
A) Mensuplarının
devlet nezdinde temsilcileri konumundadır:
- Mensupların ne
istediğini? devlete “ahlâkî” dayanışma kurumları iletecektir.
- İsteklerin nasıl
yerine getirileceğini? “ilmî” dayanışma kurumları bildirecektir.
- İstenenlerin kimler
tarafından takip edileceğini? “meslekî” dayanışma kurumları gösterecektir.
- Elde edilen
ürünlerin nasıl bölüşüleceğine, bütçenin nasıl yürütülüp yönetileceğine?
“siyasî” dayanışma kurumları karar verir.
B) Halkın
nezdinde devletin temsilcileri olunacaktır:
- Yapılacaklarla
ilgili bütçeleri “ahlâkî” dayanışma kurumları yapacaktır.
- Plan ve projeleri
“ilmî” dayanışma kurumları hazırlayacaktır.
- Kredileri “meslekî”
dayanışma kurumları dağıtacaktır.
- Vergileri “siyasî”
dayanışma kurumları toparlayacaktır.
C) Dayanışma kurumları
sigorta gibidirler, ortaklarının beklenmedik zararlarını dayanışma içinde
karşılayacaktır:
- İhmalden doğan
zararları AHLÂKÎ dayanışma kurumları tazmin edecektir.
- Bilgisizlikten doğan
zararları İLMÎ dayanışma kurumları tazmin edecektir.
- Beceriksizlikten
doğan zararları MESLEKÎ dayanışma kurumları tazmin edecektir.
- Kasten verilen
zararları ise SİYASÎ dayanışma kurumları tazmin edecektir.
D) Dayanışma
kurumları yönetim erklerini oluşturacaktır:
- YARGILAMA erkini
AHLÂKÎ dayanışma denetlemiş olacak.
- YASAMA erkini İLMÎ
dayanışma takibe alacak.
- YÜRÜTME erkini
MESLEKÎ dayanışma kurumları kullanacak.
- YÖNETME erkini
SİYASÎ dayanışma kurumları sağlayacaktır.
Devlet başkanı
uzlaştırıcı hakemlikler yapacak, dayanışmalar arasında dengeyi koruyacaktır.
Tüm çıkan
uyuşmazlıklar “HAKEMLERDEN de yararlanılan hâkimlerden kurulu “YARGI”
tarafından çözüme kavuşacaktır. Bugün Türkiye’de bütün güçler “siyasi partileri
kullanan gizli localarda” veya “bazı cuntalarda” toplanmıştır! İşte, “ana
sorun” buradadır, temel problem işte tam da bu noktadadır.[1]
Evet, Türkiye, ya bir
Milli Çözüm ve onarım hükümetiyle Adil Düzene kavuşacak veya sürekli bu tertip
ve sefaletlerle uğraşacaktır.
Dış güçlerin ve
işbirlikçilerin derin tahribatı!
İshak Beyazay’ın güzel
tespitleriyle, tarihin en büyük tele kulak skandalı yaşanmış, dosya numarası
2011/762 olan belge ile paralel yapının ‘Selam Terör Örgütü’ adı altında alınan
dinlenme izniyle yedi bini aşkın kişiyi dinlediği ortaya çıkmıştır. Bu bilgiler
MOSSAD’a mı yoksa CIA’ya mı aktarılmıştır? Paralel yapıyı bir dış bağlantı olmadan
ele almak yanıltıcı sonuçlar doğuracaktır. Stratejik ortağımız ABD ve girmeye
kalktığımız AB bu olayın neresinde bulunmaktadır? Bu stratejik ortaklarımız
bizi Cemaat ve AKP Hükümetiyle kontrol altına mı almıştır? Bu bir milli
güvenlik sorunudur. Bu kanunsuz dinlemeleri yapan ve servis edenler vatana
ihanetten yargılanmalıdır. Bunca dinlemeler yapılırken bundan hükümetin
haberinin olmaması da vahim bir tablodur. Bu durum mutlaka ele alınmalı ve
sorgulanmalıdır. Hükümet idare ettiği kurumlara sahip olamamıştır.
Bu yaşanan dinleme
skandalı bize gösteriyor ki, vesayet kabuk değiştirmiştir. Laik dayatmacı,
askeri vesayet sistemi yerini, ılımlı ve Protestan Müslüman vesayetine
bırakmıştır. Madalyonun bir de diğer yüzüne baktığımızda; dünyayı
yönetenler hiçbir şeyi şansa bırakmamaktadırlar. Erdoğan-Cemaat işbirliği
ABD’nin bir projesidir, Siyonizm’in bir planıdır. Bunun kodlarını, ABD’nin önde
gelen strateji kuruluşu RAND’da siyaset bilimci olarak çalışan, Dışişleri
Bakanlığı’nda 20 yıl görev yapmış ve CIA’da Ortadoğu Masası uzmanlarından
Graham Fuller ile Washington’da 21-23 Mayıs 1998 tarihlerinde Zaman gazetesinde
yayımlanan Ali Aslan’ın söyleşisinde bulmak mümkündür.
“İnancım o ki, eğer
İslamcıların katılımına fırsat tanınırsa (burada Graham Fuller Batı güdümlü
demokratik sisteme katılımdan bahsediyor), hatta iki ya da üç İslami parti
olursa, çok daha arzulanan bir tablo oluşacaktır. Çünkü o zaman İslamcılar
kendi aralarında tartışacak, değişik kanatlar ortaya çıkacaktır. Daha
ilerlemeci ya da muhafazakâr hareketler doğacaktır. Herhangi bir İslamcı
hareketin siyasal İslam’ı ele geçirmesi önlenmiş olacaktır.” Kendisine
“İslamcıları çok mu seviyorsunuz, niçin birden fazla İslamcı parti olsun
istiyorsunuz?” sorusunu yönelttiğimde, aldığım ilk tepki uzun bir tebessümdü.
Ardından gelen cevapsa gerçekten bugün için her zamankinden daha fazla
anlamlıydı. “Ben İslami partileri sevdiğim için bunları önermiyorum.
Görüşlerine bazen katılıyorum, bazen katılmıyorum. Ama zannederim İslam nedir,
şeriat nedir, bunlar nasıl tatbik edilir? Bu konuda söz söyleyen birden fazla
partinin olmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Bunların tek merkezden
söylenmesini tehlikeli buluyorum. Birden fazla ve Batı ile uzlaşan İslami
partiyle daha zengin tartışmalar olacağına ve farklı görüşler ortaya çıkacağına
inanıyorum.” Graham Fuller’in dediğini daha iyi anlamak için bir
espri aktarayım. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız bir diplomat dedi ki:“Biz
Almanya’yı seviyoruz. O kadar çok seviyoruz ki, iki tane Almanya olsun
istiyoruz.”Bundan dolayı Fazilet Partisi bölünmüştür ve AKP kurulmuş ve
yanına cemaat montaj yapılmıştır. Neden mi? Sevdiklerinden tabi(!)
HSYK ve MİT yasası
tartışılırken, bu paralel yapının, hangi merkezlerin desteğiyle, on yıldır bu
ülkenin kılcal kan damarlarına nasıl sızdığını araştırıp soruşturmamak akıl
tutulmasıdır. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan’ı
parlatarak hükümete taşımıştır. Bugün olanlar bu ağın çatırdaması mıdır, yoksa
demokratik dalaverelerin yeni bir aşaması mıdır?[2]
Erbakan Hocamız:
“Akıl, bir işin sonunu düşünmektir, yani vereceği maddi ve manevi yarara ve
zarara göre hareket etmektir” derdi. Buhârî ve Müslim’de ittifakla nakledilen
ve diğer muteber hadis kaynaklarında da yer verilen bir hadiste Hz. Peygamber, “Mümin
aynı delikten iki defa ısırılmaz” (Buhârî, “Edeb”, 83; Müslim,
“Zühd”, 63). diyerek, akıl ve insaflı davranmamızı öğütlemektedir. Mümin kişi,
Allah’ın kendisine büyük bir nimet olarak verdiği aklını ve vicdanını kullanır,
bütün eylemlerinde öncelikle kendisine, ailesine, çevresine ve milletine zarar
verecek şeylerden sakınır, bu konularda ihtiyatlı ve uyanık bir şekilde
davranır. Bir defa aldansa bile gaflete düşüp ikinci defa aynı hataya düşmekten
sakınır. Zaten aklı başında olan bir mümin gaflette olmamalı ve aldanmamalıdır.
Resûlullah, Bedir Gazvesi’nde esir alınan Ebû İzzeadlı şaire
iyilikte bulunarak, kendisini hicvetmeyeceğine ve Müslümanlara düşmanlık
etmeyeceğine dair söz aldıktan sonra serbest bırakır. Fakat Ebû İzze, kavminin
yanına varınca sözünde durmaz, kışkırtma ve hicivlerine tekrar başlar. Bilâhare
Uhud Harbi’nde esir düşer; yine serbest bırakılmak ümidiyle huzuruna
çıktığında, Resûlullah,“Mümin, bir delikten iki defa ısırılmaz” buyurduğu
rivayet edilir.
Yüce Allah, insanı
akıl, irade ve feraset gibi nimetlerle donatmış, Kur’an’la yolunu aydınlatmış,
Hz. Resulüllahı rehber kılmıştır. Ancak cehalet ve gaflet gibi haller, insanın
maruz kaldığı maddî-manevi, bireysel ve toplumsal musibetleri anlayıp zamanında
önlem almasına engel olmaktadır, bu yüzden de Müslümanlar aynı musibetlere
defalarca maruz kalarak sıkıntı içinde kıvranıp durmaktadır. AKP’nin İslami
şuuru köreltmek, mevcut batıl sistem içinde dini gayret ve hassasiyet
sahiplerini eritmek ve İslamiyet’i batıl Batılı değerlerin ve dengelerin aksesuarı
ve hizmetçisi haline getirmek üzere iktidara taşındığını ve bunu başardığını
Ruşen Çakır şöyle ifade ve itiraf ediyordu:
“AKP iktidarıyla
birlikte Türkiye'de İslami yapılanmaların durumunda, özellikle devletle
ilişkilerinde büyük değişiklikler yaşandı, yaşanıyor. Bir “devlet projesi”
olarak Türkiye’de İslamcılık ve AKP’den bağımsız İslamcılık kaldı mı? AKP
iktidarının, esas olarak da Başbakan Erdoğan'ın, İslami hareketi sistemin
dışından merkezine taşıdığına, onun sahip olduğu son "sistem karşıtı"
reflekslerinden de arınmasını kolaylaştırdığına, bütün bunlara bağlı olarak
İslamcılığın Türkiye'de günden güne cazibesini yitirdiğine inanıyorum.”[3]
Zaten AKP İslam’a
bağlı, ilmi ve insani değerlerden kaynaklı Milli Görüş ve Adil Düzen iktidarına
engel olmak ve umut olmaktan çıkarmak üzere planlanıp parlatılmıştı.
Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç, dershaneler üzerinden hükümetin tehdit edildiğini "İlk kez
söylüyorum" diyerek şunları aktarmıştır:
“Dershaneler üzerinden
beni ve hükümetimi tehdit ettiler. "Bu dershane işinden vazgeçin"
dediler. Başbakan’ın bizzat kendisine, “Elimizde bunlar var. Biz bunları
piyasaya süreriz, hükümetiniz bunlarla karşı karşıya kalır, bu işten vazgeçin”
diye haber gönderdiler. Cemaat üzerinden yürütülen bütün bu sıkıştırma ve
soruşturmaların Fetullah Gülen'i de aşan bir "üst akıl" tarafından
planlandığını söyleyen Bülent Arınç, "Bir üst akıl bunları
planlamış. Ama bu üst akılın kim olduğunu söylemem. Günü gelince yazar,
söyleriz" demişti. İyi de o zaman bu ülkeyi kim yönetmekteydi?
Kavrayış kısırlığı mı, feraset fukaralığı mı, bakar kör olmanın mı, argo
tabirle “ahmaklığın” mı itirafıydı?
Erdoğan’ın “Cemaati’n
halini 10 yıl önce tespit etseydik, davranışım böyle olmazdı” itirafı!
Başbakan Erdoğan
Balıkesir mitingi dönüşü gazetecilerin sorularını yanıtlamıştı. Sabah gazetesi
yazarı Sevilay Yükselir'in aktardığına göre Erdoğan montaj olduğu söylenen
dinleme kaydıyla ilgili suç duyurusunda bulunacaklarını açıklamıştı. Erdoğan
“paralel yapının 1980'den bu yana örgütlenip devlete sızdıklarını, ancak
kendilerinin onlara o dönem inandıklarını (kanıp aldandıklarını) söyleyerek bir
itirafta bulunmuşlardı. “Biz bunların halini 10 sene önce tespit etseydik tabii
davranışım böyle olmazdı!” diyebilen yani şahısları ve oluşumları ancak
34 sene sonra tanıyabilen ve 12 yıl fiili ortaklarını daha yeni fark edebilecek
kadar ferasetli ve basiretli bir Başbakan’la Türkiye yönetiliyordu.
Selam İslam Örgütü'ne
ait olduğu konuşulan ve 7 bin kişilik dinleme listesinde adı bulunan AKABE
Vakfı Başkanı Mustafa İslamoğlu'ndan Fetullah Gülen ve cemaatine
yönelik çarpıcı açıklamalar yapılmıştı. Yeni Akit gazetesine konuşan Mustafa
İslamoğlu, 10 yıl önce Fetullah Gülen'i ziyaret ettiğini ve cemaate yönelik
eleştirilerin yer aldığı bir de mektup gönderdiğini açıklamıştı.
Toplumtaparlığa
“Demokrasi” kılıfı!
“Senden para
topladılar. Bu parayla okullar, yurtlar, gazeteler, vakıflar TV’ler, siyasi
partiler, yardım kuruluşları kurdular. Görünürde tek amaçları vardı: “Seni daha
dindar, gerçek Müslüman yapmak” (için güya yola çıktılar). Yazdıkları
kitaplarla, çektikleri sinema ve dizi filmleriyle senin paranla sana din pazarladılar.
Ticaretlerinde dindarlıklarını kullanarak senin nezdinde avantaj peşinde
koştular. Siyasette farkındalıklarını gösteremedikleri için dindarlıklarını oy
toplama malzemesi yaptılar. Dindarlıklarını profesyonel bir meslek gibi
kurguladılar. Sürdürdükleri dindarlığı kendi aralarında bir ‘parola’ya
dönüştürüp o parola sayesinde ele geçirdikleri imkânlarla senin çocuklarının
hakkını gasp edip bu imkânları senin aleyhine kullandılar.
“Sana ve dine hizmet
etmek için varız” diyerek sınav sorularını çaldılar. O parolaya uyanları polis
yaptılar. Savcı yaptılar. Öğretmen yaptılar. Hâkim yaptılar. Senden
topladıkları parayla lüks ve şatafat içerisinde dindarlık sürerken sana, gerçek
dindarlığın bir lokma bir hırka olduğunu anlattılar. Ey halkım sen gerçek Müslümanlığı
kendi mütevazı hayatında yaşarken onlar senin paranla tesis ettikleri
kurumlarla Müslümanlığın içini boşalttılar.
Sen ki (şahsi) kabahat
ve kusurunla işlediğin günahlarla sadece kendine zarar verdin. Onlar ise
yaşadıkları (sahte) dindarlıkla, işledikleri (gösteriş) sevaplarla bütün bir
toplumu, bir ülkeyi mahvedip yozlaştırdılar. Sen ellerini parçalayarak
kazandığın üç kuruşunu gizliden gizliye etrafındaki fakir komşunla paylaşırken,
onlar bağış yapmayı değil, bağış toplamayı gerçek dindarlık sandılar. Sen,
kabahati açıktan işleyip yardımı, paylaşmayı gizlice yaparken onlar
kabahatlerini gizleyip senden topladıkları paralarla yaptıkları yardımı, bir
şova dönüştürmekten utanmadılar. Senin dürüstlüğüne, ahlakına, efendiliğine,
içtenliğine bakmadan iki kadeh içkine burun kıvırdılar. Ama kendileri kapalı
kapılar ardından olmadık günahlara bulaştılar. Güya seni kötülüklerden korumaya
çalışırken boğazlarına kadar günaha, çamura battılar. Ben bir tek seni
tanırım ey halkım!”[4]
Bu tespitler, içinde
önemli tenkitleri ve gerçekçi tahlilleri barındırmaktaydı. Ancak, birkaç kere
tekrarlanan “Ben bir tek seni
tanırım ey halkım!” ifadesi, kendisini
“İslamcı” diye tanıtan bir mümin yazar için oldukça sakıncalıydı ve bu tavır “toplumtaparllık temeline dayanan yozlaşmış Batılı ve batıl demokrasi
anlayışının” bir yansımasıydı.
“Yeryüzünde olanların
(halkların) çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar (kalabalıklar) sadece zanna (ve şahsi kuruntularına)
uyarlar ve tahmini kuşku ve umutlarla yalan konuşurlar” (Enam: 116) “Sen
şiddetle arzu etsen bile insanların çoğunluğu imana yanaşmazlar” (Yusuf: 103)
“İman edenlerin de çoğu da şirk koşup dururlar” (Yusuf: 106) gibi onlarca ayeti
kerime bizi bu konuda uyarmaktadır. Kaldı ki “Kema tekunu, yüvelliy
aleyküm: Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz!” hadisi şerifi
de, yöneticilerin, yönetilenlerin aynası ve müstahakkı olduğunu
vurgulamaktadır. Toplum, imani, İslami ahlaki, vicdani, ilmi ve insani şuur
olgunluğuna ulaşırsa, iyileşen bir yaranın üzerini kaplayan kabukların
dökülmesi gibi, hain ve zalim iktidarlar da elbette o makamda duramayacaktır.
[1] Reşat Nuri Erol, Milli
Gazete yazılarından
[2] 02 Mart 2014, Milli
Gazete
[3] 01.03.2014, Vatan,
[4] 2 Mart 2014, acikcenk@gmail.com
Batı sözden anlamıyor, onlara caydırıcı güç gerekiyor!
Haberi Oku*** Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın En Kapsamlı Video Arşivi ***
Haberi OkuERBAKAN HOCAMIZLA AHMET AKGÜL ÜSTADIMIZIN İLGİNÇ ANILARI
Haberi Oku